En zor yıl: 1920 Doç. Dr. Ahmet Kuyaş ile söyleşi
Milli Mücadele’nin kritik dönüm noktasının 100’üncü yıldönümü
Milli Mücadele denilince akla ilk planda Erzurum ve Sivas kongreleri, meclisin açılması ve İnönü muharebeleri, Sakarya Savaşı, Büyük Taarruz geliyor. Oysa Milli Mücadele ne muharebelere indirgenebilir, ne de kongrelere. Kongrelerle muharebeler arasında çok önemli bir kavşak yer alıyor: 1920 yılı. Osmanlı’nın son meclisinin toplanmasından İstanbul’un işgaline; o zamanki adıyla Büyük Millet Meclisi’nin açılışından Ankara’yı saran isyanlara; bu isyanları bastıran Kuva-yi Seyyare’den Sèvres Antlaşması’na ve Sovyet Rusya’yla ilişkilere kadar... 1920’nin önemli satır başlarını Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Ahmet Kuyaş’la konuştuk.
1920 Milli Mücadele’nin en zor yılıydı. 16 Mart’ta İstanbul’daki işgal kuvvetlendirildi, Meclis-i Mebusan basıldı, önemli isimler Malta’ya sürgüne gönderildi... Bunun ardından Ankara’yı saran isyanlar başladı. Sèvres Antlaşması da bu yıl imzalandı. 1920’de neler yaşandığını Doç Dr. Ahmet Kuyaş’la konuştuk.
Bu söyleşide 1920 yılını tek başına ele alacağız. Ancak 1920’yi 1 Ocak’tan değil de, III. Meşrutiyet’ten, yani Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının yeniden açılması için seçim kararının alınmasından, 1919 sonbaharından başlatmak sanki daha doğru. Bu süreçte Sivas Kongresi sonrasında Mustafa Kemal’in de yer aldığı Heyet-i Temsiliye ekibi Damat Ferit
Paşa’yı istifa ettirmiş, Ali Rıza Paşa kabinesi kurulmuştur. O süreçte İtilaf Devletleri İstanbul’u Osmanlı’ya bırakacaklar mı, bırakmayacaklar mı tartışması yaşanmıştı. Bu dönemde padişahın tavrı sanki değişiyor. Yani o İngiliz siyasetini bırakıp, önce ABD, ardından da Fransızlara yanaşıyor. Böyle midir?
Açıkça ben o kadar fazla önemsemiyorum bu durumu, çünkü işin başında İngilizlerin olduğunu Vahdettin de biliyor. Dolayısıyla İngilizlerle arasına fazla mesafe koyamaz. Bu bir. İkincisi, İtilaf kanadı İstanbul’a bir Rum toprağı gibi bakmıyor. Hatta Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlılar bir ara İstanbul’u ele geçirmek gibi bir harekâta girişiyorlar. Ve engelleniyor bu, İngilizler ve Fransızlar gayet enerjik bir şekilde, “durun bakalım siz de çok oluyorsunuz” diyorlar. Dolayısıyla Vahdettin’in belki biraz İngilizleri dengelemek için, hani meşhur Abdülhamit politikası var ya, denge politikası, ona benzer bir şey yapmış olduğunu söyleyebiliriz, ama İngilizlerden ayrıldığını söylemek bana biraz abartılı geliyor.
Sultan Vahdettin’in İstanbul’un Müslümanlığın Vatikan’ı olmasına razı olduğu belirtilir. Türkler de Anadolu’da yaşamaya devam edecekti bundan böyle.
Osmanlıların, yani İstanbul’daki hükümetin resmi duruşu bütün Osmanlı topraklarını aynen muhafaza etmek, ama daha böyle yerinden yönetimli, bir tür konfederasyon gibi devam etmesini sağlamaktı. Yani geriye kalan toprakların olduğu gibi Osmanlılar tarafından tutulmasını, yalnız çok daha yerinden yönetilmesini kabul eder gözüküyor Osmanlı sultanı. Onun nedenini bugüne kadar kimse doğru dürüst araştırmadı. Zaten İstanbul’dakilerin derdi nedir diye -bugüne kadar hep Ankara tarafından yazıldığı için tarih- ciddi bir çalışma yok. İstanbul’un mesela, bir Türk sultanlığını düşünebildiğini sanmıyorum. Vahdettin’in, ulus devlet derecesine gelmiş bir coğrafyada artık sultanlığın mümkün olmadığını düşünür bir hali var bence. Şimdi Vahdettin’in yazışmalarını okuyorum, Damat Ferit’in, İngiliz, Fransız, İtalyan yüksek komiserlerinin toplantılarının tutanaklarına bakıyoruz. Suriye’ye, Irak’a ilişkin hiçbir şey yok. Onlar çoktan gitmiş bile. Yani konuşulan Türkiye ulus devleti. Orada da saltanat daha da zayıflıyor bana kalırsa.
O günlere Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti açısından baktığımız zaman bu cemiyetin sanki ülkenin daha doğusunda örgütlenmiş ve batısı tarafından da çok kabullenilmeyen bir yapısı olduğu görülüyor. Batı Anadolu’da Redd-i İlhak cemiyetleri var. Sanki böyle ikiye bölünmüş bir Anadolu var. Mustafa Kemal’in başında olduğu Heyet-i Temsiliye sadece şarkı temsil ediyor görünümü var. Bunun nedeni nedir?
Şimdi orda belki iki neden görebiliriz. Bir tanesi zaten batının bir kısmı Yunan işgali altında. Şimdi doğudaki kongrelere bakıyorsunuz; gayet yüksekten konuşan, ama konuya sadece vatan savunması olarak değil, meşrutiyet açısından da bakan bir siyaset görüyoruz Erzurum Kongresi’nde. Ama Alaşehir, Balıkesir kongrelerine baktığımız zaman, “biz siyasetle uğraşmıyoruz, vatanımızı savunmaya çalışıyoruz” durumunu görüyoruz.
Yani sadece İzmir’in işgaline odaklanmış gibiler?
Evet, bir de bu işgal daha fazla genişlemesin görüşü var. Ayrıca doğuda İttihat ve Terakki daha güçlü. Örgüt olarak üstün geliyor. Hürriyet ve İtilaf sempatizanları da var, ama sesleri çok çıkmıyor. Batıda ise İttihatçılar biraz daha zayıf, mesela Alaşehir ’de oylama yapılıyor. Sivas’taki kongreden delege istendi, gönderelim mi göndermeyelim mi diye. Eller kalkıyor ve hayır çıkıyor. Halbuki evet ile hayır arasındaki çizgi aslında İttihatçılık ile İtilafçılık arasındaki çizgi. Onların gözleri ve kulakları İstanbul’da.
İkinci neden, doğuda Erzurum’daki 15’inci Kolordu’yla Ankara’daki 20’nci Kolordu’nun başında Kuva-yi Milliye yanlısı iki komutan var
Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy var.
Evet. Batıda ise böyle bir şey yok. Bu da Birinci Dünya Savaşı’nın bir sonucu. Çünkü 15’inci Kolordu Yakup Şevki Paşa’nın geri çektiği meşhur 9’uncu Ordu’dan kalanlar.
Ankara’daki 20’nci Kolordu ise önce Mustafa Kemal’in, sonra Ali Fuat’ın Filistin’den geri çektiği 7’nci Ordu’dan geri kalanlar. Şimdi siz Cihan Harbi sırasında böyle kocaman bir ordu bulundurmuyorsunuz ki Ege’de. Sadece örtme birlikler bulunduruluyor. Dolayısıyla askerlerin gücü batıda yok ve batıdaki İttihatçılar o askerlerin gücünü kullanamadıkları için de sesleri o kadar yüksek çıkmıyor. Ama şunu unutmayın, yani bu belki biraz da, I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılırken yapılan birtakım hazırlıkların da etkisiyle olan bir şey. İstanbul’dan sonra Karakol Cemiyeti’nin en güçlü olduğu yer Erzurum’dur. Kâzım Karabekir’in kurmay başkanı Albay Rüştü’den başlayan ve oradaki birtakım sivillere dek, ki içlerinde işte Süleyman Necati’ler, “Milli Mücadele’de Erzurum”u yazan Cevat Dursunoğlu da var, hepsi Karakolcu. Dolayısıyla batı ile doğu arasında böyle ciddi bir fark var.
Bir de Amasya Tamimi’ni imzalayan o beş önemli ismi unutmamak lazım. Batı Anadolu’da böyle bir askeri grup yok.
Şimdi, batıda başka bir fark daha var. İşte Uşak, Balıkesir,
Alaşehir... Bunlar bir türlü bir araya gelemiyorlar. Doğuda ise, ki Mustafa Kemal Paşa’nın siyasi dehasının göstergelerinden bir tanesidir bu, hemen bir araya geliyorlar. Şimdi, siz de okumuşsunuzdur. Erzurum Kongresi’nde ister Erzurumlular olsun, ister Trabzonlular olsun her ikisi de baştan beri Mustafa Kemal’i istemiyorlardı. Şimdi burada durup 10 gün sonraya atlayalım. Heyet-i Temsiliye’ye seçim yapıldığı zaman Rauf Orbay da Mustafa Kemal de geçerli 46 oyun 46’sını da alıyorlar Erzurum Kongresi’nde. Bu şu demek; ikisi de siyasetten ve büyük siyasetten anladıkları için bunlara anlatmışlar: “Arkadaşım bu iş böyle Doğu Anadolu ile, vilayet ile olmaz. Bu büyük iş, bunu ulusal çapta yapmamız lazım bir. Bir de mesele, ülkemizi savunacağız, ama ülkemizi başkentimizden savunacağız. Yani Meclis-i Mebusan’la ve onun denetlediği bir hükümet vasıtasıyla savunacağız.” Böylece Milli Mücadele’yi hemen meşrutiyet mücadelesine dönüştürüyorlar. Batıda bu yok. Birtakım İttihatçılar çabalıyorlar buna, ama beceremiyorlar.
“Vahdettin’in ulus devlet derecesine gelmiş bir coğrafyada artık sultanlığın mümkün olmadığını düşünür bir hali var.”
Aynı şekilde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin İstanbul’la da sorunları var. Mustafa Kemal başından itibaren Karakol’a ve İstanbul’daki İttihatçılara güvenmiyor.
1921 sonuna kadar devam ediyor. Şimdi isterseniz
burayı Büyük Millet Meclisi döneminden örneklerle anlatayım. Daha kolay olur. Bir vatan savunması var, çok önemli ve bunun için herkes güç birliği yapma halinde, ama bir de bu vatan savunması sırasında iç politika çekişmesi var. Kara Vasıf, Galatalı Şevket gibi kişiler, daha sonra Ankara’da milletvekili olacak Çolak Selahattin...bunların hepsi Enver’in adamı. Mustafa Kemal ise o tarihlerde bu kişilerin sevmediği biri. Ama Mustafa Kemal müthiş örgütçü, iyi bir asker... Meşrutiyete de onlar kadar bağlı, yani hâkimiyet-i milliyeyi, milletin hâkimiyetini isteyen bir adam, ama eline iktidarı geçirdiği zaman cumhuriyet ilan edecek, kadınları eşit yapacak, Latin harfi alacak vesaire... Bunların hepsi biliniyor. Dolayısıyla Enver ve çevresindeki hâkimiyet-i milliyeye sonuna kadar sadık, ama toplumsal devrim açısından bu kadar köktenci olmayanların onu sevmelerine imkân yok. Şimdi burada alttan alta bir önderlik mücadelesi var.
“Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin yüzde doksanı İttihatçıydı.”
İstanbul’da Meclis-i Mebusan açılmadan önce Mustafa Kemal mebusların Ankara’da toplanmalarını istiyor konuşmak için. Bu gerçekleşmiyor. Ayrıca meclisteki grubun adının Müdafaa-i Hukuk olmasını istiyor, bu da yerine getirilmiyor. Mustafa Kemal “beni meclis başkanlığına seçin, çünkü İstanbul işgal edilirse ben Anadolu’da meclisi yeniden toplarken bir meşruiyetim olsun” diyor. Buna da uyulmuyor. Sanki Heyet-i Temsiliye üyeleri İstanbul’a gelince Ankara’da konuştuklarının biraz daha dışında davranıyorlar. Bunu nasıl açıklamalıyız?
Şimdi burada aslında komik bir durum var. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti zaten neredeyse yüzde doksan itibariyle İttihatçılardan oluşan bir takım. Padişah ise bu takımın 1916’da Yusuf İzzeddin Efendi intihar ettiği zaman, “ne yapsak sultan olmasını önlesek” diye düşündüğü Vahdettin. Padişah Meşrutiyet’e de son vermiş, aylarca seçimler filan yapmamış. Ama bu İttihatçılar onun devlet başkanlığı altında meclis için İstanbul’a tıpış tıpış gidiyor. Böyle bir oyun oynama durumu. Üstelik de kulağınıza birtakım dedikodular da gelmiş. Bunlardan bir tanesinde padişahın seçim sonuçları karşısında, “Ya Ali Rıza Paşa şu meclisi açmasak nasıl olur?” diye konuştuğunu da biliyoruz.
Şimdi bu ortamda ya sizin savaş baltalarını bir şekilde gömmeniz gerekiyor, ya da en azından gömer gibi yapmanız. Mesele bu işte. Eğer “o namussuzlar, alçaklar” diye telgraf çeken Mustafa Kemal gibi keskin sirkeyi başkan yaparsan, bir de ondan sonra Müdafaa-i Hukuk Grubu diye, yani Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne sanki bir siyasi partiymiş gibi davranırsan o baltaları gömmek o kadar kolay olmayacak. Zaten padişah da meclisin açılışına gelmiyor. Konuşmasını okutturuyor. Damat Şakir Paşa okuyor. Hastayım diyor, ama hasta olmadığını da herkes biliyor. Bu durumda bir tür karşılıklı komedya oynanıyor.
Mustafa Kemal de bu oyunun farkında mı?
Mustafa Kemal de bunların farkında ve hatta parçası. Kaldı ki Mustafa Kemal açısından asıl önemli olan şey, adı o günlerde Ahd-i Milli olup da daha sonra Misak-ı Milli olarak tanınacak olan metnin meclisce kabul edilmesi.
Ancak bu sırada Felah-ı Vatan grubuna başbakan ve İçişleri bakanı katılıp konuşma yapıyorlar. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kapatılmasını istiyorlar.
Kesin öyle ve onlar da bu nedenle dinlemiyorlar.
Orada çok ilginç bir adım atıyor Mustafa Kemal ve Anadolu
ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kapatılması kararını mebuslarla meclisteki Felah-ı Vatan grubuna bırakıyor.
Bakın bu çok güzel bir soru, neden? Çünkü Mustafa Kemal’in keskin olmadığını da gösteriyor. Bunların hepsi taktik, o günkü taktikler ve bunlar gerçek politikayı açığa çıkartan şeyler değiller. Ayrıca bu söylediğinizi Anadolu’da olup da yapanlar var. Mesela Kâzım Karabekir. “Tamam” diyor, “artık Meclis-i Mebusan açıldı. Cemiyete gerek yok, ben de zaten Heyet-i Temsiliye toplantısına gelmeyeceğim.” Orada Mustafa Kemal’in bana kalırsa çok ince bir politikası var. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne bir tür siyasi parti gibi bakıyor. Nasıl bir tür siyasi parti? Böyle daha sonra kelebeğe dönüşecek tırtıl gibi. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti gerçekte metamorfoz yapan bir İttihat ve Terakki’dir, onun başına şimdi Mustafa Kemal geçiyor. Bu tabii İstanbul’dakilerin tüylerini diken diken eden bir şey. Çünkü İttihat ve Terakki mutlaka ve mutlaka hâkimiyet-i milliye demektir, yani meclis üstünlüğü. Bu da İstanbul’un kesinlikle istemediği bir şey.
Ankara’da yeni kurulan gazetenin adı da bu; “Hâkimiyet-i Milliye”.
Tabii. Ondan önceki Sivas’taki gazetenin adı da
“İrade-i
Milliye”. Mesele şu, İstanbul’un derdi İttihat ve Terakki’nin kökünü kazımak, çünkü bunlar hâkimiyet-i milliyeci. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti her ne kadar Sivas’ta “İttihat ve Terakki’yi diriltmeyeceğim” diye yemin etmiş olsa da bunların İttihatçı olduğu herkes tarafından biliniyor. Dolayısıyla ülke işlerinde özellikle de savaş sonrasında, barışı elde etme çabasında, önderliği bu eskiden alınlarında “İttihat ve Terakki” yazan adamların eline geçirmesi tekrar İttihat ve Terakki’nin popülaritesini sağlayacak, o yüzden bunun kaldırılmasını istiyor. Mustafa Kemal bu konuda rahat. Çünkü Anadolu’ya hâkim, Anadolu’nun işgal altında olmayan topraklarında artık İstanbul’un adı geçmiyor. Ben bir yazımda, “İstanbul’un emirleri Bostancı’dan öteye gitmiyordu” diye yazdım. Mustafa Kemal emin Anadolu’dan. O yüzden zaten gruba da Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adı konmamasına 1920’de kızmamıştı. 1927’de “Nutuk”ta ise kızar.
Üçüncü Meşrutiyet’in en önemli kazanımı Ahd-i Milli midir?
Evet, ama meşrutiyetin kendisi de zaten en büyük kazanım. Yani başkent yeniden meclise kavuşuyor. Çünkü İstanbul’daki o meclis toplanmasaydı Anadolu’da kurulacak bir meclis o kadar başarılı olmayacaktı. Asıl başarı o meclisin toplanması, o seçimin yapılmasıdır. Orada da içişleri
bakanlığının Elazığ valisi Ali Galip ile olan yazışmalarının birdenbire ifşa edilip, İstanbul’da Damat Ferit Paşa hükümetinin rezil olmasının, dolayısıyla padişahın zor durumda kalmasının payı var. Çünkü padişah devam etseydi, o rezil olmuş hükümet ile işbirliği halinde gözükecekti. Onu kaldıramadı...damat Ferit yerine Ali Rıza’yı getirdi sadarete. Hatta Ali Rıza geldikten sonra bile düşünün seçim çağrısı 7 Ekim’dir. Yani tam bir hafta tereddüt etmişler seçim çağrısı yapalım mı, yapmayalım mı diye. Yapmak zorunda kalıyor seçimi, böylece Anadolu zaferi kazanmış oluyor.
16 Mart’ta İstanbul’un işgaline geldik. Siz kitabınızda diyorsunuz ki, İstanbul’un işgali Ahd-i Milli’nin, yani Misak-ı Milli’nin kabul edilmesine İngilizlerin verdiği yanıttı. Ahd-i Milli ise aslında Barış Antlaşması’na Türkiye’nin verdiği yanıttı. Bunu biraz açar mısınız?
Biliyorsunuz Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, artık bir ulus devlet olacağına akılları yatmış kişilerden oluşuyor. Dolayısıyla arkalarında İzmir’in işgali dolayısıyla tam güvenemedikleri bir Wilson ilkesi var. O ilkeye göre Türklerin çoğunlukta oldukları yerler Türklere bırakılacaktı. Diyorlar ki “Erzurum’u Ermenilere nasıl verirsin? Türkiye’nin Suriye ile Irak sınırı nasıl çizilecek? Bunun belli olmasında bizim irademizin de masaya getirilmesi lazım. Daha fazlasını istemiyoruz.”
Ben o açıdan Ahd-i Milli’nin müthiş iyi düşünülmüş ve tam bir diplomasi harikası olduğunun kanısındayım. “Bizim çoğunlukta olduğumuz yerleri istiyoruz” diyorlar. Bu zor bir mesele, çünkü Batı Avrupa’da bile Fransızların oturdukları yerlerle Almanların oturdukları yerler iç içe.İşte bu temel üzerinden diyorlar ki “bizim imparatorluğun eski topraklarında bir gözümüz yok, ulus devlet kurmak istiyoruz ve bu devlet üzerinde kapitülasyonlar istemiyoruz.” Son derece minimalist, son derece gerçekçi bir program.
Ama İstanbul’un işgali büyük bir hata. O işi yapmakla ulusal hareketin hemen biteceğini sanıyorlar. Ayrıca orada İtilaf Devletleri’nin istihbaratının zayıf olduğu sonucuna varmamız lazım. Bir de galiba Yunan ordusuna fazla güveniyorlar. Yunan ordusunun karşısında toparlanıp durabilecek bir Türk ordusu zaten olmaz, diye bakıyorlar. Başta haksız da değiller, ama Ankara çabuk toparlanacak. Bir de korktukları başlarına gelecek: Ankara Bolşeviklerden sıkı yardım alacak, yani onu da unutmamak lazım. Dolayısıyla bana kalırsa çok büyük bir hata zaten o günlerde İstanbul’un işgali.
M. Kemal’i yaratan en önemli hatalardan biri diyebilir miyiz?
Evet, ama ben Mustafa Kemal’in o tarihte artık önderlik rolünü kabul ettirmiş olduğunu kabul ediyorum. Ancak ekmeğine yağ sürdü diyebiliriz. Baştan Heyet-i Temsiliye’nin içinde “Anadolu’da kuralım meclisi” diyen radikaller var. Ama sonra, “İstanbul’daki Meclis’e gitmezsek, bunlar devrimci, isyancı falan diyecekler gidelim. Başımıza bir şey gelirse o zaman Anadolu’da toplarız meclisi” diyorlar ki tahmin doğru çıkıyor. O açıdan da yani iyi bir siyasal çözümleme var orada. Baştan İstanbul’a gitmeyi kabul etmeyip meclisi Anadolu’da açsaydılar, o meclise 23 Nisan 1920’de gelen kadar insan da gelmeyebilirdi. Hatta yarısı bile gelmeyebilirdi. O açıdan işgal ile Mustafa Kemal Paşa’nın ekmeğine yağ sürdüler. Tabii Mustafa Kemal Paşa da biraz keskin sirke. Hemen bir kurucu meclis toplayalım diyor.
“16 Mart’ta İstanbul’un işgali İtilaf Devletleri adına büyük bir hata. Bununla ulusal hareketin hemen biteceğini sanıyorlar.”
Onun kafasında Fransız İhtilali var değil mi şablon olarak?
Onun kafasında basbayağı yeni bir Türkiye Devleti kurmak var. Bunu erkenden yapmak istiyor, ama yapamıyor.
Kâzım Karabekir biraz dizginliyor Mustafa Kemal’i kurucu meclis konusunda.
Evet, ama o zaten son derece meşruiyetçi bir adam. Tam bir memur kafasına sahip.
Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşuna geldik. İstanbul’da Meclis-i Mebusan’ın feshedilmesi Ankara’da 23 Nisan’da açılacak olan meclis için ciddi bir meşruiyet sağladı. Ancak bu iki meclis bire bir aynı meclis değil. İstanbul’daki mebusların bir bölümü Ankara’ya gelmiyor ve onların yerlerine yeni mebuslar seçiliyor. Bu iki meclis arasındaki fark nedir?
Aslında Ankara’daki meclis için bir seçim var, hatta biraz da garip bir seçim. Çünkü seçim kanununda değişiklik yapmadan, “bu olağanüstü bir meclis, bu yüzden seçimde şöyle bir şey yapacağız” diyorlar. Bizim eski seçim kanunumuzda temel seçim çevresi sancaktır. Ve sancakta yaşayan her 50 bin erkek nüfusa bir milletvekili seçilir. Büyük Millet Meclisi açılışı için sancağın büyüklüğü ve nüfusuna bakılmaksızın her sancaktan beş tane mebusun gönderilmesi kabul ediliyor. 19 Mart’ta Ankara’da bir meclis kurulması için seçim çağrısı sırasında Mustafa Kemal Paşa çok güzel bir hile yapıyor ve meclise meşruluk konusunda biraz daha fazla destek sağlayabilmek için İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın bütün üyelerinin de bu yeni açılacak olağanüstü meclisin doğal üyesi olacağını söylüyor.
Bir tür devamlılık sağlanıyor yani.
Evet. Zaten işin çok da hoş bir tarafı var. Buna kimse bakmamış. Büyük Millet Meclisi açıldığı zaman ilk çıkardığı kanun ne biliyorsunuz değil mi? Hayvancılıktan alınan vergiyle ilgili kanun çıkıyor. Neden biliyor musunuz? İngilizler İstanbul’da meclisi bastıkları sırada konuşulmakta olan kanun oydu da ondan. Dolayısıyla Ankara, “Nerede kalmıştık? Kaldığımız yerden devam” mesajı vermiş oluyor kamuoyuna.
Ama aslında bu, bir tür süreklilik yanılsaması. Çünkü mesela, “Ben İstanbul’daki mecliste ikinci başkandım. Birinci başkan da vefat etti dolayısıyla başkan oldum” diyen Celaleddin Arif çıkınca Mustafa Kemal seçim yaptırıyor ve başkan seçiliyor. Şimdi dolayısıyla bu yeni mecliste eskinin devamı da var, yeni şeyler de var.
Aslında Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi’nin kendisini nasıl tanımladığı da önemli. Bunu, meclisten geçen iki numaralı kanunda açık biçimde görüyoruz. İki numaralı kanun Hıyanet-i Vataniye Kanunu. Bu kanunda Büyük Millet Meclisi’nin bir tanımı vardır. Bu tanımda meclisin vatanı, milleti, saltanatı, hilafeti yabancıların elinden kurtarmaya matuf olarak kurulduğu söylenir. Saltanat ve hilafet kurtulunca meclise de gerek kalmayacaktır.
Bu bir devrim meclisi... Kuvvetler ayrılığı dediğimiz ilke Ankara’da yok. Hem yasama, hem yürütme tek elde…
Daha sonra buna yargı da eklenecek.
Evet, Eylül ayından sonra yargı da olacak. Ben bu konuda çok duyarlıyım. “İşte tarihimizdeki en demokratik meclis Birinci Meclis’tir” derler, bu yanlış. Belki tarihimizde en çok sesli meclistir. Bunu kabul ederim, ama o dönemde demokratik olmak için genel oy hakkına geçilmesi, belirli bir yaşın üzerinde her erkeğin oy kullanması lazım ki bu yok. Mesela, dünya ulusları arasında eğitim almış herkes ülkesinde genel oy hakkına ne zaman geçildiğini bilir. Bizde ise bilinmez; öğretilmez de. 3 Nisan 1923’ten önce genel oy hakkı yok bu memlekette, dolayısıyla belirli bir yaşın üstünde her erkeğin seçmen olmadığı bir ortamda demokrasiden söz edilemez. İkincisi ki bu siyaset bilimine giriş dersinde okutulur. Kuvvetler birliği varsa, demokrasi yoktur. Ayrıca seçim yok.
Eylül ayında çıkacak olan Nisab-ı Müzakere Kanunu, yani toplantı yeterliliği kanunu diyor ki, “Büyük Millet Meclisi amacına ulaşana kadar aralıksız olarak toplantı halinde kalır.” Bu ne demek? Seçim yok demek.
Şimdi böyle bir sisteme demokratik denmez. Ne denir? Devrim meclisi denir. Şimdi tarihçilik bizde maalesef bu alanda anayasa hukukçularının tekelinde kaldı. Anayasa hukukçuları devrimi anlatamazlar, çünkü devrim hukukun bittiği yerdir. O yüzden bir devletin bittiği yerden hemen başka bir devleti başlatmak zorundalardır. O yüzden de 23 Nisan 1920’de yeni bir devlet kurulduğunu iddia ederler, ki bu saçma bir şey, böyle bir şey yok. Mustafa Kemal çıkıyor, “Efendiler” diyor, “biz buna halk hükümeti diyoruz. Ne yapalım sizin o kitaplarda gördüklerinizden hiç birine benzemiyor. Biz zaten kimseye benzetmeyiz, kimseye benzememekle müftehirizdir (iftihar ederiz). Biz bize benzeriz.”
1920’de peş peşe çıkan isyanlar için “iç savaş” tanımına katılıyor musunuz?
Çok abartılı bir tanım. İç savaş deyince denge, nüfus ve güç konusunda daha bir büyük ölçekler akla geliyor. Asıl önemli şey, iç savaş dediğimiz zaman bir devrim, bir de karşıdevrim varmış gibi bir izlenim ediniyoruz, ki doğrusu da bu zaten. Halbuki Anadolu’daki isyanların bir kısmının, yani Ankara ile karşı karşıya kalan isyancıların bir kısmının İstanbul’un adamları olmadığını biliyoruz... Mesela Yozgat’ta Çapanoğlu. Ya da Doğu Anadolu’da birkaç ufak isyan girişimi. Dolayısıyla isyan dendiği zaman, hemen İstanbul’un kışkırttığı bir şey olarak görmemek lazım. Adam zaten asker vermek istemiyor, vergi vermek istemiyor. Mesela Koçgiri İsyanı, çıkaranlar Alevi halk. Onlar mı padişahın, halifenin adamı? Zaten onu da Alevi düşmanı Sakallı Nurettin Paşa kan revan içinde bastırdığı için Büyük Millet Meclis’inde yargılayacaklardı.
Ankara’yı saran Anzavur, Düzce, Konya isyanları...
Diğerlerinin İstanbul’la ilişkisi var, özellikle de Anzavur’un. Ama bunlar iç savaş diyebileceğimiz bir boyutta değil. Düşünsenize, Anzavur’un hakkından gelmeye bir Çerkes Ethem yetti. Hani iç savaş denilince Bolşevik Devrimi’nden sonra Kızıl Ordu’yla Beyaz Ordu arasındaki gibi, ya da Fransa’da 300 bin kişinin öldürüldüğü gibi, veya ABD’DE kuzeyle güneyin arasındaki savaş gibi kritik süreçler akla geliyor. Bizim durum bu yüzden bana biraz abartılı geliyor. Bir takım gericiler var mı Anadolu’da? Var. Ama unutulmamalı ki İttihat ve Terakki 1913’ten itibaren uyguladığı iktisat politikasıyla eşrafı kendisine bağladı. Anadolu’da eşrafın ezici bir çoğunluğu İttihatçı. Eşraf ne derse toplum da onun peşinden gider. Mesela, Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa”sında görüyorsunuz eşrafı. Eşraf kim? Müftü, büyük toprak sahibi, büyük tüccar, hâkim vesaire. Yani eşraf derken hep böyle yerli zenginleri anlamayalım... Aralarında münevverler de var, öğretmenler de. Bunların zaten yüzde 99’u mücadeleden yana. Bu yüzden karşı taraf hep zayıf olur. Tıpkı İstanbul’daki gibi. Ali Fuat Türkgeldi’nin anılarına bakarsanız, bir yerde Vahdettin’in de isyan ettiğini görürsünüz, “benim emrimde İttihat
çılarınki gibi kaliteli birkaç tane adam yok” diye. Yok, çünkü işe yarar yüz kişinin doksan dokuzu öteki tarafta. Böyle bir dengesizlikte de iç savaş bana biraz abartılı bir deyim gibi geliyor.
Bu çerçevede isyanları bastırdığı için kahramanlaştırılan bir “Çerkes Ethem” portresi çıkıyor ortaya.
Evet, İttihatçı, Teşkilat-ı Mahsusacı, diğerlerinden bir farkı yok. Yani ben Ethem Bey ile Topal Osman Ağa arasında hiçbir fark görmüyorum..
“Vahdettin ve Damat Ferit, “İttihatçılar savaş suçlusu, İngilizler onları pataklayacak, biz de o sayede ülkeyi yöneteceğiz” diye düşünüyordu.”
Hâkimiyet-i milliyeci mi Çerkes Ethem?
Evet, kesinlikle. Son aşamada Yunanlara sığınması noktasında ise talihsiz bir adam. Bakın, Osmanlı seçkinleri dediğimiz insanlardan bahsediyoruz. Bunların yüzyıllara dayanan bir bürokratik gelenekleri var. Emir, komuta, idare, vali, müşir, mirliva, bunlar o geleneğin anahtar kelimeleri. Ankara da yavaş yavaş bunu yeni baştan kuruyor. O zaman Ethem Bey gibi birinin yapabileceği iki şey var. Bir de yaptığına bakalım, neredeyse 8 ila 10 bin kişilik bir kuvvete komuta etmişsin, ama şimdi seni bir devlet teşkilatına geçmeye zorluyorlar. Yüzbaşı, bilemedin en fazla binbaşı yaparlar seni. “Biz zamanımızı doldurduk” deyip Bandırma’ya da gidemiyorsun, çünkü orası Yunan işgalinde. Mebus olabilirdi, ama o zaman seçim yok, Yenibahçeli Şükrü’nün milletvekili seçildiği ara seçim de yok. Çok daha sonra gelecek. Zaten çok ilginç, sona doğru yayınladığı bir bildiri var Ethem Bey’in. O bildiride barıştan yana olduğunu söylüyor. Ankara’nın biraz daha yapıcı olmasını istediği bir bildiri bu. Çünkü o dönem Yunanistan’la barış anlaşması imzalanacağı yolunda bir hava doğuyor. Yunanlar da o barış sonrasında terk edip giderler diye bir beklentisi var. Ne kadar gerçekçi bir beklenti, benim o konularda kuşkum var. Ama dediğim gibi iki ateş arasında kalmış olmanın acısını çeken biri Ethem Bey. Talihsiz bir hikâye...
Geldik Yunan taarruzuna. 22 Haziran’da Yunan taarruzu başlayacak, Bursa ve Balıkesir düşecek. Yunanları bu taarruza Ankara’yı barış anlaşmasına zorlamak için İngilizler mi yöneltti?
Öyle, ama bunu da sırf İngilizlere yüklememek lazım. Çünkü unutmayın, Yunanistan toprağa aç bir ülke, hani nasıl Orta Asya çağlar boyu her istikamette göç vermiş, Yunanistan da öyle. Ta antikçağdan beri durmadan göç veriyor. Çünkü toprak yok, olan da kıraç. Ege ise müthiş...
Almanların II. Meşrutiyet’te yaptıkları bir araştırmaya göre Menderes ve Gediz havzaları 100 milyon insanı besleyebilecek potansiyeli olan bir bölge. Yunanistan’ın da buna ihtiyacı var. Dolayısıyla İngilizlerden bağımsız kendi arzuları da var. Ama büyük oranda İngilizlerin payı da var bunda. Çünkü Ankara’yı, ya da Türk direnişini diyelim, Türk milliyetçilerini pataklayabilmek için yollanabilecek bir Fransız, ya da İngiliz birliği yok. Dolayısıyla öyle 80-100 bin kişilik bir İngiliz, ya da Fransız ordusunun Anadolu’ya gönderilmesi söz konusu değil. Zaten Ankara’dakiler bunu biliyorlar. Ama mesela Vahdettin bunu bilmiyor...
Bunu biraz açabilir misiniz?
Ali Fuat Cebesoy ile Kâzım Karabekir arasında bir yazışma var, Refet Bele’nin Samsun’da yaptıklarından dolayı İngilizler “oraya asker çıkartırız” diye tehdit ediyorlar. Ali Fuat, “kuru gürültüdür, blöftür, aldanmayın, bunların o işi yapacak güçleri yoktur” diye bir telgraf çekiyor. Kâzım Karabekir de yanına not düşmüş, “biz zaten üç aydan beri bunu biliyoruz” diye. Yani o çılgın Türkler, yedi düvele karşı söylemleri yanlış. Ankara’da her şey hesap üzerine. Vahdettin’in ve Damat Ferit’in İngilizlere bel bağlaması ise öyle değil, bilmiyorlar. “Bu İttihatçılar savaş suçlusu, İngilizler onları pataklayacak, biz de o sayede memleketi yöneteceğiz” diye düşünüyorlar.
Şimdi Yunanların bir şekilde Ankara’dan kurtulması lazım, ki kurtulabileceklerini de sanıyorlar, ama yanılıyorlar. Çünkü geldiler Eskişehir’i, Bursa’yı aldılar, ama inadı bir türlü kıramıyorlar.
Bu dönemde Ankara’da yeni devlet oluşumu görüyoruz, askere almak gibi, vergi toplamak gibi... Yani artık İstanbul’un tüm fonksiyonlarını Ankara’nın yerine getirdiği bir süreç başlıyor. Anadolu insanı hemen kabul etti mi bu durumu?
Hayır, hatta tam tersi. Asker kaçakları hâlâ en büyük sorun, ama unutmayın, Anadolu dediğimiz yerde eğitim olmadığı için milliyetçilik ideolojisi de yok. “Yaban” romanında o meşhur sahneyi bilirsiniz... “Bana ne” der, “Yunanları rahat bıraksalardı, İzmir’i Aydın’ı alır, orada kalırlardı. Mustafa Kemal Paşa ve adamlarının kabahati olmasa buraya kadar gelmezlerdi.” Hayatında en büyük olasılıkla yarıçapı 20 kilometre olan bir dünyada yaşıyor Anadolu insanı. Okul da yok. Tabii daha da önemlisi adamın zaten canı çıkmış Balkan Savaşları’nda, Birinci Dünya Savaşı’nda. Tam 10 yıldan beri savaşıyor... Tarla ekilmiyor, tarım yapılmıyor. Baba gitmiş, oğul gitmiş. Kalmış bir tane 17-18 yaşlarında bir genç. O da tarlayı mı sürecek, yoksa Mustafa Kemal Paşa’nın ordusuna mı gidecek? Şimdi bu çok önemli bir şey. Bunu istemiyorlar.
Ankara eşrafın toplumu harekete geçirebildiği oranda bir iş yapıyor ki istiklal mahkemelerini kurmalarının nedeni de zaten askerden kaçmaları önlemek. Bu mahkemede asker kaçakları ölüm cezasıyla yargılanıp idama mahkûm ediliyor, ama silahını alıp yeniden birliğine katılırsa ceza affediliyor. Şimdi eğitimin burada ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusu belki de dünya rekoruna sahipti asker kaçaklığı konusunda. Neden? Fransız ordusunda asker niye kaçmıyor? Diyelim kaçtınız ve köye geldiniz. “Namussuza bak, düşmandan kaçmış” denilip hemen ihbar ediliyor. Bizde ise “bu benim Mehmedim, gel oğlum bir çorba iç” deniyor. Vatan kavramı, düşmandan kaçmak kavramı yok. Bu düşünce henüz yok yani. O yüzden müthiş bir seçkin çabası gerekiyor Anadolu insanını askere almak ve orada tutmak için.
Sèvres Antlaşması sürecinde batıda en yaygın laflardan biri “Turkey is no more”du (artık Türkiye yok).
Sèvres Antlaşması’na geçebiliriz. O dönem Sèvres toplumda nasıl karşılandı?
Toplum ne olduğunu bilmediği gibi, haritaya da bakmamış. Sèvres’i önemseyen yine seçkinler... Tabii hangi açıdan bakarsanız bakın Sèvres bir rezalet, ama Versailles ne kadar rezaletse Sèvres de o kadar rezalet.
O dönemde “Turkey is no more” (artık Türkiye yok) lafı var. Mesela Versailles Anlaşması sırasında “Germany is no more” lafı çıkıyor mu?
Yok, ama Almanlar için yapılanlar da az buz değil. Şimdi Almanlara yapılanlar nasıl Nazizmi yarattıysa, Sèvres de bizde seçkin infiali yaratıyor. Peki o seçkinler niye infialdeler? Çünkü burada bir adaletsizlik var, üstelik Sèvres’i yapan insanlar kendi kendilerini tekzip etmiş oluyorlar. Çünkü Sèvres, Türklerin çoğunlukta oldukları toprakların Türklere bırakılacağına dair Wilson ilkesine tamamen aykırı. Hatta Amerikalıların yaptıkları araştırmada İzmir ve yöresinde bile Müslümanların yoğunlukta olduğu söyleniyor. Sèvres’in, I. Dünya Savaşı’nın çok uzamış olmasına Türklerin neden olduğu yolundaki iddialara dayanarak Türkleri cezalandırma operasyonu olması özelliği var.
Bugün Sèvres’i padişahın atadığı hükümetin imzaladığı ve onadığı görmezden gelinerek, “Sèvres zaten meclisçe onaylanmadığı için hiçbir zaman yürürlüğe girmedi” deniyor.
Sèvres imzalanıp onaylanmadı da, Antep’e, Maraş’a Fransız ordusu niye geldi? Zaten Sèvres diye bir şey imzalanması için İstanbul hükümetinin önüne konduğunda, Sèvres’in öngördüğü o yerleri Yunanistan, Fransa işgal etmiş bulunuyordu. Bakın Avrupalılar Napoléon’dan sonra Cihan Harbi büyüklüğünde bir savaş yapmadılar. Böyle topyekûn bütün ulusların seferber olduğu bir savaş yok. Birinci Dünya Savaşı patladığında da, bu savaşın dört yılda biteceği tahmin edilmiyordu. Hatta haftaya falan biter diye düşünüyorlardı.
Bir de komutanlar okullardan mezun olduklarında makineli tüfek çok bilinen bir silah değildi. Siper diye bir şey Birinci Dünya Savaşı’ndan önce yok ki. O öyle bir şok ki. Onun acısını işte Almanlardan, Macarlardan, Avusturyalılardan, Türklerden çıkartıyorlar.
İlk günden itibaren Sovyet Rusya Ankara’yı desteklemiş gibi bir algı var. Aslında Sovyet Rusya 1920 başında Ankara’ya “Ermenistan’a siz şu vilayetleri verin” diyen bir ülke konumunda...
O çok uzun sürmüyor. Ve ben onun da ciddiyetine inanmıyorum. Mesele Brest-litovsk Antlaşması’nın Bolşeviklere silah zoruyla imzalatılmış olması ile ilgili. Sonunda 1878 Berlin Antlaşması ile kaybettiğimiz üç livayı - Kars, Ardahan ve Batum - geri vermek istemiyorlar Bolşevikler orada. Ama sonunda barış olsun diye tamam deyip veriyorlar. Ne ki ondan sonra yan çizmek istiyorlar. Ayrıca, kaybettiklerini o kadar içlerine sindirememişler ki 1940’da geri almaya kalkacaklar. Toprak olarak Brest-litovsk’ta verilenin bir kısmını geri almaya çalışalım dediklerini kabul ediyorum. Zaten son kertede de orada Türkiye bir centilmenlik yaparak Brest-litovsk ile alınan Batum’u Bolşeviklere bırakacak. Ama gerisini tutacağız.
Sovyet Rusya’nın Dışişleri Halk komiseri Georgiy Çiçerin’in Van’ı, Bitlis’i, Bingöl’ü Ermenilere verin yolunda bir talebi yok mu Ankara’ya?
Var, ama çok uzun sürmeyecek. Sonunda görecekler ki, Türkiye’ye, Ankara’ya yardım etmek, onun yanında olmak kendileri için, Ermenilerin, ya da Gürcülerin istedikleri toprakları desteklemekten daha yararlı. O yüzden “tamam alın” diyecek Lenin. Ankara da Kâzım Karabekir’e ileri harekât için yeşil ışığı yakacak. Karabekir de tekrar alacak buraları. Bir anti-türk, ya da pro-ermeni, ya da pro-gürcü tutum diye bir şey yok. Bolşevikleri, Rus Çarlığı’nın topraklarını aynı şekilde elinde tutmaya çalışan adamlar gibi görmeniz lazım. Polonya’yı nasıl vermek istemiyorlarsa, 1878’de aldıkları üç vilayeti de geri vermek istemiyorlar. Bizimkilerin de işine geliyor. Çünkü Bolşeviklerden başka yardım alınabilecek bir ülke yok. Bu yüzden bizim bütün milliyetçiler o dönem de Azerbaycan’ın Bolşevikleşmesi için çabalıyor. Çünkü Sovyet Rusya’yla Türkiye arasında Bolşevik olmayan bir ülkenin bulunmaması lazım karadan yardım alabilmek için.
Mustafa Kemal’in o konuda bir konuşması var. “Sovyet yardımı alabilmemiz için Sovyetler ile sınır olmamız lazım. Bunun için Gürcistan, Azerbaycan ile konuşmamız lazım” diyor.
Tabii, çünkü Gürcüler Menşevik, Ermeniler de Taşnak, dolayısıyla Bolşeviklerle araları bozuk. Tabii Rusya’yla araları bozuk olduğu için Fransız ve İngilizlerle de araları
çok iyi. Bir de Karadeniz İtilaf donanmasının kontrolünde olduğu için yardım sadece karadan gelebiliyor. Bu durum ise yardımın gelmesine engel olduğu gibi, Türkiye’nin yeniden İtilaf ülkeleri tarafından sarılma tehlikesini de ortaya çıkartıyor. O yüzden Bolşeviklerin tekrar Güney Kafkasya’yı ele geçirmesini Ankara istiyor.
Sovyet Rusya’nın elinde Enver Paşa var, Türkiye Komünist Fırkası da Mustafa Suphi tarafından yeni kurulmuş. Bir tarafta da Ankara var. Enver’i Mustafa Kemal’in yerine geçirtme gibi bir planı var mı Sovyet Rusya’nın?
Yok, Enver’i yedekte bekletme politikası kuruyorlar. Çünkü Sakarya Savaşı’na kadar Ankara’nın dayanıp dayanmayacağını bilemiyorlar. Sakarya’dan sonra da Enver’in ipini kesiyorlar. O da çekip gidiyor.
Aslında Sovyet Rusya’yı biraz evvel sözünü ettiğimiz politikaya ikna eden insanlardan biri Enver. Daha Almanya’dayken konuşuyorlar, “İngiliz emperyalizmine karşı mücadele edersek bu durum sizin lehinize olur. Dolayısıyla bizim bu mücadelemizde bize destek olun” denililnce Sovyet Rusya da tamam demeye başlıyor. Hem Talat Paşa’nın, hem Enver Paşa’nın Berlin’de Karl Radek ile görüşmesi var. Dolayısıyla bu daha erkenden düşünülmüş. Zaten 1919’da Mustafa Suphi’ler daha Kırım’dayken yine ilişkiler var. Aynı düşmanla savaşıldığı için destek olma fikri oluşuyor.
Biliyorsunuz, Mustafa Suphi’yi kimin öldürttüğü hâlâ tartışılıyor. Ama sonuç olarak lider Türklerden biri öldürtüyor, ancak ona rağmen Bolşevikler yardıma devam edecekler. Neden? Çünkü Türklere yardım etmek, “biz o eski Çarlık Rusya’sı değiliz” diyebilmelerini sağlıyor Rusya’daki Müslümanlara.
Böylece kendi rejimlerini tahkim ediyorlar değil mi?
Evet, dolayısıyla biz ne kadar Bolşeviklere mahkûmsak, onlar da bize mahkûm. Mustafa Kemal de bunu bildiği için Mustafa Suphi’yi aradan çıkartabiliyor.
Yunan harekâtından sonra Mustafa Kemal’in Veliaht Abdülmecit Efendi’yi Ankara’ya çağırdığı doğru mu?
Belki çağıran olmuştur, ama resmi bir şey yok, uydurma. Tam tersi Atatürk’ün böyle bir şey yapmasına imkân yok. Kendisi 1919’dan beri cumhuriyetçi.bırak Abdülmecit’i, İnebolu’ya kadar gelmiş olan oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi’yi bile geri gönderiyorlar. İstemiyorlar. Yani, Ankara’da böyle bir olay olması halinde çok mutlu olacak bir takım insanlar vardır, ama Mustafa Kemal ve çevresindeki grubun kesinlikle Osmanlı hanedanını bu işe ortak etmeme konusunda net bir tavrı var. Ankara’da başta olan ekip hiç istemiyor. Çünkü hanedandan birilerinin Ankara’da bu
lunması saltanatı kaldırmaya engel olurdu. Halbuki Mustafa Kemal daha 1919’da bu söylediğimiz olaylar daha ortaya çıkmadan önce kafasına koymuş saltanatı kaldırmayı.
Milli Mücadele içinde 1920’nin en karakteristik özelliği nedir?
Büyük Millet Meclisi tabii, ama demin konuştuklarımızdan yola çıkarak. Sonuçta bütün her şeyi yapacak olan bu meclis. BMM, 1920’deki en önemli şey bu.
Peki 1919’da bir yola çıkıldı, ama 1920 sanki bir kavşak gibiydi, yani başka bir yola doğru da gidilebilirdi. Bunu diyebilir miyiz?
Evet, ama eğer şöyle sorarsanız derim: 1920 mesela 1923’ü açıklamıyor. 1923’teki cumhuriyetin ilanını 1920’de Bmm’nin açılmasında gören ekolün ben doğru düşündüğünü kabul etmiyorum.
Peki bu anlamda en büyük kırılma İstanbul’un işgali midir? İstanbul işgal edilmese ve Meclis-i Mebusan siyasal yaşamına devam etse, başka bir Mustafa Kemal portresinden konuşmak mümkün olur muydu?
Belki o da gelirdi İstanbul’a. Bilemiyorum. Bu tabii tam tarih sorusu değil, ama şunu söyleyeyim: Mesela 16 Mart 1920, 23 Nisan 1920’yi tetikleyen bir şey. Ama 16 Mart olmasa, 23 Nisan yerine, 28 Kasım 1921 falan gibi bir başka tarih olurdu. Çünkü sonuç olarak 16 Mart’a neden olan şey Ahd-i Milli. Ahd-i Milli’yi ise İngiliz okuduğu zaman, “Böyle bir şey olmaz, İstanbul’u vermem o zaman” diyor. Çünkü kafasında Sèvres var.
Bu noktada 1920 için mücadelenin en zor yılı diyebilir miyiz?
Evet.çünkü para yok, pul yok, ki olsa bile milleti seferber edecek bir ideolojin yok, biraz önce bahsettiğimiz gibi asker kaçaklarından geçilmiyor. Düşün 1930’larda hâlâ eşkıyalık bitmemiş vaziyette. Ayrıca Yunan harekâtı da milli mücadeleyi destekleyen ulusal bir seferberlik durumu yaratmıyor. O yüzden Yakup Kadri “Yaban”ı yazdığında aslında gerçeği anlatıyordu, ama iktidar bunu sevmedi. Çünkü vatan, millet, Sakarya olsun istiyordu iktidar. İşte tarih kitaplarında Yunanlar çıktı İzmir’e, Ayvalık’a Türk ulusu şahlandı falan yazar. Türk ulusu şahlanmıyor, çünkü Türk ulusu yok. Türk ulusu olabilmesi için ilkokul; “Türküm, doğruyum, çalışkanım”; “gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür” lazım.
O yüzden ulusun ulusçuluğu değil, ulusçuluğun ulusu yarattığı söyleniyor. Bütün bunlar yok. Sadece Sakarya’da Tekalif-i Milliye Kanunu’yla milletin çorabına kadar alınıyor, ama işte Sakarya da o sayede yapıldı ve toplum da son kertede bunu kabul etti. Bana kalırsa orada da iyi bir propaganda çalışması var. 1922-1923’te Mustafa Kemal ve ekibinin toplum gözündeki meşruluğu tarihimizde belki de hiç kimseye nasip olmayan bir şey.
Düşünebiliyor musun? Yüzyıllardır dayak yiyorsun, yüzyıllardır toprak kaybediyorsun. Zaten Türkiye çok ilginç bir ülke. Hepimizin ailesinde bugün Türkiye olmayan yerlerde doğmuş dedeler, nineler var. İmparatorluk küçüldükçe sen adına Türkiye denilen bu yere gelmişsin. Şevket Süreyya Aydemir “Suyu Arayan Adam”da diyor ki, “benim doğduğum yerde” diyor, “burada da kalıcı olamayacağımızı, buradan da bir gün göçeceğimiz düşünülüyordu.” Edirne’den bahsediyoruz. Yani bir gün Edirne de elimizden gidecek diyormuş Şevket Süreyya’nın annesi ve babası, ki gitti de, birkaç ay da olsa. Yani Mustafa Kemal 1923’te “öl” dese ölecekler. Dolayısıyla da karşılığını alacak