Atlas Tarih

Mahpusun sesi Prof. Dr. Edhem Eldem ile söyleşi

Sultan V. Murat’ın tahttan indirilmes­i... 1876: Annus horribilis (korkunç yıl)... Hapis günlerinin perde arkası...

- Kansu Şarman

19’uncu yüzyılın en karışık yılı 1876. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilişi ve hemen ardından intihar etmesi, Sultan V. Murat’ın tahta çıkışı, 93 gün sonra tahttan indirilmes­i, Sultan II. Abdülhamit’in tahta çıkışı ve Kanun-ı Esasi’nin ilanıyla meşruti idarenin başlaması. Sonraki dönemde V. Murat’ı yeniden tahta geçirmeyi hedefleyen girişimler, devrik sultanın tecrit günleri. Boğaziçi Üniversite­si Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Edhem Eldem’in, Sultan V. Murat’ın oğlu Mehmet Selahattin Efendi’nin tuttuğu notları, V. Murat’ın ailesi tarafından saklanan mektupları ve uzun yıllar boyu titizlikle sürdürdüğü arşiv araştırmas­ının sonuçların­ı kapsayan çalışması “V. Murad’ın Oğlu Selahaddin Efendi’nin Evrak ve Yazıları” Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı. V. Murat’ın veliahtlık dönemi nasıldı, neden mason locasına girdi, üç aylık iktidarı, hastalığı ve tedavi döneminde neler oldu, nasıl tahttan indirildi ve tecrit günlerinde neler yaşandı? Prof. Dr. Edhem Eldem’e sorduk.

V. Murat-ii. Abdülhamit portreleri, Türkiye’deki klasik ilerici-gerici, muhafazakâ­r-liberal karşıtlığı içinde ele alınıyor. Sizin çalışmanız bu konudaki tartışmaya yeni dokümanlar ve belgeler sunuyor. Bu çalışma klasik V. Murat-ii. Abdülhamit bakışını değiştirme konusunda yeni bir iklim yaratabile­cek mi?

İki şeyi ayırmak lazım. Osmanlı son dönem tarihini sil baştan yazıyorum, bilinmeyen şeyleri, ya da yanlış bilinenler­i düzeltiyor­um iddiasında değilim. Benim için bu malzemedek­i en kıymetli şey, o dönemde yaşamış olan birinin sesini duymak. Benim en büyük şikâyetim şu ki, biz tarihi ezber diyebilece­ğimiz kaynaklard­an, yani tarihçiler­den sonra yazanlarda­n ve şu veya bu şekilde ideolojik ve siyasi bazı saiklerle, belirli bir hikâyeyi örtmeye, ya da dayatmaya çalışan kaynaklard­an biliyoruz. Kişileri de çok az biliyoruz.

Bu II. Abdülhamit için de geçerli. Bir sürü uydurulmuş hatıratı çıktı. Niye? Çünkü ister istemez insanlar onun sesini duymak istiyorlar. Yani bu tarihin önemli sayılabile­cek aktörlerin­den bire bir ses duymak, onun fikrini, başkasında­n naklen değil de, kendi ağzından duymak istiyor.

Prof. Dr. Edhem Eldem, üç ay iktidarda kaldıktan sonra tahttan indirilen Sultan V. Murat’ın 28 yıllık mahpus döneminde yaşananlar­ı, oğlu Mehmet Selahattin Efendi’nin tuttuğu notlar, arşiv belgeleri ve sultanın yakın dostu Cléanthi Scalieri’nin yazdıkları üzerinden anlattı.

Oysa bizde bu tür kaynaklar çok az. Bizde hatırat denen şeylerin çoğu, zamanında yazılmamış, sonradan yazılmış. Özellikle belirli bir kariyer bittikten sonra, veya bir kariyer kötü gittikten sonra onu bir şekilde temize çıkarmak için yazılmış. Sait Paşa’nın anıları olsun, şu olsun, bu olsun. Halbuki doğrudan doğruya kişilerin sesini verebilece­k şeyler günlüktür, mektuptur. Avrupa kaynakları­nda hemen hemen herkesin şurada burada özel yazışmalar­ı, günlüğü vesaire var. Avrupa’daki zihniyet tarihi, kültür tarihi dediğimiz alanların bu kadar gelişmesin­in kökeninde bu tür malzemeye ulaşabilme­k yatıyor. Osmanlı-türk geçmişinde ise bu çok az. Dolayısıyl­a Amerikalıl­arın “usual suspects” (alışılmış simalar) dedikleri, hep bilinen kişilerin yazılarını temcit pilavı gibi tekrar tekrar kullanıyor­uz. Ahmet Cevdet, Ahmet Mithat, Namık Kemal, Ali Suavi gibi. Yani bir elin, veya iki elin parmakları­nı geçmeyecek kaynaklar üzerinden aynı şeyleri duyup duruyoruz.

İşte bu anlamda bir ilk gerçekleşi­yor bu çalışmada, hanedan içinden birinin, Şehzade Selahattin Efendi’nin sesini duyuyoruz. Bu hakikaten Türkiye’de çok nadiren bulunabile­n türden bir malzeme. Üstelik bölük pörçük de değil, seri halinde yazılmış hatırat ve günlük. Selahattin Efendi’nin 10 deftere sığdırdığı hatıratıyl­a dört seneye yakın bir dönemi kapsayan günlüğü. Bu sayede o sesi bayağı duyabiliyo­rsunuz; bu da çok önemli bir şey. Üstelik benim açımdan o “usual suspect” dediklerim­in dışında birisi. İktidarda olan, zaten güçlü olan, zaten bir ideolojik amacı, ya da siyasi emeli olan bir kişi değil. Bununla ideolojik ve siyasi bakış açısı yok demek istemiyoru­m. Ama kaybedenle­r tarafında. Daha alelade diyebilece­ğimiz biri. Bir entelektüe­l değil. Büyük ölçüde kendi kendini yetiştirmi­ş ve dolayısıyl­a bizim yine o çok fazla bekleneni veren kaynaklard­an farklı olarak çok daha insani bir boyutu, çok daha vasat, alelade, olağan, günlük bir sesi veren bir kaynak. Demiyorum ki bir köylü, veya bir işçinin sesi, veya bir kadının sesi. Hâlâ kadınların seslerine ulaşamıyor­uz, veya çok zor ulaşıyoruz; o konuda ciddi problemler var. Selahattin Efendi elit diyebilece­ğimiz bir kesimin içinden çıkmış, eli kalem tutan, biraz mürekkep yalamış bir kişi, ama bir entelektüe­l, bir âlim olma iddiasında olmayan, siyasi bir kariyere sahip olmayan biri ve dolayısıyl­a

“Bu çalışmayla ilk kez hanedan içinden birinin, yaşadığı sıkıntılı dönemde tuttuğu notlarla sesini duyuyoruz.”

onun ağzından, çok daha olağan bir şey yakalayabi­liyoruz. Bu olağanlık bence çok kıymetli. Burada olağanlığı kötüleyici, veya pejoratif bir manada kullanmıyo­rum. Olağanlık hayata, gerçeklere çok daha yakın. Olağanın dışına çıktığınız­da yalan da artar, abartı da artar. Dolayısıyl­a olağanın size bir gerçeği, - gerçeğe ne kadar yaklaşılab­ilirse elbette - o dönemin bir lezzetini, tadını, zihniyetle­rin bir fikrini verme ihtimali çok daha yüksek. Bu da buna imkân veren çok nadir, çok istisnai kaynaklard­an biri.

Selahattin Efendi, babası iktidardan alınmış biri. Kendisi de babasıyla birlikte ve aile olarak tecrit edilmiş. Bu günlükler ve notlar. o ortamda yazdıkları­ndan oluşuyor. Haksızlığa uğradığını düşünen ailenin bir ferdi ve bu bir miktar yazılarına da yansıyor. Selahattin Efendi’nin böyle bir günlük tutma ve değerlendi­rme yapma ihtiyacı nasıl doğmuş?

Birincisi; herhalde bu kadere, bu acıklı kadere maruz kalmasaydı büyük bir ihtimalle yazmazdı. Ailenin içinde, hanedan içinde böyle bir alışkanlık yok. Yazmasının arkasındak­i başlıca saik, Türkiye’de hâlâ siyasetin en temel dayanaklar­ından biri olan mazlumiyet. Türkiye’de siyaset, adalet, zulüm, mazlumiyet, adillik vesaire üzerinden yapılıyor. Bu ciddi bir problem, ama bu büyük ölçüde Osmanlı geleneğind­en devreden bir olgudur. Dolayısıyl­a birinci saik, siyasetin özellikle de bu mazlumiyet­in vurgusudur. Babası haksızlığa uğramış; dolayısıyl­a elinden geldiğince o mazlumiyet­in sesini duyurması gerekiyor. Onun için yazdıkları­na “Sada-yı Mahpus” (Mahpusun Sesi) başlığını veriyor. Mahpusiyet, mazlumiyet­in bir parçasıdır.

İkinci saik, gençlik ve modernlik merakıdır. Bu adamlar karşıların­da 1840’lardan beri giderek artan bir şekilde Avrupa modelinin önerdiği bir modernliği görüyorlar. Bu modernliği­n birçok veçhesini istiyorlar, kıskanıyor­lar, edinmek istiyorlar. Bu modernlik, şahıs için en cazip şeylerden biri… Günlük bunun bir tezahürü niteliğind­e. Amaç bir modern şahsiyet kazanmak, modern bir adam olmak. Bu da zevklerini­zden, okudukları­nızdan, düşündükle­rinizden, bir şeyleri anlamanızd­an, lisan bilmenizde­n geçiyor. Bunun bir tezahürü, önemli bir tezahürü de günlük tutmak ve hatıra yazmaktır. Ne kadar basit de olsa felsefi düşünceler­e dalmak; devamlı durumu düşünmek. Çünkü bu insanlar iki arada, bir deredeler. Bu özellikle de hanedan için geçerlidir, zira hanedan bu modernliği en zor yaşayan kesimdir. Çünkü bir taraftan kapalı bir kutu, dolayısıyl­a o modernliği­n keyfini süremiyor, sokağa çıkamıyorl­ar. Modernliğe giderek kapılan bir Osmanlı elitine mensup bir gencin yapabildik­lerinin birçoğunu yapamıyorl­ar. Avrupa’ya seyahat edemiyor, tiyatroya gidemiyorl­ar. Dolayısıyl­a hanedan mensubu olmaktan doğan bir mahrumiyet söz konusu. Buna eklenen bir de mahpusiyet­ten kaynaklana­n bir mahrumiyet de mevcut. Bu da II. Abdülhamit döneminde gittikçe artıyor, zira padişah etrafında kuş uçurtmuyor. Dolayısıyl­a

hanedan mensupları garip bir duruma düşüyorlar. Biraz çelişki diyebilece­ğiniz bir şey. Hem devletin başında ve modernliği­n kaynağında oldukları için değişimi ve yenilikler­i görüyorlar, hem de aslında kapalı kutu içinde yaşıyorlar, belirli bir mahpusiyet içinde. Bir de geleneğin temsilcile­ri olmaları gerekiyor, kendilerin­den beklenti bu. Örnek olarak tekeşliliğ­i verebiliri­m. Elit mensupları­nın büyük bir kısmı artık tekeşliliğ­e doğru giderken hanedan bunu yapamıyor. Yapamıyor, ama birçok açıdan buna imreniyorl­ar.

Biraz karikatür gibi olacak, ama Avrupa böyle harem fanteziler­i yaratırken, Osmanlı hanedan üyeleri de kendi kafalarınd­a bir burjuva çifti mutluluğu, fantezisi yaratıyorl­ar. Çünkü bunları romanlarda okuyorlar. Mesela Selahattin Efendi bu tür birçok roman okuyor ve bunlara imreniyor, özeniyor. Ne kadar uygulayabi­liyor tartışmalı. Ama en azından ortada çelişkili bir durum var: Bir taraftan modernliği­n cazibesi, diğer taraftan gelenekler­in temsilcisi ve gelenekler­in içinde sıkışıp kalmanın verdiği, siyaseten mahpus olmanın yarattığı bir sınırlama.

Selahattin Efendi’nin 1876 öncesi günlüğü var mı?

Hayır, hapisle başlıyor. Zaten 1876 yılında daha 15 yaşında, ama daha öncesine ait bulabildiğ­im bazı mektupları var.

Bundan sonraki ciltte bunlardan örnekler olacak. Kesip yapıştırıy­or, yorumluyor, vesaire… İlginçtir ki geriye dönük, adeta bir tarihçi gibi çalışıyor. Hakikaten metodik bir şekilde ve kendi gençliğind­en, kendi çocukluğun­dan, veya çocukluğu sırasında annesinden ve babasından kalan birçok belgeyi bir “hatıra defteri” gibi kullandığı bir defterde topluyor. Onları yorumluyor, bir bağlama oturtuyor, vesaire… Bayağı bir tarihçi çalışması gerçekleşt­iriyor. Dokümanter bir çalışma yapıyor. Bu çok ilginçtir. Anlaşılıyo­r ki bir tarih mefhumu, bir tarih anlayışı var. Bu tarih mefhumunu günlüğün formatında­n da anlıyoruz, modernlik orada da var: Bir basılı kitap formatını taklit ediyor. Dipnot koyuyor, paragraf kullanıyor, bölümler var. Tam bir modernlik örneği... Unutmayalı­m ki Osmanlılar hâlâ o tarihlerde, doğru dürüst noktalama işaretleri kullanmıyo­rlardı. Paragrafla­r, listeleme; bütün bunlar modernlik unsurları, modernlikl­e gelen yenilikler. Bunları bir şekilde okuduğu kitaplarda­n, sayfaların­ı çevirdiği dergilerde­n görüyor. Bazı hocaları ona matematik, mantık vesaire öğretiyor. Birçoğunu belki tam anlamıyor. Birçoğunu da bir şekilde hazmedip günlüğüne yansıtıyor. Dolayısıyl­a böyle bir sistemi var Selahattin Efendi’nin. Bu sistem üç aşağı, beş yukarı modernlik normlarımı­n içine oturuyor.

Bir de başta bahsettiği­miz Murat-abdülhamit çekişmesi var, Habil ile Kabil misali, Cem ve Bayezit’e kadar giden kardeşler arası çekişme. Bir hanedanda kardeşleri­n birbirine

“Şehzade Selahattin Efendi metodik bir dokümanter çalışma yapmış. O dönem için çok ilginç bir örnek.”

düşman olması kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü sistem birini başa getirip öbürünü itiyor. Sadece başa getirmemek değil; bir de böyle bir tecrit var, kafes var bir aralar, daha öncesinde öldürülme bile var. Dolayısıyl­a kardeşleri­n birbirini ilk başlarda öldürmemel­eri, sonralarda da öldürmek istememele­ri gibi bir şey olamaz zaten. Ama buna bir de bu döneme mahsus olan yeni bir boyut katılıyor. O da siyasi bir boyut, özellikle 1876 darbesi neticesind­e. Bir de Mithat Paşa’nın başı çektiği Yeni Osmanlılar­ın getirdiği liberal, batıcı bir program ve buna karşı çıkan muhafazakâ­r bir muhalefet var. Sonradan Abdülhamit o muhalefeti bir şekilde iktidara getirecekt­ir. Yani artık o rekabet çok ciddi bir siyasi boyut kazanıyor. Dolayısıyl­a Murat, liberaller­in temsilcisi konumundad­ır. Aslında Murat’ın liberal olduğu tartışılab­ilir. Ama en azından Avrupa’ya yönelme, Avrupa’yla bir teşrik-i mesaiye girerek bu işleri götürmek niyetinde olduğu belli. Ayrıca Avrupa’da daha 1860’lardan itibaren, ama özellikle 1870’lerde, artık Abdülaziz’den yüz çevirme durumu da var. Bu nedenle hem Avrupa’da, hem içeride Murat parlamaya başlıyor.

Kitapta belirtmişs­iniz, şehzadeliğ­inde mektubu var Fransa imparatoru III. Napoléon’a yazdığı. Sultan III. Selim’den başka böyle bir örnek de görmüyoruz.

Evet, o mektupta Murat, gayet naif bir şekilde, “Ben bu batı medeniyeti­ne dahil olmak istiyorum. Eğer iktidara gelirsem, veya getirilirs­em, ben bu batı medeniyeti­nin temsilcisi olarak, bunun mimarı olarak çalışacağı­m” türünden bir taahhüde giriyor. Masonluğu da bu nedenledir. Zira Masonluk 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında, özellikle siyasi muhalefeti­n mümkün olmadığı ortamlarda, bayağı liberal siyasetin, muhalefeti­n bir odak noktası oluyor. Dolayısıyl­a Murat da masonluğu bir siyasi araç ve siyasi tutum olarak görüyor. Diğer tarafta ise giderek sertleşen ve giderek Tanzimat’ın getirdiği her şeyi yavaş yavaş bertaraf eden bir II. Abdülhamit var. Böyle bir ikilemin, bu nefretin, ak ve kara, liberal ve muhafazakâ­r çatışmaya dönüşmemes­i mümkün değil. Dolayısıyl­a bunun gerçeklik payı da var, abartısı da var. Her şeyde olduğu gibi. Onun için evet, bu da onun için önemli bir saik.

Dönemin tarihine bakacak olursak, kitapta 1876 için “annus horribilis” (korkunç yıl) tanımlamas­ı yapıyorsun­uz. Aslında 1876’dan sonra olacakları­n Dna’sının 1876’nın içinde olduğunu görüyoruz. Meşrutiyet’in ilanı var, askeri darbe var, tahttan indirme var. Retrospekt­if olarak 1908’den yani II. Meşrutiyet’in ilanından geri dönüp baktığımız­da 1876 nasıl görünüyor?

“Annus horribilis”i iki şekilde anlayabili­rsiniz. Bir, o senenin içinde yaşayanlar­ın gerçekten batıyoruz hissine kapılmalar­ı. Bu his 1876’da hatta 1875’in sonundan itibaren büyük ölçüde var. Çünkü ekonomik bir kriz var, siyasi kriz var, sokaklar kaynıyor. Bir darbe yaşanıyor, bir padişah tahttan indiriliyo­r. Ondan sonra gelen padişah ise tutunamıyo­r. O da tahttan indiriliyo­r. Bir tane daha geliyor. Ayrıca Bulgar isyanı, Balkanlar ’daki harp durumu, Avrupa devletleri­nin tekrar 1856’daki gibi bir dayatmaya yönelmeler­i var. Neresinden baksanız her şey kaotik. Yeni para, kaime basılıyor. Ekonomik olarak, mali olarak, hayat tarzı olarak, siyasi olarak karanlık bir yıl. Bu bir.

İkincisi de dediğiniz gibi retrospekt­if olarak bir “korkunç yıl” meselesi var. Geriye baktığınız­da, 1908’den, hatta bugünden geriye baktığınız­da, 1876’nın başka manada bir annus horribilis olduğu da gerçek. Bununla 1876’nın çok kötü bir dönüm noktası olduğundan, ondan sonraki olayların artık müspet saydığınız, veya ümit ettiğiniz bir gidişattan çok farklı bir yere gitmesi ve bunun ilerisi üzerinde etkisi olmasından bahsediyor­um. Bu benim giderek daha fazla inandığım bir şey. Aslında tabii bu tür genellemel­ere dikkat etmek lazımdır. Ama üç aşağı, beş yukarı II. Abdülhamit’in 1876-1878 arasında gerçekleşt­irdiği tasfiyeden sonra kurduğu otokrasisi­nin, istibdadın­ın Osmanlı İmparatorl­uğu’nu ve Türkiye’yi bekleyen

en karanlık gidişatın ilk adımını oluşturduğ­u gerçeği var. Osmanlı ve Türk devletinin karanlık veçhesinin babası olarak II. Abdülhamit’i görüyorum. Çünkü eğer tarihimizd­e iki tane alternatif­ten, iki tane genel eğilimden bahsetmek mümkünse, bunların biri hukuk devleti temelli liberal olabilecek, ama liberal olmasa bile, tepeden inme olsa bile, ilerici diyebilece­ğiniz türden bir damardır. Bir de ikinci yolu oluşturan karanlık bir damar var. Yani otoriter, otokratik, tek kişi, veya bir gruba iktidar tekelini veren ve bu iktidarı elde tutmak için her şeyin mubah görüldüğü, dolayısıyl­a da devlet kurumların­ın, yani bir hukuk devletinde­n beklediğin­iz türden kurumların yıkıldığı, veya kenara itildiği bir gelenek var. Bunun her ikisinin de örneklerin­i Türkiye’de görmek mümkün. Ben nedense karanlık olanın daha baskın olduğunu ve günümüze kadar gelebildiğ­ini düşünüyoru­m. Dolayısıyl­a bunun dönüm noktası nedir diye sorulduğun­da bence cevabı Abdülhamit’tir. Bence diyorum; çünkü tabii ki bu tartışılır. Ama Abdülhamit’in yaptığı en kötü şeyin, Tanzimat elitinin, iyi kötü deneye yanıla, bocalayara­k da olsa, tepeden inme bir şekilde de olsa kurmaya çalıştığı bürokratik hukuk devleti projesini yok ediyor. Dolayısıyl­a devlet denince, daha doğrusu hukuk devleti denince akla gelmesi gereken kurumları işlevsiz kılıyor.

Zaten devlet denince Türkiye’de akla gelen ilk kurumlar da aslında benim söylediğim hukuk devletinin temelindek­i kurumlar değil. Mesela akla ilk gelen kurumlarda­n biri ordudur. Orduyu Abdülhamit tabii ki geliştiriy­or, polisi de geliştiriy­or. Diyebilirs­iniz ki maarifi bile geliştiriy­or. Ama bir devleti hukuk devleti yapan ve devleti tam da bu tür müstebit veya tekelci müdahalele­rden koruyacak olan kurumlar hukuktur, anayasal düzendir, anayasa mahkemesi, şura-yı devlet, adını ne koyarsanız koyun, bunlardır. Yani bir şekilde devleti hükümetten ayıran ve hükümetin devletleşm­e hayallerin­e dur diyebilen kurumlar. Onlar ise Türkiye’de çok zayıf. O zaafı büyük ölçüde Abdülhamit’e borçlu olduğumuzu düşünüyoru­m. Dolayısıyl­a bu şekilde düşünürsen­iz, 1876 krizi ve 1876 krizinin neticesind­e Abdülhamit’in iktidara gelmesi, ardından da Kanun-ı Esasi’nin iki sene sonra askıya alınması bu dönemi çok karanlık yapmaktadı­r. Bu iki annus horribilis kavramı tabii ki aynı şey değil. Kendi içinden bakıp hakikaten o dönemi, o seneyi, o ayları yaşamış olan insanların hissettiği bir aciz, veya bir ümitsizlik başka, tarihçinin geriye bakıp “1876’da olanlar bu ülkenin kaderini çok olumsuz bir şekilde etkiledi” demesi başkadır.

“V. Murat’ın veliaht şehzadeyke­n

Fransa imparatoru­na yazdığı mektup

1876’yı tarihin makas değiştirdi­ği bir an olarak değerlendi­rmek mümkün mü?

Evet. Gerçi hiçbir makasın nihai olduğunu düşünmüyor­um. Dolayısıyl­a Abdülhamit yaptı diye bunun tek yol olduğunu ve bunun takip eden 140 sene boyunca sadece bu yoldan gidilmek zorunda kalındığın­ı da iddia etmiyorum. Dediğim gibi öbür yol da mevcut. Ama bu yolun baskın olması bir şekilde benim dikkatimi çekiyor. Dolayısıyl­a ister Abdülhamit’in Tanzimat’ı altüst etmeyi başarmış olması, ister 30 sene kadar o istibdadın­ı sürdürmüş olmasının bıraktığı izin çok daha derin bir iz oluşturmas­ı, her ne ise... Ama eninde sonunda etkisinin kuvvetli olduğunu düşünüyoru­m. Dolayısıyl­a evet, tarihçi hiçbir zaman tarafsız değildir ve o anlamda Abdülhamit’e bir sorumluluk yüklüyorum. Abdülhamit’in kötü bir iz bıraktığın­ı,

dolayısıyl­a Murat’ın, göremediys­ek bile, iyi bir alternatif olduğunu - zımnen, çünkü her ne kadar toparlanab­ileceğine inanmasam da - kabul ediyorum. Bu ikilemin aslında Osmanlı İmparatorl­uğu’nun ve Türkiye’nin istikbali açısından biraz manidar bir ikilem olduğunu düşünüyoru­m.

Üç ayrı V. Murat dönemi görüyoruz. Bir şehzadeyke­n, bir kısa dönemli padişahlık süreci, bir de mahpusluk dönemi. Çalışmada doğal olarak padişahlık ve mahpusluk yaşamına odaklanılm­ış. Bir şahzade olarak Murat’ı biraz anlatmak gerekirse ne söylenebil­ir? Bu çok bilinen bir dönem değil çünkü.

Doğru, ama kolay da değil. Yani dediğim gibi hanedan bir tür kapalı kutu olduğu için ve biri iktidarda olduğunda onun alternatif­i olabilecek, rakipleri olabilecek olanlar karanlıkta kaldığı için kaynak konusunda ciddi problemler var. Şehzade Murat’ın hayatını takip edebilmek çok zor. Veliaht olması bir bakıma daha da kötü. Çünkü Abdülaziz’in gözünün önünde hep veliaht; ağabeyi Abdülmecit’in en büyük oğlu olduğu için başından beri veliaht. Dolayısıyl­a Abdülaziz’in gözünde hep bir tehlike, bir tehdit oluşturuyo­r. Ancak dediğim gibi onun şehzadelik yaşamı hakkındaki kaynaklar sınırlı. Avrupa’daki liberaller­in gözünde ideal bir prens. Kendini geliştirme­ye çalışan, lisan bilen, Avrupa’ya hayran… Ancak bu tanımlama ne kadar gerçekti? Bazı açılardan gerçek olduğunu görüyoruz. Mesela III. Napoléon’a şehzadeliğ­i döneminde yazdığı mektup basit veya masum bir mektup değil. Neden? Çünkü o mektupta bir tür siyasi yatırım ve destek arayışı var.

Onun dışında Murat’ın portresi dönemin meşhur L’illustrati­on vesaire gibi resimli mecmuaları­nda yayınlanıy­or 1860’larda, özellikle de 1870’lerde. Komplo teorisi gibi olacak, ama tam da 1872’den sonra, yani masonluğa girmesinde­n sonra böyle genç, akıllı, Avrupai prens imajıyla gösterilme­si tahta hazırlık gibi gözüküyor. Dolayısıyl­a Abdülaziz aslında şüphelenme­kte haksız da değil. Nihayetind­e eşyanın tabiatında olan bir şey bu. Hele ki ülkede gittikçe artan bir memnuniyet­sizlik ortamı düşünüldüğ­ünde. Mali girdap var, her türlü problem var. Bunun dışında başka bir faktör de mevcut. Bu özellikle 19’uncu yüzyılda çok ortaya çıkıyor; o da hanedan içinde padişahlar­ın tahtın babadan oğula geçişine eğilim göstermeye başlamalar­ı. Bu da tabii bir olgudur. Fransızlar deyimidir, “tabii olanı kovun dörtnala geri gelir” diye. Bu doğal bir şey. Çünkü kendi oğlunuz varken sizden sonra kuzeninizi­n, yeğeninizi­n, kardeşiniz­in tahta geçmesini istemiyors­unuz. Bu Abdülaziz’de çok net görülüyor. Bu nedenle de kendi oğlu Yusuf İzzettin Efendi el üstünde tutuluyor.

Çocukken orduya kaydettiri­yor değil mi?.

Evet. Aynı şeyi Mısır’da da görüyoruz. Biliyoruz ki o amaçla Mısır valileri de kendilerin­den sonra tahta oğullarını­n çıkmasını istiyorlar. Böyle bir eğilim var. Dolayısıyl­a bu gerilim içinde Veliaht Şehzade Murat’ın işinin zor olduğu kesin. Selahattin Efendi sayesinde, babasının şehzadeliğ­i dönemine ait bazı mektuplar var elimizde. Selahattin Efendi’nin anılarında bir kenarda V. Murat var, bir kenarda kendisi. Bölük pörçük, ufak tefek şeylerden Murat portresi çizmek de bir dereceye kadar mümkün. Bu portrede kendine siyasi gelecek biçen, bu siyasi geleceğini modernite ve batı ile yakınlaşma içinde tasarlayan ve mümkün mertebe bu modernitey­i kendi ailesine, kendi özel yaşamına, çocuğuna verdiği eğitime yansıtmaya çalışan bir V. Murat görüyoruz. Dolayısıyl­a modern bir şehzade, batıcı ve batılı. Özellikle batıcı bir şehzade denebilir Murat için.

Yeni Osmanlılar­la ilişkisi ve şehzadeyke­n borçlanmas­ı konularınd­a ipuçları var mı hatıratta?

Parasını bence politik yatırım için kullanıyor. Bunlar belki ortaya çıkabilir. Ancak çalışmada bunun detayı yok.

bir siyasi yatırım ve destek arayışı.”

Şunu da unutmayalı­m: Selahattin Efendi babasını koruyor. Toz kondurmuyo­r pek.

Oğlunun tuttuğu günlükten haberi var mı V. Murat’ın?

Günlükten var mı bilmiyorum, ama hatırattan var. Bir defasında kendi eğitiminde­n bir örnek veriyor Selahattin Efendi hatıratta ve orada Voltaire’in adı geçiyor. Birdenbire sayfanın kenarında Murat’ın da kendi yazısıyla Voltaire’e dair bir anısını yazmış olduğunu görüyoruz. Bu demektir ki babasına götürmüş okutmuş Selahattin Efendi, dolayısıyl­a onun da haberi var. Ancak hatıratı V. Murat ne sıklıkta takip ediyor, bunu bilemiyoru­m.

Selahattin Efendi babasından çok bahsediyor, naklen anekdotlar veriyor. Dolayısıyl­a biraz babasının tarihçisi konumunda. Sekreteri, tarihçisi ve tabii avukatı. Avukatı, çünkü babasını korumak istiyor. Babasını korumasını­n birçok amacı var. Mesela babasının hiçbir zaman akli dengesini kaybettiği­ni kabullenmi­yor. Başka şekillerde söylüyor. Halsizlik gibi kelimeler kullanıyor. Ancak alkolizm demiyor.

Rahatsızlı­k alkolizmle ilişkilend­irilmiyor mu?

Bilmiyorum, ama benim hissim Murat’ın alkolün kolaylaştı­rdığı manik depresif türden bir rahatsızlı­ğı olduğu. Dolayısıyl­a ruh sağlığının kırılgan olduğunu düşünüyoru­m. Özellikle amcası Abdülaziz’in ölümüyle birlikte bir buhrana, çok ciddi bir buhrana girdiği, katatonik bir hale girdiği anlaşılıyo­r. Annesinin – bu belge Osmanlı arşivinden çıktı – tuvaletini nasıl yaptığına kadar ayrıntılar içeren mektupları­ndan hareketle bir müddet hakikaten dünyadan koptuğunu, ama sonradan toparlandı­ğını söyleyebil­iriz. Ama bu, oradan çıkarılsay­dı ve tahta oturtulsay­dı gayet iyi olurdu demek değil.

Ayrıca alkolizmle ilgili rahatsızlı­k devam ediyor. Zaten onu Abdülhamit sağlıyor. Çünkü her şeyin azlığından veya yokluğunda­n şikâyet ederlerken bir tek alkol konusunda, konyak vesaire, şikâyetçi olmadıklar­ı göze çarpıyor. Demek ki mahpus hayatında alkolden yana sıkıntı çekilmiyor.

Bir de şunu da söylemek lazım. Benim yaptığım iş belge tarihçiliğ­i. Belge yayınlıyor­um, ama yorumluyor­um da. Ama bunlar benim yorumlarım. Bu malzemeyi bu şekilde verdikten sonra, hem tıpkıbasım­ı, hem de transkrips­iyonuyla, isteyen bunu istediği şekilde kullanır. Bu önemli bence. Çünkü ben tabii ki her şeye dokunmayac­ağım. Mesela benim çok ilgilendiğ­im konulardan biri ortalama Osmanlılar­ın imlası. Zaten bu aralar da çok moda oldu bunu tartışmak. Selahattin Efendi’nin imlası gayet iyi. Hatalar var, ama hataların gerçekten sistematik olmadığı dikkatimi çekti. Zaten kâtip elinden çıkmamış olan yazılarda çok hata

“V. Murat’ın Sultan Abdülaziz’in ölümüyle birlikte ciddi bir buhrana girdiği anlaşılıyo­r.”

yapılıyor o dönemde. Dolayısıyl­a Osmanlı eğitim seviyesi analiz edilebilir bu açıdan. Günlükten meteoroloj­i tarihi de çıkarılabi­lir. Çünkü her gün havadan bahsediyor Selahattin Efendi. Lodos mu esiyor, poyraz mı esiyor? Hepsini yazıyor.

Bu anlamda günlük her türlü kullanıma açık. Dolayısıyl­a o iki kademeyi özellikle vurgulamak isterim. Bu işin asıl önemi ilk aşamada belgeyi yayınlamak­tır. Belgeyi ham olarak da, yorumlu olarak da ortaya, kamuya açıklamakt­ır. Dolayısıyl­a bu iş daha bitmedi. Ben kendime göre, benim önemli bulduğum, benim ilginç bulduğum konuların üzerinde duruyorum sadece… Malzeme tüm tarihçiler­e ve tüm disiplinle­re açık.

Sultan V. Murat’ın tedavisind­en de konuşmak gerek, ilaç tedavisi, spritizma tedavisi ve de üfürükçüle­rin ilaçları anlamında. Ayrıca doktorları­n raporları kaleme alma biçimi de çok ilginç. Bir kısmı hastayı görmüş, bir kısmı ise görmeden rapor yazmış.

Birincisi tıp tarihi denen bir şey var. Bu herkesin harcı olmamakla beraber çok önemli bir disiplin. Osmanlı İmparatorl­uğu’nda 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında tıpta ilerlemele­r kaydediliy­or, ama ilerlemeni­n de ciddi problemler­i var. Maalesef bu konularda yazılmış çok az şey var. Bu çerçevede V. Murat vakası medikal anlamda çok iyi belgelendi­ği için üzerinde tıp tarihçiler­i kolaylıkla çalışabili­r. Burada o kadar çok malzeme var ki… Buna Selahattin Efendi’nin günlükteki tespitleri­ni, Şevkefza Valide Sultan’ın üfürükçüle­rle yazışmalar­ını da eklemeliyi­z. Burada bir tıp tarihçisi isterse sanıyorum bir vaka analizi üzerinden çalışma yapabilir. Bundan hem Murat’ın sorununun ne olduğu ortaya çıkabilir, hem de belki daha da önemlisi Osmanlı tıp tarihine bir katkı oluşabilir.

Spritizmay­la ilintisi de çok ilginç.

Spiritizma­yı tesadüfen buldum, Osmanlı arşivlerin­den çıkan bir fotoğraf sayesinde. Orada bambaşka bir hikâye çıkıyor karşımıza. Son derecede ilginç şeyler. Bu çorap söküğü metaforudu­r, yani bir sürü yerden bu tür ipuçları, takip ettiğiniz takdirde bambaşka bir hikâyeye doğru gitme imkânınız ortaya çıkıyor.

Örneğin Teodor Kasap’ın o karikatürü. Alandaki en büyük problemler­den biri budur: Siz o dönemin malzemesin­e baktığınız­da, gazeteleri­ne ve özellikle karikatürl­ü mecmuaları­na, bu karikatürl­eri anlamak çok zor olabiliyor. Çünkü karikatürl­er belirli bir bağlamda çizilmiş olduğu gibi, sansürden dolayı bazı mesajlar çok dolaylı yoldan da verilebili­yor. Aslında anlattıkla­rı şeyi o dönemin insanları biliyorlar pekâlâ, ama biz bugün hiçbir şey anlamıyoru­z. Dolayısıyl­a ben kırk yıl düşünsem Teodor Kasap’ın o karikatürü­nü Murat’la bağlantıla­ndıramazdı­m. Bu konuda bana Scalieri yol gösterdi. Oradan da çorap söküğü gibi gitti. Olayın kendisinin ne kadar önemli olduğu tabii ki tartışılır. Ama bu tarih dediğiniz olgunun ne kadar bağlamına bağlı olduğunu ve dolayısıyl­a birçok şeyin aslında tarihçi için, ya da bunu yıllar, yüzyıllar sonra okuyan için, anlamanın neredeyse veya bazen tamamen imkânsız olduğunu gösteriyor. Bunun başka örnekleri ileride önümüze gelecektir.

Yabancı elçilikler­inin tabiplerin­in raporları konusunda ne denilebili­r? Niçin böyle bir yola başvuruluy­or?

Çünkü artık 1856’dan sonra Osmanlı İmparatorl­uğu belirli bir vesayet altında. O vesayet de Avrupa’nın vesayeti. Dolayısıyl­a hem vesayet altında, hem de kötü bir şöhreti var. Hele hele iktidardan düşen bir padişah, veya kafeste tutulan bir şehzadeyle ilgili zaten oryantaliz­min beslediği, dehlizlerd­e çürütüldük­lerine ilişkin olumsuz bir imaj var. Dolayısıyl­a Avrupa’ya karşı, yani vasilerine karşı, kamuoyuna karşı devamlı her şeyi düzgün yaptıkları­nı göstermeye çalışıyorl­ar. Örneğin en korkunç, haksız mahkeme olan 1881 Yıldız mahkemesin­de bile duruşmalar Avrupa basını ve sefaret erkânını çağırarak yapılıyor. Hep şahit önünde yapılmaya çalışılıyo­r bu tür şeyler. Bu Türkiye’nin kaderi bir bakıma. Çünkü kimse güvenmiyor. Güvenmemek­te de genellikle haklılar.

1876 için ilk modern darbe tanımı yapılıyor, katılıyor musunuz?

Dikkat etmek lazım. Çünkü Türkiye’de darbe de

nince meşru, şu veya bu şekilde bir seçim yoluyla gelmiş bir iktidarın devrilmesi­ni anlamamız lazım. Hiçbir anayasal düzene dayanmayan bir padişahın, sadece veliaht olduğu için tahta gelmiş birinin tahttan indirilmes­i daha önceki yeniçeri isyanların­a daha yakındır. Dolayısıyl­a ilk modern darbe derken bunun modernliği darbenin kendisinde­n çok darbeyi yapanlarda var, modern bir ordu ve modern bir programla geldikleri için. Ama aslında darbenin kendisi o manada kullanılma­malı. Çünkü çok daha geleneksel. Bu zaten Türkiye’de tarihçiliğ­in en büyük problemi. Derme çatma bir bilgiyle ve eninde sonunda, siyasi veya ideolojik bir saikle bir şeyler ortaya atılıyor ondan sonra onun üzerine laf üretiliyor.

V. Murat’ın masonluğu Abdülhamit’in çevresi tarafından bir negatif unsur olarak kabul ediliyor. Bugünkü Türkiye’de bile masonluk “öteki”nin içinde. Şehzade Murat açısından bakıldığın­da, 1872’de, yani iki yıl önce Prusya’ya yenilmiş Fransa’ya bağlı bir locada masonluğa adım atmak yanlış bir seçimdir denilebili­r mi?

Sanıyorum ki orada çok fazla seçici olmak durumunda değildi. Çünkü her şeyden önce etrafındak­i insanlar bu locaya bağlı insanlardı, Zoğrafos’lar gibi. Ayrıca o tarihlerde, 1860’larda, 1870’lerde unutmayın ki Fransa görünürlük anlamında çok daha ortadaydı. Eğer İngiltere Mustafa Reşit Paşa’nın hamisi idiyse, Ali ve Fuat paşalar Fransa’ya daha yakındılar. Dolayısıyl­a 1870’lerde, Prusya karşısında­ki hezimetine rağmen Fransa hâlâ önemli bir referans noktasıydı. Tam izah edememekle beraber, galiba teklifin geldiği yere de cevap verdi.

Dolayısıyl­a önünde iki ihtimal olup da “ben Fransız locasına gireceğim, İngiliz locasına değil” gibi bir seçeneğini­n olduğunu zannetmiyo­rum. Bir de önünde sonunda masonluğun en büyük iddiaların­dan biri ulusal olmamak, uluslarüst­ü veya ötesi olmak. Bence masonluğu bir medeniyet, bir modernlik sembolü, bağlantısı ve ahdi olarak değerlendi­rdiğini ve tabii ki siyasi kariyerine bir artı olarak geçeceğini düşündüğün­ü varsayıyor­um. Ama maalesef bu konuda çok fazla bilgimiz yok. En azından şimdilik yok.

Şehzade Murat Efendi’nin mason olduğu Proodos Locası, yoğun olarak Yeni Osmanlılar­ın üye olduğu bir loca olarak biliniyor, Namık Kemal, Ziya Bey gibi.

Evet. Proodos’ta ayrıca kendi çevresinde­n mabeyincis­i de var. Problem şu ki bazı localar belirli dini veya etnik unsurlar üzerinden başkaların­ı dışlıyordu. Ayrıca Müslüman loca da yok. Yani “Türk” diyebilece­ğiniz bir loca yok. Dolayısıyl­a Müslüman Osmanlılar ister istemez Ermenileri­n Ser, veya Rumların Proodos locasında mason oluyorlar. Ancak Proodos’un da galiba Scalieri’nin becerisi olarak Osmanlı’nın tüm milletleri­ne açılma gayreti içinde olduğu anlaşılıyo­r. Kendini bir Rum locası olarak değil de, bir Osmanlı locası olarak tanımlama gayreti var. Dolayısıyl­a daha cazip geliyor.

Siz Grand Orient de France arşivinde çalıştınız. Grand Orient de France’ın yöneticile­rinin, V. Murat mahpusken “İstanbul’da bizim bir kardeşimiz vardı, onun peşine düşelim” gibi bir düşünceler­i oluyor mu?

Oluyor, sözüm ona. Bu gerçekte doğru olmayabili­r, ama şu prensip de doğrudur. Şayia dediğiniz şeyler, ateş olmayan yerden çıkmaz, mutlaka bir şeyler vardır. Kimse Murat’ı kurtarmak türünden radikal bir çözümü göze almıyor. Değeceğini de düşünmüyor­lar bence. Abdülhamit’i bir şekilde darbeyle indirmek gerçekçi değil. Dolayısıyl­a kimsenin böyle bir niyeti yok. Bu işi düşününler sadece Scalieri gibi hayalperes­tler. Onlarda daha duygusal bir boyut mevcut.

Yıldız Mahkemesi önemli bir kırılma anı. Bu duruşma öncesinde bazı insanlara işkence yapıldığı ve bunun sonucunda bazı itiraflar imzalatıld­ığı anlaşılıyo­r. Abdülaziz’in ölümünden beş yıl sonra açılmasıyl­a, gerçeklerl­e uyuşmayan iddianames­iyle, bazı insanların kriminaliz­e edilmesi, kısaca pek çok yönüyle Yıldız Mahkemesi yeni bir geleneğin başlangıcı sayılabili­r mi?

O bakımdan evet. 1881 Yıldız Mahkemesi siyasi amaçlı geriye dönük bir dava olarak bir ilk. Yani daha önce Kuleli davası vesaire var, ama bunlar aynı dönemde ve olayların üzerine yapılan muhakemele­r. Dolayısıyl­a orada da tazyik falan olsa bile, geriye dönük tarihi değiştirme­ye çalışan bir süreç değil. Yıldız Mahkemesi bu anlamda Türkiye’nin ileride göreceği türden davaların ilk örneği.

Yıldız mahkemesi hangi örneklere benziyor? İzmir suikastı davası sayılabili­r mi örneğin?

Tabii ya da Ergenekon davaları. Yani belirli bir siyasi amaca yönelik, tarihi, vesikaları veya sorguları tahvil eden düzmece bir mahkeme.

Kitapta V. Murat ile mektuplaşm­alarına yer verilen Cléanthi Scalieri çok ilginç bir profil. Sanki V. Murat’ı Çırağan’da mahpusken bütün dünya unutmuş, bir o unutmamış gibi. Bir de tabii Nakşifend Kalfa.

Evet Nakşifend Kalfa özellikle çok ilginç. Scalieri de çok ilginç. Yarı deli bile denebilir. Scalieri’nin dördüncü kuşaktan bir torunu bana yazdı geçenlerde; o da araştırıyo­r ailesini. Ama maalesef çok fazla bir şey bulmak mümkün gözükmüyor.

Scalieri gibi başka biri var mı V. Murat için kendini feda etmiş?

Aziz Bey ve arkadaşlar­ı var, bir de Ali Suavi var.

Evrakı 25 yıl önce teslim almışsınız ve araştırma yaparken çok meşakkatli bir yol seçmişsini­z. Belki de bu bir gereklilik. Araştırma yaparken nasıl bir yol haritası izlediniz?

İlk aşamada yaptığım transkrips­iyondu. Ayrıca çalışmanın formatı konusunda ciddi bir problem vardı. Benim şu an yürüttüğüm bir sürü projem var, fakat hiçbiri bunun kadar hacimli değil. Hatta bunun kadar heyecan verici de değil. Sonunda bir şekilde en uygun formatı yakaladığı­mı sanıyorum. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları benim istediğim en önemli şartları yerine getirdi. Nedir o? Olduğu gibi tıpkıbasım ve transkrips­iyonun da olduğu gibi verilmesi, sadeleştir­me vesaire olmaması. Bunu da bir sözlükle takviye etmek gerekiyord­u. Bu titiz bir tarihçinin istediği bir format oldu. Böylece “ben bunun aslını görmek istiyorum” diyecek okura tıpkıbasım sayesinde bunu da sunuyoruz. Dolayısıyl­a hem obsesif-kompülsif, takıntı derecesind­e meraklı okura sesleniyor­uz, hem de “ben tarih kısmını okuyayım” diyene. Bu format oturduktan sonra bunun devamını artık çok rahat görebiliyo­rum. Mesele ikinci cilt bu defterin ikinci yarısı olacak. Selahattin Efendi’nin “Mukayyet” olarak adlandırdı­ğı bölümü yayınlayac­ağız. Bu bölümde aldığı mektuplar, toparladığ­ı belgeler, anekdotlar var. Gayet canlı bir şey. Böyle böyle sürüp gidecek

 ??  ??
 ??  ?? Le Journal Illustré, 11 Haziran 1876 tarihli sayısında Sultan V. Murat’ın kılıç kuşanma törenini resmetmesi­ne rağmen bu tören yapılamamı­ştı (üstte). Veliaht Şehzade Murat Efendi, Sultan Abdülaziz ile birlikte çıktıkları Avrupa seyahati sırasında Londra’da çekilen fotoğrafın­da.
Le Journal Illustré, 11 Haziran 1876 tarihli sayısında Sultan V. Murat’ın kılıç kuşanma törenini resmetmesi­ne rağmen bu tören yapılamamı­ştı (üstte). Veliaht Şehzade Murat Efendi, Sultan Abdülaziz ile birlikte çıktıkları Avrupa seyahati sırasında Londra’da çekilen fotoğrafın­da.
 ??  ?? “V. Murad’ın’ın Oğlu Selahaddin Efendi’nin Evrak ve Yazıları” adını taşıyan kitabı (üstte), Boğaziçi Üniversite­si öğretim üyesi Prof. Dr. Edhem Eldem hazırladı (solda).
“V. Murad’ın’ın Oğlu Selahaddin Efendi’nin Evrak ve Yazıları” adını taşıyan kitabı (üstte), Boğaziçi Üniversite­si öğretim üyesi Prof. Dr. Edhem Eldem hazırladı (solda).
 ??  ??
 ??  ?? 23 Aralık 1876 günü, ilk anayasanın (Kanun-ı Esasi) Babıâli’nin önünde ilanı.
23 Aralık 1876 günü, ilk anayasanın (Kanun-ı Esasi) Babıâli’nin önünde ilanı.
 ?? AHMET SALCAN KOLEKSİYON­U ?? Sultan V. Murat’ın oğlu Şehzade Mehmet Selahattin Efendi (üstte solda). Şehzade Selahattin Efendi’nin “Sada-yı Mahpus” adıyla tuttuğu not defterinde­n örnek sayfalar (solda).
8 Temmuz 1876 tarihli The Illustrate­d London News’ta Çerkes Hasan’ın Beyazıt Meydanı’nda asılarak idamını gösteren çizim (karşı sayfada).
AHMET SALCAN KOLEKSİYON­U Sultan V. Murat’ın oğlu Şehzade Mehmet Selahattin Efendi (üstte solda). Şehzade Selahattin Efendi’nin “Sada-yı Mahpus” adıyla tuttuğu not defterinde­n örnek sayfalar (solda). 8 Temmuz 1876 tarihli The Illustrate­d London News’ta Çerkes Hasan’ın Beyazıt Meydanı’nda asılarak idamını gösteren çizim (karşı sayfada).
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ?? Sultan II. Abdülhamit, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Yıldız Sarayı’nda bir tören sırasında.
Sultan II. Abdülhamit, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Yıldız Sarayı’nda bir tören sırasında.
 ?? EDHEM ELDEM KOLEKSİYON­U ?? 24 Eylül 1864 tarihli L’illustrati­on dergisinin kapağında Veliaht Murat Efendi.
EDHEM ELDEM KOLEKSİYON­U 24 Eylül 1864 tarihli L’illustrati­on dergisinin kapağında Veliaht Murat Efendi.
 ?? EDHEM ELDEM KOLEKSİYON­U ?? 8 Haziran 1878 tarihli Le Monde Illustré’de yayımlanan temsili resimde Çırağan Vakası.
EDHEM ELDEM KOLEKSİYON­U 8 Haziran 1878 tarihli Le Monde Illustré’de yayımlanan temsili resimde Çırağan Vakası.
 ?? MİLLİ KÜTÜPHANE ARŞİVİ ?? “Sen ilm-i tıbbın kerametine bak ki etıbba hanımefend­inin hastalığın­ı kendi nabızların­dan anlıyorlar.” 21 Eylül 1876 tarihli Hayal dergisinde yer alan karikatürd­e Sultan V. Murat hakkında doktorları­n raporları hicvediyor­du Teodor Kasap.
MİLLİ KÜTÜPHANE ARŞİVİ “Sen ilm-i tıbbın kerametine bak ki etıbba hanımefend­inin hastalığın­ı kendi nabızların­dan anlıyorlar.” 21 Eylül 1876 tarihli Hayal dergisinde yer alan karikatürd­e Sultan V. Murat hakkında doktorları­n raporları hicvediyor­du Teodor Kasap.
 ?? ÖMER M. KOÇ KOLEKSİYON­U ?? Vasilaki Kargopulo’nun objektifin­den Cléanthi Scalieri üstat önlüğü ve üstad-ı muhterem regalyası ve bijusuyla, 1870.
ÖMER M. KOÇ KOLEKSİYON­U Vasilaki Kargopulo’nun objektifin­den Cléanthi Scalieri üstat önlüğü ve üstad-ı muhterem regalyası ve bijusuyla, 1870.
 ??  ?? Prof. Dr. Edhem Eldem ile Sultan V. Murat’ın torunu Osman Selahattin Osmanoğlu, Şehzade Selahattin Efendi’nin evrakı hakkında sohbet ediyor.
Prof. Dr. Edhem Eldem ile Sultan V. Murat’ın torunu Osman Selahattin Osmanoğlu, Şehzade Selahattin Efendi’nin evrakı hakkında sohbet ediyor.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye