“İstanbul’un Surları”
Toplam uzunluğu yaklaşık 22 kilometre olan İstanbul’un surları, Doğu Roma ve Osmanlı başkentlerini yüzyıllar boyu koruyan, Avrupa’nın en uzun savunma hattı özelliğini taşıyan tarihi bir miras.
Murat Sav
İstanbul, 325 yılından bu yana tarih sahnesinde kendisine özel bir yer edinmiş birkaç kent arasındadır. Büyük topların dökülerek, kaleleri ve surları tehdit ettiği Yeni Çağ’a kadar insanoğlu iskân alanlarını mukavemetli surlarla korumaya çalışmıştı. Arkeolojik araştırmalar sonucu, İstanbul’daki bilinen ilk iskânın günümüzden yaklaşık 8.000 yıl önceye gittiğini öğreniyoruz. Romalı Plinius’un Naturalis Historia’sında geçtiğine göre, İstanbul’un ilk adı Lygos’tu. M.Ö. 7. yüzyılda Megaralılar’ın İstanbul’u yurt edinerek, şehre Byzantion adını verdiklerini biliyoruz. Bu dönem Byzantion, yalnızca Sarayburnu ve yakınını içeren bir sur hattıyla kuşatılmıştı. Roma döneminde surlar genişletilerek, daha batıya alınmış; İmparator Constantinius döneminde ise bir miktar daha batıya taşınmıştı.
İstanbul’un bilinen ilk sur sistemi, kabaca tarif etmek gerekirse, günümüzde üzerinde Topkapı Sarayı’nın yayıldığı Sarayburnu Tepesi ve etrafını çevrelemekteydi. Surların üzerinde, şimdiki Ayasofya Meydanı’na açılan bir kapı vardı. Bu kapının, Bab-ı Hümâyun Kapısı’nın yerinde olduğu ve Thrakion Meydanı’na açılan, antik kentin ana kapısının olma ihtimali üzerinde durulmaktadır. Roma ve Bizans dönemlerinde yenilenen surların Sarayburnu’na denk gelen, deniz yönündeki bölümlerinin, Byzantion surlarının üzerine oturması kuvvetle muhtemeldir. Hatta Byzantion surlarının deniz tarafının ana kayanın temel olarak kullanılması ile yapıldığı, benzer örneklerden hareketle kabul edilebilir. Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde düzlük alan elde etmek amacıyla kıyı şeridinin önemli ölçüde doldurulması nedeniyle surlar daha iç bölümde kalmış, doğal arazi yapısı ve kıyı şeridi kaybedilmişti.
Roma surları
Roma İmparatoru Septimus Severus (İmp. 193-211) kuşattığı şehirde kendisine direnen kent halkını cezalandırmak, savunmasız bırakmak amacıyla şehri ele geçirdikten sonra surlarını yıktırır. Ardından, oğlunun isteği üzerine büyük bir restorasyon ve yeni ya
pılarla imar faaliyetleri gerçekleştirir. 200’lerin başlarındaki bu imar faaliyetleri esnasında kent büyütülür, doğal olarak surların batısı daha batıya, bugünkü Çemberlitaş’a kadar taşınır. Surun ana kapısının yeri ise Çemberlitaş Tepesi’nin zirvesine rastlar.
Constantinius surları
Son sur güzergâhının inşa edildiği dönemden yaklaşık 100 yıl sonra Byzantion farklı bir kent olarak yeniden doğmaya hazırlanır. Roma tahtını tek başına yönetmeye başlayan İmparator Büyük Constantinius, 320’li yıllarda kentin surlarını yıktırdıktan sonra yeniden inşa ettirmeye karar verirken, iskânın da gelişmesini göz önüne almış ve kent surlarını daha batıya taşıtmıştı. Constantinius, surları Samatya-yavuz Selim-cibali hattına kadar genişleterek, İstanbul’u Yeni Roma adıyla başkent ilan etmişti. Constantinius surlarının batıya açılan ana (tören) kapısının bugünkü Cerrahpaşa civarındaki Esekapı/İsakapı adlı yerde bulunduğu sanılır.
Theodosius surları
Kadim kent İstanbul’un zamanımıza kadar ulaşan surları ise 5. yüzyılın başlarında, İmparator II. Theodosius (İmp. 408-450) tarafından yaptırılmıştır. 5. yüzyılda, Kavimler Göçü’nün yan etkileri şiddetli şekilde devam etmekteydi. Gotlar, Roma topraklarına sıklıkla rahatsızlık vermekteydiler. Bunun yansıması olarak Konstantinopolis’in sur siteminin güçlü olması gerekiyordu. Hem bu nedenle hem de iskânın Constantinius surlarının dışına taşmış oluşundan dolayı kent surları batıda, bugünkü mevcut yerine taşınırken oldukça tahkimatlı biçimde yapılmıştı. 413 yılında Vali Anthemius tarafından başlatılan sur inşaatının tamamlanması aşamalı olarak 440 yıllarına dek sürdü. 447 yılındaki depremde yıkımlar yaşanınca, bu kez dönemin valisi Konstantinos Cyrus tarafından onartıldı. Kara surlarının kuzeyi, bugünkü Ayvansaray kısmı, Blakherna sitesine denk gelmekteydi ve savunma açısından zayıf, eski surlara sahipti. Bu güzergâhın da bu esnada kuvvetlendirildiği sanılmaktadır.
Toplam uzunluğu yaklaşık 22 km olan İstanbul’un surları, Avrupa’nın en uzun savunma hattı özelliğindedir. Batı tarafında, Trakya topraklarına açılan kesimde kenti sınırlandıran surlar, “Kara Surları” olarak adlandırılır. Haliç kıyısı boyunca uzanan surlar, “Haliç Surları”; Marmara Denizi kıyısı boyunca uzanan surlar, “Deniz Surları” olarak tanınır. Yedikule’ye
İstanbul’un zamanımıza kadar ulaşan surları 5. yüzyılın başlarında, İmparator II. Theodosius tarafından yaptırıldı.
kadar devam eden deniz surları, bu noktadan Haliç’e doğru yönelerek ve Silivrikapı-topkapı-edirnekapı-ayvansaray hattını izleyerek, Haliç’le buluşur. Sonraki dönemlerde çok kez tamir gören surların Tekfur Sarayı ile “Haliç Surları”nı birleştiren kısmı 7. yüzyılda yapılsa da bir kısmı sonradan önemli değişikliklere uğrar. Blakherna’ya denk gelen surlar V. Leon, Heraklius ve Manuel Komnenos dönemlerinde yapılır.
Deniz surları ortalama 15 m yüksekliğinde olup, eski kaynaklarda, yüksekliği 20 m olan 188 burçtan bahsedilmektedir. Dört köşeli burçlar, sonraki dönemlerde beş veya altı köşeli olmuştur. Deniz surları üzerinde sekiz adet büyük kapı ile altı adet de liman bulunuyordu. I. Theodosius’un 388-390 yıllarında yaptırdığı Altın Kapı’dan (Porta Aurea) Haliç’e uzanan kara surları, Tekfur Sarayı’na kadar 96 adet kuleye sahiptir ve kule araları yaklaşık 70 m’dir. Kuleler dörtgen, altıgen, yedigen ve sekizgen gibi poligonal geometriye sahiptir. 10 adet büyük kapı ile bazı küçük kapıları barındıran kara surlarından sonra başlayan ve Tekfur Sarayı’ndan Haliç’e inen surlarda 13 adet dörtgen ve yarım yuvarlak kule bulunmaktadır. Surların bir kısmı mevcut olmayıp, en çok kendini koruyan kısım kara surlarıdır.
Şehrin önemli kapıları
Theodosius Surları’nın resmedildiği en eski görsellerden biri Bizans dönemine aittir. 1420’lerde geldiği Konstantinopolis’te yaptığı şehir tasvirleri ile önemli bir işi gerçekleştiren İtalyan Buondelmonti’nin tasvirinde kara surları iki kademeli görünürken, Blakherna kısmı ve deniz surları tek sur sistemine sahiptir. Haliç suru üzerinde en az 7 kapı açıklığı görülürken, kara surlarında kapılar kesite girmemekte, sadece Yedikule’deki “Altın Kapı” görünmektedir. Bunun dışında surlarla ilgili en önemli çalışmalar, 19. yüzyılda başlar ve gerek planlar ve gerekse görseller eşliğinde surların tanıtımı yapılır.
Deniz surları ortalama 15 metre yüksekliğindedir ve eski kaynaklarda, yüksekliği 20 metre olan 188 burçtan söz edilir.
Surlar üzerinde, ilk yapıldığı döneme ek olarak Bizans’ın çeşitli dönemlerinde ve hatta Osmanlı döneminde açılmış kapılar mevcuttur. Bu kapıların bazıları askeri amaçla yapılmışken özellikle “Altın Kapı” (Porta Aurea) çok önemli törenler esnasında kullanılırdı. Bugünkü Ayasofya’nın önündeki Augustaion Meydanı’ndan başlayan ve geniş bir yol olan Via Egnatia (yolun adı, Makedonya Prokonsülü Gnaeus Egnatius’tan gelmektedir: Egnatia Caddesi), Porta Aurea’ya bağlanırdı. Osmanlı döneminde de aynı fonksiyonlar devam etmişti. Hatta son Osmanlı döneminde sur kapılarının iç tarafında yapılan karakollar vasıtasıyla kente giriş-çıkışlar denetlenir, salgın hastalıklar sırasında kapılara görevliler yerleştirilerek, gerekli kontroller yapılırdı. Kara surlarının diğer önemli kapısı bugün Edirne Kapısı adıyla bilinen Porta Charisius idi. Deniz ve Haliç surları tek kademeliyken, kara surları üç kademeden oluşur. Kara surları, Roma tahkimat sistemine uygun biçimde inşa edilmişti. Üçlü sistemin ana çekirdeğini oluşturan ilk sur duvarlarına büyük surlar (mega teikhos) adı verilirken, onun önündeki daha düşük kottaki surlar dış surlar (ekso teikhos) ve öndeki hendeğe taphros denilmekteydi. Geç Roma döneminin inşaat tekniği dahilinde kalınlığı 5 metre civarında olacak şekilde, duvarın dış cidarları kesme taş (kalker/küfeki) kullanılarak ve isodom tekniğinde (taşların şaşırtmacalı dizilimi şeklinde) inşa edilirken, taşlar yatayda demir kenetler; düşeyde zıvanalarla birbirine bağlanırdı. Duvarın iç kısmı ise moloz taş ve tuğla parçaları vasıtasıyla, bağlayıcı olarak da horasan harcı kullanılarak dolgulanırdı. Belli kotlarda ise (1-1.5 metre aralıklarla) tuğla derzler kullanılırdı. Genellikle 5 sıra tuğla ve 8-9 sıra taşlarla örgü yapılmıştır. Duvarların çalışmasını sağlamak için de hem duvar içine, duvarı kesecek şekilde hem de duvar uzamında ahşap hatıllar atılırdı. Duvarların tahkimatını artırmak amacıyla belli aralıklarla kulelerle destek verilirdi. Surlardaki kuleler, inşa edildikleri dönemin anlayışına göre şekillendirilmişti. Örneğin ilk kuleler dairesel veya yarım daire şeklindeyken daha sonraları kare ve çokgen kuleler inşa edildi. Kulelerin içleri boş olmayıp, konsol yuvalarından da anlaşılacağı üzere ahşap kat atılmaktaydı ve üstleri ise ahşap, konik bir çatıyla örtülürdü. Kuleler savaş ve kuşatma zamanı dışında farklı işlevlerle kullanılırdı.
Yedikule-tekfur Sarayı arasında uzanan İstanbul kara surlarının sur dışı kısmında derince ve geniş bir hendek bulunurken, ardından ön karşılama sur duvarı hattı yer alır. Bu duvarların yüksekliği daha düşüktür ve küçük burçlara sahiptir. Asıl sur duvar hattı bundan sonrakilerdir. Hendek üzerinde, sur kapılarının karşısında geçiş için bir köprü bulunurdu. Köprüler, kuşatma zamanlarında yıkılırdı. Hendeği aşan düşman askerleri ilk sur duvarında engellenirdi. Orayı da aşan kişi iki sur duvarı arasındaki boşluğa girerdi. Bu bölümden çıkması pek mümkün olmazdı. Zaten bu kısmı aşan ordu da kenti fethetmiş olurdu ki, bunu Sultan II. Mehmet’in ordusu gerçekleştirecekti.
Osmanlı surları nasıl korudu?
İstanbul’un kuşatılması ve fethi sonrasında, yani 1453 yılında bir gerçek ortaya çıktı: O güne kadar yapılmamış devasa topların üretilerek, son derece tahkimatlı olan İstanbul surlarını yıkmasıyla birlikte artık kent savunmasında surların öneminin kalmadığı... Ancak bu durum İstanbul surlarının korunması konusunda bir olumsuzluk yaratmadı. Fetihten hemen sonra Fatih’in talimatıyla surların zarar gören bölümleri onarıldığı gibi Yedikule’ye adını veren kuleleri de kendisi ekletti. Osmanlı arşivlerinde surların
onarımına dönük çok sayıda belge vardır. Ayrıca sarayın yeri olarak Sarayburnu’nun seçilmesi, deniz tarafı surlarının korunması oldu.
20. yüzyıldaki restorasyon çalışmaları
Haliç surlarının bir kısmı ne yazık ki çeşitli sebeplerle günümüze ulaşamamıştır. Bu durumun ortaya çıkmasında başlıca üç etken sayılabilir. İlki, doğal afetler; ikincisi, 19. yüzyılda başlayan imar faaliyetleri ve sonuncusu da yüzyıllardır devam eden iskân şekli. Bu surlara ait kuleler ev olarak kullanılırken, surların üzerine veya duvarları kullanılarak, bitişiklerine konutlar inşa edilmiştir. Bir kısmında özel mülkiyet bulunan surların halen varlığı bilinen, konut ve yapıların arasında saklı kalmış olan kısımları bulunmaktadır. Surların korunması konusunda Osmanlı döneminde yapılan onarımlar çok çeşitli ve önemlidir. Ancak bunun yanında 19. yüzyıldaki imar faaliyetleri sırasında, mesela 1880’li yıllarda Sirkeci-halkalı tren yolu yapılırken deniz surlarının bazı parçalarının yıktırılmasından dolayı surların bir kısmı kaybedilmiştir. Bu çalışma sırasında Yedikule surlarının denizle buluşan kısmı, Bukoleon Sarayı’nın devamı ve bazı sur parçaları; Ayvansaray’ın Haliç’e kıvrılarak dönen kısmı da Eyüp güzergâhında yol açma çalışmaları sırasında yıktırılacaktı. Ayrıca Osmanlı döneminin son yıllarındaki savaşlar ve içinde bulunulan ekonomik koşullardan ötürü surlarla fazla ilgilenilememişti. 1894 depremi kara surlarında önemli tahribatlar yapmış, Topkapı’ya kadar olan kesim ne yazık ki hiçbir zaman onarılmamıştır.
Topkapı-edirnekapı arasındaki kara surlarında ilki 1950’li yıllar; ikincisi 1980 ve 90’lı yıllar; üçüncüsü 2000’lerin başları olmak üzere üç onarım dönemi olmuştur. 1950’lerdeki fethin 500. yıldönümü kapsamında Topkapı’daki Ulubatlı Hasan Burcu ve surların bazı kısımları onarılmıştır. Aynı dönemdeki yol açma faaliyetleri sırasında Vatan ve Millet Caddeleri’nin Suriçi’ne giriş sağlanacak kısımları yıktırılmıştır. Buna binaen Edirnekapı ve kapının iki tarafı oldukça bakımsız durumdayken 1950’li yılların ortalarında onarılmış, daha evvel yıkılmış olan üst kotları
tamamlanmıştır. Bu onarım sırasında bağlayıcı harç olarak çimento kullanılmıştır ki, o dönemki anlayışın gereği olarak bu kullanımlar normal karşılanıyor, hatta tavsiye ediliyordu. 1955 ve 1956 yıllarında Yedikule’deki Altın Kapı ve yakındaki surlar Y. Mimar Cahide Tamer tarafından onarılmıştır. Bu sırada yapılan onarımlarda taş ve tuğlalarda çürütmeler yapılarak, farklı dönemlerde yapılan tamiratların heterojen özelliklerine uymaktansa homojen bir onarım tercih edilmiştir. 1980’lerde Belgrad Kapısı ihya edilirken Mevlevihane Kapısı ile Silivrikapısı’nda da restorasyon gerçekleştirilmiştir. 1990’larda ise kara, deniz ve Haliç surlarının bir kısmında onarımlar yapılmıştır. Edirnekapı-tekfur Sarayı arasındaki sur duvarları ve kuleler de bu sırada onarılmıştır. Tüm bu onarımlar, genel itibarıyla titiz rölöve ve belgeye dayalı olmadığından, özgün duvar örgüleri taklit edilerek yapılmıştır. Daha ziyade tamamlama anlayışının benimsendiği 20. yüzyıl sürecinden sonra 21. yüzyılda surlar için restorasyon ve güçlendirmeler gündeme gelmiştir. Topkapı Sarayı’nı çevreleyen surlarla birlikte Yedikule’deki hisarın restorasyonlarının yapılıyor oluşu ve kara surlarında güçlendirmelerin başlaması, kent surlarının korunması açısından önemli ve sevindiricidir. Surlar düzen, plan ve temel özellikler itibarıyla homojen olsa da hem Bizans hem de Osmanlı dönemlerinin çok çeşitli onarım ve yenileme izlerini taşıdığından heterojendir. Bu nedenle güncel restorasyon ilkeleri çerçevesinde, yapılacak çalışmalarda tüm dönemlerin izlerine saygı duyulmalı ve çok yönlü bir anlayışla restorasyona yön verilmelidir.
Fethe ait izler
Kara surlarının önündeki daha düşük kottaki dış surların çok az kısmı günümüze ulaşmıştır. Ancak bir kısmının hâlâ bugünkü zemin kotunun altında da olsa belli yükseltisinin durduğu; hendeklerin de özellikle Yedikule’ye doğru olan bölümün varlığını sürdürdüğü görülmekte. Surların en sağlam ve özgün bölümlerinin hendek ve ön sur sistemiyle birlikte ortaya çıkarılarak, görünür kılınması sur sisteminin algılanması açısından bir değer oluşturabilir. Sur çevresinde yapılacak arkeolojik kazılarda çok sayıda önemli obje, Bizans dönemine ait mezarlar ile belki kuşatmaya ait bazı detayların; özellikle kuşatma sırasında Eğrikapı hattında lağımcıların kazdığı tünellere ait izlere rastlanabileceği de ihtimal dahilindedir l