Mahpusun sesi Prof. Dr. Edhem Eldem ile söyleşi
Sultan V. Murat’ın tahttan indirilmesi... 1876: Annus horribilis (korkunç yıl)... Hapis günlerinin perde arkası...
19’uncu yüzyılın en karışık yılı 1876. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilişi ve hemen ardından intihar etmesi, Sultan V. Murat’ın tahta çıkışı, 93 gün sonra tahttan indirilmesi, Sultan II. Abdülhamit’in tahta çıkışı ve Kanun-ı Esasi’nin ilanıyla meşruti idarenin başlaması. Sonraki dönemde V. Murat’ı yeniden tahta geçirmeyi hedefleyen girişimler, devrik sultanın tecrit günleri. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Edhem Eldem’in, Sultan V. Murat’ın oğlu Mehmet Selahattin Efendi’nin tuttuğu notları, V. Murat’ın ailesi tarafından saklanan mektupları ve uzun yıllar boyu titizlikle sürdürdüğü arşiv araştırmasının sonuçlarını kapsayan çalışması “V. Murad’ın Oğlu Selahaddin Efendi’nin Evrak ve Yazıları” Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı. V. Murat’ın veliahtlık dönemi nasıldı, neden mason locasına girdi, üç aylık iktidarı, hastalığı ve tedavi döneminde neler oldu, nasıl tahttan indirildi ve tecrit günlerinde neler yaşandı? Prof. Dr. Edhem Eldem’e sorduk.
V. Murat-ii. Abdülhamit portreleri, Türkiye’deki klasik ilerici-gerici, muhafazakâr-liberal karşıtlığı içinde ele alınıyor. Sizin çalışmanız bu konudaki tartışmaya yeni dokümanlar ve belgeler sunuyor. Bu çalışma klasik V. Murat-ii. Abdülhamit bakışını değiştirme konusunda yeni bir iklim yaratabilecek mi?
İki şeyi ayırmak lazım. Osmanlı son dönem tarihini sil baştan yazıyorum, bilinmeyen şeyleri, ya da yanlış bilinenleri düzeltiyorum iddiasında değilim. Benim için bu malzemedeki en kıymetli şey, o dönemde yaşamış olan birinin sesini duymak. Benim en büyük şikâyetim şu ki, biz tarihi ezber diyebileceğimiz kaynaklardan, yani tarihçilerden sonra yazanlardan ve şu veya bu şekilde ideolojik ve siyasi bazı saiklerle, belirli bir hikâyeyi örtmeye, ya da dayatmaya çalışan kaynaklardan biliyoruz. Kişileri de çok az biliyoruz.
Bu II. Abdülhamit için de geçerli. Bir sürü uydurulmuş hatıratı çıktı. Niye? Çünkü ister istemez insanlar onun sesini duymak istiyorlar. Yani bu tarihin önemli sayılabilecek aktörlerinden bire bir ses duymak, onun fikrini, başkasından naklen değil de, kendi ağzından duymak istiyor.
Prof. Dr. Edhem Eldem, üç ay iktidarda kaldıktan sonra tahttan indirilen Sultan V. Murat’ın 28 yıllık mahpus döneminde yaşananları, oğlu Mehmet Selahattin Efendi’nin tuttuğu notlar, arşiv belgeleri ve sultanın yakın dostu Cléanthi Scalieri’nin yazdıkları üzerinden anlattı.
Oysa bizde bu tür kaynaklar çok az. Bizde hatırat denen şeylerin çoğu, zamanında yazılmamış, sonradan yazılmış. Özellikle belirli bir kariyer bittikten sonra, veya bir kariyer kötü gittikten sonra onu bir şekilde temize çıkarmak için yazılmış. Sait Paşa’nın anıları olsun, şu olsun, bu olsun. Halbuki doğrudan doğruya kişilerin sesini verebilecek şeyler günlüktür, mektuptur. Avrupa kaynaklarında hemen hemen herkesin şurada burada özel yazışmaları, günlüğü vesaire var. Avrupa’daki zihniyet tarihi, kültür tarihi dediğimiz alanların bu kadar gelişmesinin kökeninde bu tür malzemeye ulaşabilmek yatıyor. Osmanlı-türk geçmişinde ise bu çok az. Dolayısıyla Amerikalıların “usual suspects” (alışılmış simalar) dedikleri, hep bilinen kişilerin yazılarını temcit pilavı gibi tekrar tekrar kullanıyoruz. Ahmet Cevdet, Ahmet Mithat, Namık Kemal, Ali Suavi gibi. Yani bir elin, veya iki elin parmaklarını geçmeyecek kaynaklar üzerinden aynı şeyleri duyup duruyoruz.
İşte bu anlamda bir ilk gerçekleşiyor bu çalışmada, hanedan içinden birinin, Şehzade Selahattin Efendi’nin sesini duyuyoruz. Bu hakikaten Türkiye’de çok nadiren bulunabilen türden bir malzeme. Üstelik bölük pörçük de değil, seri halinde yazılmış hatırat ve günlük. Selahattin Efendi’nin 10 deftere sığdırdığı hatıratıyla dört seneye yakın bir dönemi kapsayan günlüğü. Bu sayede o sesi bayağı duyabiliyorsunuz; bu da çok önemli bir şey. Üstelik benim açımdan o “usual suspect” dediklerimin dışında birisi. İktidarda olan, zaten güçlü olan, zaten bir ideolojik amacı, ya da siyasi emeli olan bir kişi değil. Bununla ideolojik ve siyasi bakış açısı yok demek istemiyorum. Ama kaybedenler tarafında. Daha alelade diyebileceğimiz biri. Bir entelektüel değil. Büyük ölçüde kendi kendini yetiştirmiş ve dolayısıyla bizim yine o çok fazla bekleneni veren kaynaklardan farklı olarak çok daha insani bir boyutu, çok daha vasat, alelade, olağan, günlük bir sesi veren bir kaynak. Demiyorum ki bir köylü, veya bir işçinin sesi, veya bir kadının sesi. Hâlâ kadınların seslerine ulaşamıyoruz, veya çok zor ulaşıyoruz; o konuda ciddi problemler var. Selahattin Efendi elit diyebileceğimiz bir kesimin içinden çıkmış, eli kalem tutan, biraz mürekkep yalamış bir kişi, ama bir entelektüel, bir âlim olma iddiasında olmayan, siyasi bir kariyere sahip olmayan biri ve dolayısıyla
“Bu çalışmayla ilk kez hanedan içinden birinin, yaşadığı sıkıntılı dönemde tuttuğu notlarla sesini duyuyoruz.”
onun ağzından, çok daha olağan bir şey yakalayabiliyoruz. Bu olağanlık bence çok kıymetli. Burada olağanlığı kötüleyici, veya pejoratif bir manada kullanmıyorum. Olağanlık hayata, gerçeklere çok daha yakın. Olağanın dışına çıktığınızda yalan da artar, abartı da artar. Dolayısıyla olağanın size bir gerçeği, - gerçeğe ne kadar yaklaşılabilirse elbette - o dönemin bir lezzetini, tadını, zihniyetlerin bir fikrini verme ihtimali çok daha yüksek. Bu da buna imkân veren çok nadir, çok istisnai kaynaklardan biri.
Selahattin Efendi, babası iktidardan alınmış biri. Kendisi de babasıyla birlikte ve aile olarak tecrit edilmiş. Bu günlükler ve notlar. o ortamda yazdıklarından oluşuyor. Haksızlığa uğradığını düşünen ailenin bir ferdi ve bu bir miktar yazılarına da yansıyor. Selahattin Efendi’nin böyle bir günlük tutma ve değerlendirme yapma ihtiyacı nasıl doğmuş?
Birincisi; herhalde bu kadere, bu acıklı kadere maruz kalmasaydı büyük bir ihtimalle yazmazdı. Ailenin içinde, hanedan içinde böyle bir alışkanlık yok. Yazmasının arkasındaki başlıca saik, Türkiye’de hâlâ siyasetin en temel dayanaklarından biri olan mazlumiyet. Türkiye’de siyaset, adalet, zulüm, mazlumiyet, adillik vesaire üzerinden yapılıyor. Bu ciddi bir problem, ama bu büyük ölçüde Osmanlı geleneğinden devreden bir olgudur. Dolayısıyla birinci saik, siyasetin özellikle de bu mazlumiyetin vurgusudur. Babası haksızlığa uğramış; dolayısıyla elinden geldiğince o mazlumiyetin sesini duyurması gerekiyor. Onun için yazdıklarına “Sada-yı Mahpus” (Mahpusun Sesi) başlığını veriyor. Mahpusiyet, mazlumiyetin bir parçasıdır.
İkinci saik, gençlik ve modernlik merakıdır. Bu adamlar karşılarında 1840’lardan beri giderek artan bir şekilde Avrupa modelinin önerdiği bir modernliği görüyorlar. Bu modernliğin birçok veçhesini istiyorlar, kıskanıyorlar, edinmek istiyorlar. Bu modernlik, şahıs için en cazip şeylerden biri… Günlük bunun bir tezahürü niteliğinde. Amaç bir modern şahsiyet kazanmak, modern bir adam olmak. Bu da zevklerinizden, okuduklarınızdan, düşündüklerinizden, bir şeyleri anlamanızdan, lisan bilmenizden geçiyor. Bunun bir tezahürü, önemli bir tezahürü de günlük tutmak ve hatıra yazmaktır. Ne kadar basit de olsa felsefi düşüncelere dalmak; devamlı durumu düşünmek. Çünkü bu insanlar iki arada, bir deredeler. Bu özellikle de hanedan için geçerlidir, zira hanedan bu modernliği en zor yaşayan kesimdir. Çünkü bir taraftan kapalı bir kutu, dolayısıyla o modernliğin keyfini süremiyor, sokağa çıkamıyorlar. Modernliğe giderek kapılan bir Osmanlı elitine mensup bir gencin yapabildiklerinin birçoğunu yapamıyorlar. Avrupa’ya seyahat edemiyor, tiyatroya gidemiyorlar. Dolayısıyla hanedan mensubu olmaktan doğan bir mahrumiyet söz konusu. Buna eklenen bir de mahpusiyetten kaynaklanan bir mahrumiyet de mevcut. Bu da II. Abdülhamit döneminde gittikçe artıyor, zira padişah etrafında kuş uçurtmuyor. Dolayısıyla
hanedan mensupları garip bir duruma düşüyorlar. Biraz çelişki diyebileceğiniz bir şey. Hem devletin başında ve modernliğin kaynağında oldukları için değişimi ve yenilikleri görüyorlar, hem de aslında kapalı kutu içinde yaşıyorlar, belirli bir mahpusiyet içinde. Bir de geleneğin temsilcileri olmaları gerekiyor, kendilerinden beklenti bu. Örnek olarak tekeşliliği verebilirim. Elit mensuplarının büyük bir kısmı artık tekeşliliğe doğru giderken hanedan bunu yapamıyor. Yapamıyor, ama birçok açıdan buna imreniyorlar.
Biraz karikatür gibi olacak, ama Avrupa böyle harem fantezileri yaratırken, Osmanlı hanedan üyeleri de kendi kafalarında bir burjuva çifti mutluluğu, fantezisi yaratıyorlar. Çünkü bunları romanlarda okuyorlar. Mesela Selahattin Efendi bu tür birçok roman okuyor ve bunlara imreniyor, özeniyor. Ne kadar uygulayabiliyor tartışmalı. Ama en azından ortada çelişkili bir durum var: Bir taraftan modernliğin cazibesi, diğer taraftan geleneklerin temsilcisi ve geleneklerin içinde sıkışıp kalmanın verdiği, siyaseten mahpus olmanın yarattığı bir sınırlama.
Selahattin Efendi’nin 1876 öncesi günlüğü var mı?
Hayır, hapisle başlıyor. Zaten 1876 yılında daha 15 yaşında, ama daha öncesine ait bulabildiğim bazı mektupları var.
Bundan sonraki ciltte bunlardan örnekler olacak. Kesip yapıştırıyor, yorumluyor, vesaire… İlginçtir ki geriye dönük, adeta bir tarihçi gibi çalışıyor. Hakikaten metodik bir şekilde ve kendi gençliğinden, kendi çocukluğundan, veya çocukluğu sırasında annesinden ve babasından kalan birçok belgeyi bir “hatıra defteri” gibi kullandığı bir defterde topluyor. Onları yorumluyor, bir bağlama oturtuyor, vesaire… Bayağı bir tarihçi çalışması gerçekleştiriyor. Dokümanter bir çalışma yapıyor. Bu çok ilginçtir. Anlaşılıyor ki bir tarih mefhumu, bir tarih anlayışı var. Bu tarih mefhumunu günlüğün formatından da anlıyoruz, modernlik orada da var: Bir basılı kitap formatını taklit ediyor. Dipnot koyuyor, paragraf kullanıyor, bölümler var. Tam bir modernlik örneği... Unutmayalım ki Osmanlılar hâlâ o tarihlerde, doğru dürüst noktalama işaretleri kullanmıyorlardı. Paragraflar, listeleme; bütün bunlar modernlik unsurları, modernlikle gelen yenilikler. Bunları bir şekilde okuduğu kitaplardan, sayfalarını çevirdiği dergilerden görüyor. Bazı hocaları ona matematik, mantık vesaire öğretiyor. Birçoğunu belki tam anlamıyor. Birçoğunu da bir şekilde hazmedip günlüğüne yansıtıyor. Dolayısıyla böyle bir sistemi var Selahattin Efendi’nin. Bu sistem üç aşağı, beş yukarı modernlik normlarımın içine oturuyor.
Bir de başta bahsettiğimiz Murat-abdülhamit çekişmesi var, Habil ile Kabil misali, Cem ve Bayezit’e kadar giden kardeşler arası çekişme. Bir hanedanda kardeşlerin birbirine
“Şehzade Selahattin Efendi metodik bir dokümanter çalışma yapmış. O dönem için çok ilginç bir örnek.”
düşman olması kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü sistem birini başa getirip öbürünü itiyor. Sadece başa getirmemek değil; bir de böyle bir tecrit var, kafes var bir aralar, daha öncesinde öldürülme bile var. Dolayısıyla kardeşlerin birbirini ilk başlarda öldürmemeleri, sonralarda da öldürmek istememeleri gibi bir şey olamaz zaten. Ama buna bir de bu döneme mahsus olan yeni bir boyut katılıyor. O da siyasi bir boyut, özellikle 1876 darbesi neticesinde. Bir de Mithat Paşa’nın başı çektiği Yeni Osmanlıların getirdiği liberal, batıcı bir program ve buna karşı çıkan muhafazakâr bir muhalefet var. Sonradan Abdülhamit o muhalefeti bir şekilde iktidara getirecektir. Yani artık o rekabet çok ciddi bir siyasi boyut kazanıyor. Dolayısıyla Murat, liberallerin temsilcisi konumundadır. Aslında Murat’ın liberal olduğu tartışılabilir. Ama en azından Avrupa’ya yönelme, Avrupa’yla bir teşrik-i mesaiye girerek bu işleri götürmek niyetinde olduğu belli. Ayrıca Avrupa’da daha 1860’lardan itibaren, ama özellikle 1870’lerde, artık Abdülaziz’den yüz çevirme durumu da var. Bu nedenle hem Avrupa’da, hem içeride Murat parlamaya başlıyor.
Kitapta belirtmişsiniz, şehzadeliğinde mektubu var Fransa imparatoru III. Napoléon’a yazdığı. Sultan III. Selim’den başka böyle bir örnek de görmüyoruz.
Evet, o mektupta Murat, gayet naif bir şekilde, “Ben bu batı medeniyetine dahil olmak istiyorum. Eğer iktidara gelirsem, veya getirilirsem, ben bu batı medeniyetinin temsilcisi olarak, bunun mimarı olarak çalışacağım” türünden bir taahhüde giriyor. Masonluğu da bu nedenledir. Zira Masonluk 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında, özellikle siyasi muhalefetin mümkün olmadığı ortamlarda, bayağı liberal siyasetin, muhalefetin bir odak noktası oluyor. Dolayısıyla Murat da masonluğu bir siyasi araç ve siyasi tutum olarak görüyor. Diğer tarafta ise giderek sertleşen ve giderek Tanzimat’ın getirdiği her şeyi yavaş yavaş bertaraf eden bir II. Abdülhamit var. Böyle bir ikilemin, bu nefretin, ak ve kara, liberal ve muhafazakâr çatışmaya dönüşmemesi mümkün değil. Dolayısıyla bunun gerçeklik payı da var, abartısı da var. Her şeyde olduğu gibi. Onun için evet, bu da onun için önemli bir saik.
Dönemin tarihine bakacak olursak, kitapta 1876 için “annus horribilis” (korkunç yıl) tanımlaması yapıyorsunuz. Aslında 1876’dan sonra olacakların Dna’sının 1876’nın içinde olduğunu görüyoruz. Meşrutiyet’in ilanı var, askeri darbe var, tahttan indirme var. Retrospektif olarak 1908’den yani II. Meşrutiyet’in ilanından geri dönüp baktığımızda 1876 nasıl görünüyor?
“Annus horribilis”i iki şekilde anlayabilirsiniz. Bir, o senenin içinde yaşayanların gerçekten batıyoruz hissine kapılmaları. Bu his 1876’da hatta 1875’in sonundan itibaren büyük ölçüde var. Çünkü ekonomik bir kriz var, siyasi kriz var, sokaklar kaynıyor. Bir darbe yaşanıyor, bir padişah tahttan indiriliyor. Ondan sonra gelen padişah ise tutunamıyor. O da tahttan indiriliyor. Bir tane daha geliyor. Ayrıca Bulgar isyanı, Balkanlar ’daki harp durumu, Avrupa devletlerinin tekrar 1856’daki gibi bir dayatmaya yönelmeleri var. Neresinden baksanız her şey kaotik. Yeni para, kaime basılıyor. Ekonomik olarak, mali olarak, hayat tarzı olarak, siyasi olarak karanlık bir yıl. Bu bir.
İkincisi de dediğiniz gibi retrospektif olarak bir “korkunç yıl” meselesi var. Geriye baktığınızda, 1908’den, hatta bugünden geriye baktığınızda, 1876’nın başka manada bir annus horribilis olduğu da gerçek. Bununla 1876’nın çok kötü bir dönüm noktası olduğundan, ondan sonraki olayların artık müspet saydığınız, veya ümit ettiğiniz bir gidişattan çok farklı bir yere gitmesi ve bunun ilerisi üzerinde etkisi olmasından bahsediyorum. Bu benim giderek daha fazla inandığım bir şey. Aslında tabii bu tür genellemelere dikkat etmek lazımdır. Ama üç aşağı, beş yukarı II. Abdülhamit’in 1876-1878 arasında gerçekleştirdiği tasfiyeden sonra kurduğu otokrasisinin, istibdadının Osmanlı İmparatorluğu’nu ve Türkiye’yi bekleyen
en karanlık gidişatın ilk adımını oluşturduğu gerçeği var. Osmanlı ve Türk devletinin karanlık veçhesinin babası olarak II. Abdülhamit’i görüyorum. Çünkü eğer tarihimizde iki tane alternatiften, iki tane genel eğilimden bahsetmek mümkünse, bunların biri hukuk devleti temelli liberal olabilecek, ama liberal olmasa bile, tepeden inme olsa bile, ilerici diyebileceğiniz türden bir damardır. Bir de ikinci yolu oluşturan karanlık bir damar var. Yani otoriter, otokratik, tek kişi, veya bir gruba iktidar tekelini veren ve bu iktidarı elde tutmak için her şeyin mubah görüldüğü, dolayısıyla da devlet kurumlarının, yani bir hukuk devletinden beklediğiniz türden kurumların yıkıldığı, veya kenara itildiği bir gelenek var. Bunun her ikisinin de örneklerini Türkiye’de görmek mümkün. Ben nedense karanlık olanın daha baskın olduğunu ve günümüze kadar gelebildiğini düşünüyorum. Dolayısıyla bunun dönüm noktası nedir diye sorulduğunda bence cevabı Abdülhamit’tir. Bence diyorum; çünkü tabii ki bu tartışılır. Ama Abdülhamit’in yaptığı en kötü şeyin, Tanzimat elitinin, iyi kötü deneye yanıla, bocalayarak da olsa, tepeden inme bir şekilde de olsa kurmaya çalıştığı bürokratik hukuk devleti projesini yok ediyor. Dolayısıyla devlet denince, daha doğrusu hukuk devleti denince akla gelmesi gereken kurumları işlevsiz kılıyor.
Zaten devlet denince Türkiye’de akla gelen ilk kurumlar da aslında benim söylediğim hukuk devletinin temelindeki kurumlar değil. Mesela akla ilk gelen kurumlardan biri ordudur. Orduyu Abdülhamit tabii ki geliştiriyor, polisi de geliştiriyor. Diyebilirsiniz ki maarifi bile geliştiriyor. Ama bir devleti hukuk devleti yapan ve devleti tam da bu tür müstebit veya tekelci müdahalelerden koruyacak olan kurumlar hukuktur, anayasal düzendir, anayasa mahkemesi, şura-yı devlet, adını ne koyarsanız koyun, bunlardır. Yani bir şekilde devleti hükümetten ayıran ve hükümetin devletleşme hayallerine dur diyebilen kurumlar. Onlar ise Türkiye’de çok zayıf. O zaafı büyük ölçüde Abdülhamit’e borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Dolayısıyla bu şekilde düşünürseniz, 1876 krizi ve 1876 krizinin neticesinde Abdülhamit’in iktidara gelmesi, ardından da Kanun-ı Esasi’nin iki sene sonra askıya alınması bu dönemi çok karanlık yapmaktadır. Bu iki annus horribilis kavramı tabii ki aynı şey değil. Kendi içinden bakıp hakikaten o dönemi, o seneyi, o ayları yaşamış olan insanların hissettiği bir aciz, veya bir ümitsizlik başka, tarihçinin geriye bakıp “1876’da olanlar bu ülkenin kaderini çok olumsuz bir şekilde etkiledi” demesi başkadır.
“V. Murat’ın veliaht şehzadeyken
Fransa imparatoruna yazdığı mektup
1876’yı tarihin makas değiştirdiği bir an olarak değerlendirmek mümkün mü?
Evet. Gerçi hiçbir makasın nihai olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla Abdülhamit yaptı diye bunun tek yol olduğunu ve bunun takip eden 140 sene boyunca sadece bu yoldan gidilmek zorunda kalındığını da iddia etmiyorum. Dediğim gibi öbür yol da mevcut. Ama bu yolun baskın olması bir şekilde benim dikkatimi çekiyor. Dolayısıyla ister Abdülhamit’in Tanzimat’ı altüst etmeyi başarmış olması, ister 30 sene kadar o istibdadını sürdürmüş olmasının bıraktığı izin çok daha derin bir iz oluşturması, her ne ise... Ama eninde sonunda etkisinin kuvvetli olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla evet, tarihçi hiçbir zaman tarafsız değildir ve o anlamda Abdülhamit’e bir sorumluluk yüklüyorum. Abdülhamit’in kötü bir iz bıraktığını,
dolayısıyla Murat’ın, göremediysek bile, iyi bir alternatif olduğunu - zımnen, çünkü her ne kadar toparlanabileceğine inanmasam da - kabul ediyorum. Bu ikilemin aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin istikbali açısından biraz manidar bir ikilem olduğunu düşünüyorum.
Üç ayrı V. Murat dönemi görüyoruz. Bir şehzadeyken, bir kısa dönemli padişahlık süreci, bir de mahpusluk dönemi. Çalışmada doğal olarak padişahlık ve mahpusluk yaşamına odaklanılmış. Bir şahzade olarak Murat’ı biraz anlatmak gerekirse ne söylenebilir? Bu çok bilinen bir dönem değil çünkü.
Doğru, ama kolay da değil. Yani dediğim gibi hanedan bir tür kapalı kutu olduğu için ve biri iktidarda olduğunda onun alternatifi olabilecek, rakipleri olabilecek olanlar karanlıkta kaldığı için kaynak konusunda ciddi problemler var. Şehzade Murat’ın hayatını takip edebilmek çok zor. Veliaht olması bir bakıma daha da kötü. Çünkü Abdülaziz’in gözünün önünde hep veliaht; ağabeyi Abdülmecit’in en büyük oğlu olduğu için başından beri veliaht. Dolayısıyla Abdülaziz’in gözünde hep bir tehlike, bir tehdit oluşturuyor. Ancak dediğim gibi onun şehzadelik yaşamı hakkındaki kaynaklar sınırlı. Avrupa’daki liberallerin gözünde ideal bir prens. Kendini geliştirmeye çalışan, lisan bilen, Avrupa’ya hayran… Ancak bu tanımlama ne kadar gerçekti? Bazı açılardan gerçek olduğunu görüyoruz. Mesela III. Napoléon’a şehzadeliği döneminde yazdığı mektup basit veya masum bir mektup değil. Neden? Çünkü o mektupta bir tür siyasi yatırım ve destek arayışı var.
Onun dışında Murat’ın portresi dönemin meşhur L’illustration vesaire gibi resimli mecmualarında yayınlanıyor 1860’larda, özellikle de 1870’lerde. Komplo teorisi gibi olacak, ama tam da 1872’den sonra, yani masonluğa girmesinden sonra böyle genç, akıllı, Avrupai prens imajıyla gösterilmesi tahta hazırlık gibi gözüküyor. Dolayısıyla Abdülaziz aslında şüphelenmekte haksız da değil. Nihayetinde eşyanın tabiatında olan bir şey bu. Hele ki ülkede gittikçe artan bir memnuniyetsizlik ortamı düşünüldüğünde. Mali girdap var, her türlü problem var. Bunun dışında başka bir faktör de mevcut. Bu özellikle 19’uncu yüzyılda çok ortaya çıkıyor; o da hanedan içinde padişahların tahtın babadan oğula geçişine eğilim göstermeye başlamaları. Bu da tabii bir olgudur. Fransızlar deyimidir, “tabii olanı kovun dörtnala geri gelir” diye. Bu doğal bir şey. Çünkü kendi oğlunuz varken sizden sonra kuzeninizin, yeğeninizin, kardeşinizin tahta geçmesini istemiyorsunuz. Bu Abdülaziz’de çok net görülüyor. Bu nedenle de kendi oğlu Yusuf İzzettin Efendi el üstünde tutuluyor.
Çocukken orduya kaydettiriyor değil mi?.
Evet. Aynı şeyi Mısır’da da görüyoruz. Biliyoruz ki o amaçla Mısır valileri de kendilerinden sonra tahta oğullarının çıkmasını istiyorlar. Böyle bir eğilim var. Dolayısıyla bu gerilim içinde Veliaht Şehzade Murat’ın işinin zor olduğu kesin. Selahattin Efendi sayesinde, babasının şehzadeliği dönemine ait bazı mektuplar var elimizde. Selahattin Efendi’nin anılarında bir kenarda V. Murat var, bir kenarda kendisi. Bölük pörçük, ufak tefek şeylerden Murat portresi çizmek de bir dereceye kadar mümkün. Bu portrede kendine siyasi gelecek biçen, bu siyasi geleceğini modernite ve batı ile yakınlaşma içinde tasarlayan ve mümkün mertebe bu moderniteyi kendi ailesine, kendi özel yaşamına, çocuğuna verdiği eğitime yansıtmaya çalışan bir V. Murat görüyoruz. Dolayısıyla modern bir şehzade, batıcı ve batılı. Özellikle batıcı bir şehzade denebilir Murat için.
Yeni Osmanlılarla ilişkisi ve şehzadeyken borçlanması konularında ipuçları var mı hatıratta?
Parasını bence politik yatırım için kullanıyor. Bunlar belki ortaya çıkabilir. Ancak çalışmada bunun detayı yok.
bir siyasi yatırım ve destek arayışı.”
Şunu da unutmayalım: Selahattin Efendi babasını koruyor. Toz kondurmuyor pek.
Oğlunun tuttuğu günlükten haberi var mı V. Murat’ın?
Günlükten var mı bilmiyorum, ama hatırattan var. Bir defasında kendi eğitiminden bir örnek veriyor Selahattin Efendi hatıratta ve orada Voltaire’in adı geçiyor. Birdenbire sayfanın kenarında Murat’ın da kendi yazısıyla Voltaire’e dair bir anısını yazmış olduğunu görüyoruz. Bu demektir ki babasına götürmüş okutmuş Selahattin Efendi, dolayısıyla onun da haberi var. Ancak hatıratı V. Murat ne sıklıkta takip ediyor, bunu bilemiyorum.
Selahattin Efendi babasından çok bahsediyor, naklen anekdotlar veriyor. Dolayısıyla biraz babasının tarihçisi konumunda. Sekreteri, tarihçisi ve tabii avukatı. Avukatı, çünkü babasını korumak istiyor. Babasını korumasının birçok amacı var. Mesela babasının hiçbir zaman akli dengesini kaybettiğini kabullenmiyor. Başka şekillerde söylüyor. Halsizlik gibi kelimeler kullanıyor. Ancak alkolizm demiyor.
Rahatsızlık alkolizmle ilişkilendirilmiyor mu?
Bilmiyorum, ama benim hissim Murat’ın alkolün kolaylaştırdığı manik depresif türden bir rahatsızlığı olduğu. Dolayısıyla ruh sağlığının kırılgan olduğunu düşünüyorum. Özellikle amcası Abdülaziz’in ölümüyle birlikte bir buhrana, çok ciddi bir buhrana girdiği, katatonik bir hale girdiği anlaşılıyor. Annesinin – bu belge Osmanlı arşivinden çıktı – tuvaletini nasıl yaptığına kadar ayrıntılar içeren mektuplarından hareketle bir müddet hakikaten dünyadan koptuğunu, ama sonradan toparlandığını söyleyebiliriz. Ama bu, oradan çıkarılsaydı ve tahta oturtulsaydı gayet iyi olurdu demek değil.
Ayrıca alkolizmle ilgili rahatsızlık devam ediyor. Zaten onu Abdülhamit sağlıyor. Çünkü her şeyin azlığından veya yokluğundan şikâyet ederlerken bir tek alkol konusunda, konyak vesaire, şikâyetçi olmadıkları göze çarpıyor. Demek ki mahpus hayatında alkolden yana sıkıntı çekilmiyor.
Bir de şunu da söylemek lazım. Benim yaptığım iş belge tarihçiliği. Belge yayınlıyorum, ama yorumluyorum da. Ama bunlar benim yorumlarım. Bu malzemeyi bu şekilde verdikten sonra, hem tıpkıbasımı, hem de transkripsiyonuyla, isteyen bunu istediği şekilde kullanır. Bu önemli bence. Çünkü ben tabii ki her şeye dokunmayacağım. Mesela benim çok ilgilendiğim konulardan biri ortalama Osmanlıların imlası. Zaten bu aralar da çok moda oldu bunu tartışmak. Selahattin Efendi’nin imlası gayet iyi. Hatalar var, ama hataların gerçekten sistematik olmadığı dikkatimi çekti. Zaten kâtip elinden çıkmamış olan yazılarda çok hata
“V. Murat’ın Sultan Abdülaziz’in ölümüyle birlikte ciddi bir buhrana girdiği anlaşılıyor.”
yapılıyor o dönemde. Dolayısıyla Osmanlı eğitim seviyesi analiz edilebilir bu açıdan. Günlükten meteoroloji tarihi de çıkarılabilir. Çünkü her gün havadan bahsediyor Selahattin Efendi. Lodos mu esiyor, poyraz mı esiyor? Hepsini yazıyor.
Bu anlamda günlük her türlü kullanıma açık. Dolayısıyla o iki kademeyi özellikle vurgulamak isterim. Bu işin asıl önemi ilk aşamada belgeyi yayınlamaktır. Belgeyi ham olarak da, yorumlu olarak da ortaya, kamuya açıklamaktır. Dolayısıyla bu iş daha bitmedi. Ben kendime göre, benim önemli bulduğum, benim ilginç bulduğum konuların üzerinde duruyorum sadece… Malzeme tüm tarihçilere ve tüm disiplinlere açık.
Sultan V. Murat’ın tedavisinden de konuşmak gerek, ilaç tedavisi, spritizma tedavisi ve de üfürükçülerin ilaçları anlamında. Ayrıca doktorların raporları kaleme alma biçimi de çok ilginç. Bir kısmı hastayı görmüş, bir kısmı ise görmeden rapor yazmış.
Birincisi tıp tarihi denen bir şey var. Bu herkesin harcı olmamakla beraber çok önemli bir disiplin. Osmanlı İmparatorluğu’nda 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında tıpta ilerlemeler kaydediliyor, ama ilerlemenin de ciddi problemleri var. Maalesef bu konularda yazılmış çok az şey var. Bu çerçevede V. Murat vakası medikal anlamda çok iyi belgelendiği için üzerinde tıp tarihçileri kolaylıkla çalışabilir. Burada o kadar çok malzeme var ki… Buna Selahattin Efendi’nin günlükteki tespitlerini, Şevkefza Valide Sultan’ın üfürükçülerle yazışmalarını da eklemeliyiz. Burada bir tıp tarihçisi isterse sanıyorum bir vaka analizi üzerinden çalışma yapabilir. Bundan hem Murat’ın sorununun ne olduğu ortaya çıkabilir, hem de belki daha da önemlisi Osmanlı tıp tarihine bir katkı oluşabilir.
Spritizmayla ilintisi de çok ilginç.
Spiritizmayı tesadüfen buldum, Osmanlı arşivlerinden çıkan bir fotoğraf sayesinde. Orada bambaşka bir hikâye çıkıyor karşımıza. Son derecede ilginç şeyler. Bu çorap söküğü metaforudur, yani bir sürü yerden bu tür ipuçları, takip ettiğiniz takdirde bambaşka bir hikâyeye doğru gitme imkânınız ortaya çıkıyor.
Örneğin Teodor Kasap’ın o karikatürü. Alandaki en büyük problemlerden biri budur: Siz o dönemin malzemesine baktığınızda, gazetelerine ve özellikle karikatürlü mecmualarına, bu karikatürleri anlamak çok zor olabiliyor. Çünkü karikatürler belirli bir bağlamda çizilmiş olduğu gibi, sansürden dolayı bazı mesajlar çok dolaylı yoldan da verilebiliyor. Aslında anlattıkları şeyi o dönemin insanları biliyorlar pekâlâ, ama biz bugün hiçbir şey anlamıyoruz. Dolayısıyla ben kırk yıl düşünsem Teodor Kasap’ın o karikatürünü Murat’la bağlantılandıramazdım. Bu konuda bana Scalieri yol gösterdi. Oradan da çorap söküğü gibi gitti. Olayın kendisinin ne kadar önemli olduğu tabii ki tartışılır. Ama bu tarih dediğiniz olgunun ne kadar bağlamına bağlı olduğunu ve dolayısıyla birçok şeyin aslında tarihçi için, ya da bunu yıllar, yüzyıllar sonra okuyan için, anlamanın neredeyse veya bazen tamamen imkânsız olduğunu gösteriyor. Bunun başka örnekleri ileride önümüze gelecektir.
Yabancı elçiliklerinin tabiplerinin raporları konusunda ne denilebilir? Niçin böyle bir yola başvuruluyor?
Çünkü artık 1856’dan sonra Osmanlı İmparatorluğu belirli bir vesayet altında. O vesayet de Avrupa’nın vesayeti. Dolayısıyla hem vesayet altında, hem de kötü bir şöhreti var. Hele hele iktidardan düşen bir padişah, veya kafeste tutulan bir şehzadeyle ilgili zaten oryantalizmin beslediği, dehlizlerde çürütüldüklerine ilişkin olumsuz bir imaj var. Dolayısıyla Avrupa’ya karşı, yani vasilerine karşı, kamuoyuna karşı devamlı her şeyi düzgün yaptıklarını göstermeye çalışıyorlar. Örneğin en korkunç, haksız mahkeme olan 1881 Yıldız mahkemesinde bile duruşmalar Avrupa basını ve sefaret erkânını çağırarak yapılıyor. Hep şahit önünde yapılmaya çalışılıyor bu tür şeyler. Bu Türkiye’nin kaderi bir bakıma. Çünkü kimse güvenmiyor. Güvenmemekte de genellikle haklılar.
1876 için ilk modern darbe tanımı yapılıyor, katılıyor musunuz?
Dikkat etmek lazım. Çünkü Türkiye’de darbe de
nince meşru, şu veya bu şekilde bir seçim yoluyla gelmiş bir iktidarın devrilmesini anlamamız lazım. Hiçbir anayasal düzene dayanmayan bir padişahın, sadece veliaht olduğu için tahta gelmiş birinin tahttan indirilmesi daha önceki yeniçeri isyanlarına daha yakındır. Dolayısıyla ilk modern darbe derken bunun modernliği darbenin kendisinden çok darbeyi yapanlarda var, modern bir ordu ve modern bir programla geldikleri için. Ama aslında darbenin kendisi o manada kullanılmamalı. Çünkü çok daha geleneksel. Bu zaten Türkiye’de tarihçiliğin en büyük problemi. Derme çatma bir bilgiyle ve eninde sonunda, siyasi veya ideolojik bir saikle bir şeyler ortaya atılıyor ondan sonra onun üzerine laf üretiliyor.
V. Murat’ın masonluğu Abdülhamit’in çevresi tarafından bir negatif unsur olarak kabul ediliyor. Bugünkü Türkiye’de bile masonluk “öteki”nin içinde. Şehzade Murat açısından bakıldığında, 1872’de, yani iki yıl önce Prusya’ya yenilmiş Fransa’ya bağlı bir locada masonluğa adım atmak yanlış bir seçimdir denilebilir mi?
Sanıyorum ki orada çok fazla seçici olmak durumunda değildi. Çünkü her şeyden önce etrafındaki insanlar bu locaya bağlı insanlardı, Zoğrafos’lar gibi. Ayrıca o tarihlerde, 1860’larda, 1870’lerde unutmayın ki Fransa görünürlük anlamında çok daha ortadaydı. Eğer İngiltere Mustafa Reşit Paşa’nın hamisi idiyse, Ali ve Fuat paşalar Fransa’ya daha yakındılar. Dolayısıyla 1870’lerde, Prusya karşısındaki hezimetine rağmen Fransa hâlâ önemli bir referans noktasıydı. Tam izah edememekle beraber, galiba teklifin geldiği yere de cevap verdi.
Dolayısıyla önünde iki ihtimal olup da “ben Fransız locasına gireceğim, İngiliz locasına değil” gibi bir seçeneğinin olduğunu zannetmiyorum. Bir de önünde sonunda masonluğun en büyük iddialarından biri ulusal olmamak, uluslarüstü veya ötesi olmak. Bence masonluğu bir medeniyet, bir modernlik sembolü, bağlantısı ve ahdi olarak değerlendirdiğini ve tabii ki siyasi kariyerine bir artı olarak geçeceğini düşündüğünü varsayıyorum. Ama maalesef bu konuda çok fazla bilgimiz yok. En azından şimdilik yok.
Şehzade Murat Efendi’nin mason olduğu Proodos Locası, yoğun olarak Yeni Osmanlıların üye olduğu bir loca olarak biliniyor, Namık Kemal, Ziya Bey gibi.
Evet. Proodos’ta ayrıca kendi çevresinden mabeyincisi de var. Problem şu ki bazı localar belirli dini veya etnik unsurlar üzerinden başkalarını dışlıyordu. Ayrıca Müslüman loca da yok. Yani “Türk” diyebileceğiniz bir loca yok. Dolayısıyla Müslüman Osmanlılar ister istemez Ermenilerin Ser, veya Rumların Proodos locasında mason oluyorlar. Ancak Proodos’un da galiba Scalieri’nin becerisi olarak Osmanlı’nın tüm milletlerine açılma gayreti içinde olduğu anlaşılıyor. Kendini bir Rum locası olarak değil de, bir Osmanlı locası olarak tanımlama gayreti var. Dolayısıyla daha cazip geliyor.
Siz Grand Orient de France arşivinde çalıştınız. Grand Orient de France’ın yöneticilerinin, V. Murat mahpusken “İstanbul’da bizim bir kardeşimiz vardı, onun peşine düşelim” gibi bir düşünceleri oluyor mu?
Oluyor, sözüm ona. Bu gerçekte doğru olmayabilir, ama şu prensip de doğrudur. Şayia dediğiniz şeyler, ateş olmayan yerden çıkmaz, mutlaka bir şeyler vardır. Kimse Murat’ı kurtarmak türünden radikal bir çözümü göze almıyor. Değeceğini de düşünmüyorlar bence. Abdülhamit’i bir şekilde darbeyle indirmek gerçekçi değil. Dolayısıyla kimsenin böyle bir niyeti yok. Bu işi düşününler sadece Scalieri gibi hayalperestler. Onlarda daha duygusal bir boyut mevcut.
Yıldız Mahkemesi önemli bir kırılma anı. Bu duruşma öncesinde bazı insanlara işkence yapıldığı ve bunun sonucunda bazı itiraflar imzalatıldığı anlaşılıyor. Abdülaziz’in ölümünden beş yıl sonra açılmasıyla, gerçeklerle uyuşmayan iddianamesiyle, bazı insanların kriminalize edilmesi, kısaca pek çok yönüyle Yıldız Mahkemesi yeni bir geleneğin başlangıcı sayılabilir mi?
O bakımdan evet. 1881 Yıldız Mahkemesi siyasi amaçlı geriye dönük bir dava olarak bir ilk. Yani daha önce Kuleli davası vesaire var, ama bunlar aynı dönemde ve olayların üzerine yapılan muhakemeler. Dolayısıyla orada da tazyik falan olsa bile, geriye dönük tarihi değiştirmeye çalışan bir süreç değil. Yıldız Mahkemesi bu anlamda Türkiye’nin ileride göreceği türden davaların ilk örneği.
Yıldız mahkemesi hangi örneklere benziyor? İzmir suikastı davası sayılabilir mi örneğin?
Tabii ya da Ergenekon davaları. Yani belirli bir siyasi amaca yönelik, tarihi, vesikaları veya sorguları tahvil eden düzmece bir mahkeme.
Kitapta V. Murat ile mektuplaşmalarına yer verilen Cléanthi Scalieri çok ilginç bir profil. Sanki V. Murat’ı Çırağan’da mahpusken bütün dünya unutmuş, bir o unutmamış gibi. Bir de tabii Nakşifend Kalfa.
Evet Nakşifend Kalfa özellikle çok ilginç. Scalieri de çok ilginç. Yarı deli bile denebilir. Scalieri’nin dördüncü kuşaktan bir torunu bana yazdı geçenlerde; o da araştırıyor ailesini. Ama maalesef çok fazla bir şey bulmak mümkün gözükmüyor.
Scalieri gibi başka biri var mı V. Murat için kendini feda etmiş?
Aziz Bey ve arkadaşları var, bir de Ali Suavi var.
Evrakı 25 yıl önce teslim almışsınız ve araştırma yaparken çok meşakkatli bir yol seçmişsiniz. Belki de bu bir gereklilik. Araştırma yaparken nasıl bir yol haritası izlediniz?
İlk aşamada yaptığım transkripsiyondu. Ayrıca çalışmanın formatı konusunda ciddi bir problem vardı. Benim şu an yürüttüğüm bir sürü projem var, fakat hiçbiri bunun kadar hacimli değil. Hatta bunun kadar heyecan verici de değil. Sonunda bir şekilde en uygun formatı yakaladığımı sanıyorum. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları benim istediğim en önemli şartları yerine getirdi. Nedir o? Olduğu gibi tıpkıbasım ve transkripsiyonun da olduğu gibi verilmesi, sadeleştirme vesaire olmaması. Bunu da bir sözlükle takviye etmek gerekiyordu. Bu titiz bir tarihçinin istediği bir format oldu. Böylece “ben bunun aslını görmek istiyorum” diyecek okura tıpkıbasım sayesinde bunu da sunuyoruz. Dolayısıyla hem obsesif-kompülsif, takıntı derecesinde meraklı okura sesleniyoruz, hem de “ben tarih kısmını okuyayım” diyene. Bu format oturduktan sonra bunun devamını artık çok rahat görebiliyorum. Mesele ikinci cilt bu defterin ikinci yarısı olacak. Selahattin Efendi’nin “Mukayyet” olarak adlandırdığı bölümü yayınlayacağız. Bu bölümde aldığı mektuplar, toparladığı belgeler, anekdotlar var. Gayet canlı bir şey. Böyle böyle sürüp gidecek