İncesazdan gazinoya
Atlas Tarih yazarlarından kültür tarihi araştırmacısı Gökhan Akçura “İstanbul Şarkıları” adında yeni kitabını yayımladı. Kitap incesazdan gazinoya, Osmanlı’nın son döneminden erken cumhuriyet yıllarına sahne geleneğinin izlerini sürüyor. Akçura’ya kitapta
Yeni kitabınız İstanbul’un eski müzik yaşamı içinde dolaşıyor. İstanbul Şarkıları adı bu genişliği biraz daraltmıyor mu sizce?
Evet bunu ben de düşündüm. Ama kitaplara isim vermenin zorluklarını biliyorsunuz. Öte yandan “İstanbul Şarkıları” kitapta yer alan makalelerden birinin de adı. Kitabı oluşturan yazıların hepsinde en az bir İstanbul şarkısı barınıyor öte yandan…
Açılışı uzun bir yazıyla yapıyorsunuz: “İncesazdan gazinoya”. Bu gazino geleneğine bir saygı duruşu mu?
Belki de tam tersi. Osmanlı’da oldukça kapalı ve neredeyse kutsal bir müzik olan incesazın, zaman içinde değişimi ele alınıyor. 19’uncu yüzyıl sonlarında yavaş yavaş sahneye çıkışı. Cumhuriyetin ilk yıllarında ise bir gösteri sanatı haline gelişi... Ama artık sahnede eski müzik geleneğine hâkim isimler vardır: Deniz Kızı Eftalya, Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses ve elbette Münir Nureddin. 1950’li yıllarda ikinci bir değişim dalgası geliyor, Zeki Müren ve ardılları ile. Gazino müziğinin geçmişle bağları iyice kopuyor. Ben yazımı bu noktada bırakıyorum. Kitapta yer alan diğer bir yazıda, aynı konunun farklı bir görünümünü ele alıyorum: Alaturka revüler. Yani alaturka müziğin bir batı formu olan revü ile bütünleşip, yeni bir gösteri biçimi haline gelişini…
Kitaptaki bir başka makalede değindiğiniz “Saz ve caz vapurları” da bu değişimin bir parçası mı?
Bu biraz farklı bir konu. Burada doğu ve batı müzik anlayışının küçük çapta bir düellosu var. Şirket-i Hayriye 1930’lu yıllarda içinde canlı müzik çalınan gezi vapurları da kaldırmaya başlamıştı. İsterseniz saz, ya da caz vapuruna binip Boğaziçi’nde zevkli bir gün geçirebiliyordunuz. Ama alaturka müzik bir süre sonra üstün geldi ve caz vapurları seferden kaldırıldı.
Alafranga müziğin Türk müzik yaşamına etkilerini aktaran başka yazılar da var mı kitabınızda?
Evet, cumhuriyetin ilk yıllarında hızla ülkeye giren batı kaynaklı müzikler, plak endüstrisini de etkilemişti. Hem batılaşmanın getirdiği konular ele alınıyordu; dans, balo, moda, modernleşme, cinsellik gibi; hem de bu konular operet, fantezi, kanto gibi esas olarak batı formlarını kullanan, ama alaturka tatlar da taşıyan bestelerle
plağa alınıyordu. Aslında hep 50’li yıllarda yaşamımıza girdiği söylenen “aranjman” olgusu da bu yıllarda başlamıştı. Yabancı parçalara Türkçe sözler yazılarak plağa dolduruluyordu. Örneğin Gülriz Sururi’nin annesi Suzan Lütfullah Almanya’da Poldor firması için 30 kadar Türkçe sözlü yabancı besteyi plak yapmıştı. Yine aynı yıllar ve hemen sonrasında batıdan etkilenerek, ama Osmanlı-türk müziğini de özümseyerek şarkılar besteleyen bir sanatçımız da kitapta kendisine yer verdiğim Neveser Kökdeş. İlk dönemlerinde bilinen formlara uymadığı için alayla karşılanan ve “Neveserce Müzik” diye dalga geçilen bu şarkılar, zaman içinde gerçek değerlerini buldular. Hepsi hâlâ dipdiri…
Kitapta “alafranga” diye nitelediğimiz batı türü müzik yapanlar da yer alıyor.
Elbette. İstanbul şarkılarının önemli bir bölümünü oluşturuyor bu tür müzikler. Başta Türk tangosu ve onun en önemli bestecisi Necip Celal Andel. Ama ondan öncesi de var. Türkiye’ye tangoyu tanıtan Arjantin kökenli bir tango virtüözünü de tanıtıyorum: Eduardo Bianco. 1927 yılında kurulan İstanbul Radyosu bu yeni müziklerin tanıtılmasında önemli bir rol oynamıştır. Onunla ilgili bir inceleme de yer alıyor kitapta. Müzikle bağlantılı, ama onun çevresinde yer alan birkaç makalemiz de girdi kitaba. Taverna müziğini Türkiye’ye tanıtan ve geliştiren Gaskonyalıları hatırlatıyorum. Ardından Osmanlı’da başlayan dans profesörleri geleneğinin cumhuriyet dönemindeki en önemli ismi Panosyan üzerinde duruyorum. 1940’lı yıllarda “caz kralı” unvanını taşıyan ve inanılmaz renkli geceler düzenleyen Gregor’u da yeniden gündeme getiriyorum.
Roman müziğinin merkezi olan Sulukule üzerine ne var?
Kitapta yer alan Sulukule yazısının ardından Hüsnü Şenlendirici ile yaptığımız konuşmada da görüleceği gibi özel bir Roman müziği yok aslında. Romanlar bulundukları ülkenin müziğini yapıyorlar her zaman. Ama ona kendi ruhlarını ve ustalıklarını katarak. Sulukule müzikten öte, eski “oyuncu kolları” geleneğini, çok bozulmuş da olsa sürdüren bir bölgeydi. Yazıda öne çıkan müzikten çok bu dans geleneği. Ama zaman içinde biliyorsunuz Sulukule yok edildi, dağıtıldı. Hüsnü ile yaptığımız söyleşide Türkiye’de Romanların yaptıkları müziği taş plaklardan, eski 45’liklerden örnekler vererek tartışıyoruz.
Eski operetlerin dans hocaları da yer alıyor kitapta. Bunlar bugünlere pek kalmamış isimler…
Pek değil hiç kalmamış bana sorarsanız. 1930-1960 arası üç isim öne çıkar. Şehir Tiyatrosu’nun operetlerinin ve Muhsin Ertuğrul’un operet filmlerinin dans hocası Celal Bulkat en eskisidir. Kendi revü topluluğunu kuran ve döneminde oldukça öne çıkmış olan Serj Atilla ardından gelir. Son olarak da Ses Opereti’nde çalışan Jak Biçacı’yı tanıtıyorum. Bu dans hocaları, dönemlerindeki sahne gösterilerinin danslarını hazırlayan ve dansçıları çalıştıran önemli sahne insanlarıdır. “Kızlara girls, erkeklere boys derdik…” yazısında onları yeniden gündeme getirmeye çalıştım.
Son bölümlerde 1960’ların müzik yaşamına değiniyorsunuz.
Evet, rock’n’roll’un ülkemize girişi ve diskoteklerin ortaya çıkışı ele alınıyor bu yazılarda. İlk yıllarında rock’n’roll ve ona paralel gündeme gelen striptiz yasaklanmaya çalışılmıştı. Tabii, bir süre sonra yasaklar ortadan kalktı. Diskotekler ise “az para çok eğlence” sloganıyla İstanbul’da da görülmeye başlanmıştı. Plaklar dün de bugün de İstanbul şarkıları çalmaya devam ediyorlar bence… ⬤