Necla Sertel - Aktris dediğin nedir ki?
1920’lerde bir avuç cesur kadın her türlü baskıya rağmen sahneye çıktı ve birçok bedel ödedi. Onlardan birinin, ilk kadın tiyatrocularımızdan Necla Sertel’in hayat hikâyesi...
Filiz Terzi
“Yanında oturan meşhur Afife!” diye fısıldadı arkadaşı. Alemdar Sineması’ndan çıkmış, tramvayla mektebe dönüyorlardı. Kadınlar tarafında, pencerenin yanındaki sürmeli gözlü, şık giyimli, genç ve güzel kadının yanına oturmuştu. Necla ilk anda anlayamadı: “Afife kim?” diye sordu. “Hani Darülbedayi’de sahneye çıkıyordu. Sonra hükümet men etmişti” dedi arkadaşı. Yüreği ağzına gelecekti adeta. Sahneye çıkıp rol yapan ilk Türk kadınıyla yan yana oturuyordu. Bu olayı sonraki yıllarda anlatırken ne konuştuklarını, ne anlattığını hatırlamadığını söyleyecekti. Sadece Afife’nin söylediği şu cümleler aklında kalmıştı: “Beyazıt’ta Bakırcılar içinde Pembe Konak denilen bir yer var. Orada ‘Yeni Sahne’ isimli bir tiyatro heyeti teşkil edildi. Müracaat edin. Belki sizi alırlar.”
Beyazıt’ta tramvaydan atladı. Pembe Konak’a gitti ve “Ben tiyatrocu olmak istiyorum” dedi. “Yaşınız müsait değil. Mektebinize devam edin. Büyüyün öyle gelin” cevabını aldı. (Bazı kaynaklarda bu sözleri söyleyenin Muhsin Ertuğrul olduğu yazmakta.) “Çok fena yapıyorsunuz” dedi Necla. “Artık nasılsa mektebe devam
“Ziya’nın heyetinde Necla isminde birkız var. Sahnede hiç fena değil. Sizin aranıza girerse, çok ilerler.”
edemeyeceğim. Beni hangi tiyatro alırsa oraya devama başlayacağım.” Üsküdar Kız Sanayi Mektebi’nde okuyordu. Babası Hazine-i Hassa muhasebecisi Kadri Bey, Meşrutiyet’in ilanından kısa süre önce vefat etmiş; annesi Bağdat Mollası’nın kızı Ayşe Sıdıka Hanım da ardından fazla yaşamamıştı. Necla ve kardeşi Nihat’ı teyzeleri himaye ediyordu. Teyzesi, Necla’nın okul sıralarında çıktığı müsamerelerin tesiri altında kalmasından çok rahatsızdı. Tatil günleri gittiği sinemalarda seyredip hayran olduğu Pina Menichelli gibi giyinip, onun gibi harekat etmeye başlayınca teyzesiyle tartışmaları büyüdü. Necla tiyatrocu olmak istediğini söylediğinde yaşanan kriz sonrası, sütninesinin yanına yerleşti. Orada da fazla kalmayacaktı. Tiyatro onu kendine doğru çekiyordu.
Tepebaşı Tiyatrosu’nda Burhanettin Tepsi’nin karşısındaydı bu sefer. Mütereddit bir hali vardı büyük aktörün. “Birkaç gün sonra gelin tekrar konuşalım” dedi. Üç gün sonra erkenden tiyatroya gittiğinde Burhanettin Bey’in Avrupa’ya gittiğini öğrenecekti. Hayal kırıklığıyla tiyatrodan çıkacakken bir adam karşısına dikildi: “Benimle çalışır mısınız?” diye sordu. İleride genç yaşta vefat edecek olan aktör Ziya idi bu: “Benim de bir tiyatro heyetim var. Burada, Tepebaşı’nda oynayacağız. Yeni bir piyes prova ediyoruz. İsterseniz sizi de aramıza alalım.”
Necla derhal peki, dedi. Ne olursa olsun, ne çeşit, ne kıymette bir tiyatro olsun girecekti. Verilen rolü bir gecede ezberledi. Ertesi gün provalara başladılar. Ve sonraki yıllarda adeta evi olacak; önce Darülbedayi sonra Şehir Tiyatrosu adı altında yıllarca sahneye çıkacağı Tepebaşı Tiyatrosu’nda Vedat Örfi’nin “Casuslar” piyesinde halkın karşısına çıktı. Daha doğrusu heyecandan bir türlü sahneye çıkamayınca oyuncu arkadaşları onu sahneye itekledi. Halk gözünde fırıl fırıl dönüyordu. Beşikte ağlayan çocuğu sallarken söylediği “Bekle yavrum bekle, babacığın gelecek” sahnedeki ilk repliği oldu.
Darülbedayi, Karadeniz turnesindeydi. Bedia Muvahhit’in Gazi Paşa’dan izinle sahneye çıkışından sonra Türk kadınına sahne yolu açılmıştı. Fakat sahneye çıkacak istidatlı kadın oyuncu bulmakta zorlanıyorlardı. Zonguldak’ta Aktör Ziya’nın trupuyla karşılaştılar. Ertuğrul Muhsin’e “Ziya’nın heyetinde Necla isminde bir kız var. Sahnede hiç fena değil. Sizin aranıza girerse, çok ilerler. Eşsiz bir oyuncuya sahip olursunuz” dediler. Muhsin Bey temsile gitti ve Necla’yı çok beğendi. Ama Ziya’nın trupuna zarar vermemek adına Necla’yı heyetine davet etmedi. Necla da aynı günlerde Darülbedayi temsillerini seyretmiş, bu büyük aktörlerin arasında yer almak için dua etmişti.
Turne bitince Necla yine sütninesinin evine yerleşti. Bir gün kapısı çaldı. İki genç gelmişti. Muzip ifadeli olanı “Kız, Muhsin Bey seni çok beğenmiş. Hadi gel, seni tiyatroya çağırıyor” dedi. “A, ne tuhaf bir adam bu” diye şaşırdı Necla. Daha sonra bu gencin komik hallerine alışacaktı. Renkli gözü olanı lafa girdi. “Efendim benim adım Hazım (Körmükçü). Arkadaşım da Muammer (Karaca) Bey’dir. Biz Ertuğrul Muhsin Bey’le Ferah Tiyatrosu’nda çalışıyoruz. İşittik ki; boşta imişsiniz. Ertuğrul Bey, Samsun’da sizi görüp beğenmiş. Eğer isterseniz, bizimle çalışmak üzere sizi davete geldim” dedi. Sevinçten Necla ağlayacaktı neredeyse.
Ertesi gün Muhsin Bey’le tanıştı. Ferah Tiyatrosu’nda “Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları” ismiyle bir tiyatro grubu kurulmuştu. Masrafları ise tiyatro tarihimizin ilk sponsoru sayılabilecek Muhallebici Fazıl’dan almışlardı. Tiyatro Tarihimizin Rönesans’ı olan “Ferah Dönemi”ne dahil olduğunu bilmeden, “Renkli Fener” piyesinde Şaziye Hanım’dan boşalan “Sokak Kızı Fatma” rolüne hazırlanmaya başladı Necla. Eşyalarını alıp tiyatroya, bü
yük sanatkâr Kınar Hanım’ın yanındaki odaya yerleşti. Kınar Hanım, onu bir kız evlat gibi bağrına bastı ve her türlü tehlikeye karşı koruma altına aldı. İleride Muhsin Bey’in anılarında yazacağı gibi, Necla’nın sanat alanında ilerlemesinde Kınar Hanım’ın disiplinli koruması büyük etken olmuştu. Necla ondan özverili çalışmayı, verilen her rolü itiraz etmeden ve disiplinli bir şekilde oynamayı öğrenmiş olacaktı ki, yıllar sonra herkes onun bu özelliklerinden övgüyle bahsedecekti.
Tiyatro mu? Aşk mı?
“Sokak Kızı Fatma” ile unutulmaz bir kompozisyon çizdi ve muharrirlerin dikkatini çekti. Artık gazete ve dergilerde ondan bahsediliyordu. Neyyire, Bedia ve Şaziye’den sonra büyük rollerde tercih edilen bir isim olmuştu. Lütfi Ay’ın bir yazısında yazdığı gibi: “Sahneye pek yakışan fiziği, temiz telaffuzu, bilhassa en doğru tonları bulmaktaki fıtri sezişi ile rollerinin hiçbirinde aksaklığa, başarısızlığa uğramıyordu.”
Çok zor koşullarda çalışıyorlardı. Seyirci sayısı az olduğu için her gün yeni bir oyun oynamak zorundaydılar. Bir yandan oynuyor, bir yandan ezber yapıyor, bir yandan dekor-kostüm hazırlıyorlardı. Sağlıksız ve az besleniyorlar, tiyatrodan neredeyse hiç çıkmıyorlardı. O kadar oksijensiz kalmışlardı ki, sürekli dekor boyadıkları ucuz boyalar ve tozlar ileriki yıllarda neredeyse hepsini ciğerlerinden hasta edecek, hatta ölümlerine sebep olacaktı.
Turnelerde, bazen duvarı bile olmayan derme çatma binalarda, bazen ortalık yerde konaklıyorlardı. Sahneyi ise çoğu zaman çarşaflar asarak kendileri yapıyordu. İmkânsızlıklar içinde, tiyatronun sazlı, dansözlü bir gazino eğlencesi olduğunu sanan seyirciye, asri tiyatroyu öğretmeye çalışıyorlardı. Onlar bugün kıymetleri bilinmese de Türk tiyatrosunun gerçek neferleriydiler.
Muammer, Vasfi Rıza’nın deyimiyle “haşarı” ama sevimliliğiyle kendini sevdiren bir gençti. Trabzon turnesi sırasında ona hep hoşgörülü davranan Ertuğrul Muhsin’i nihayet kızdırmayı başardı ve onu oğlu gibi seven Büyük Behzat’la Muhsin Bey’i karşı karşıya bıraktı. İki eski dost darıldılar ve böylece muhteşem “Ferah Dönemi” sona ermiş oldu. Necla da özel truplarda neredeyse karın tokluğuna çalışmaya devam etti. Yıllar sonra bir röportajında “gün boyu sadece ekmek yiyerek geçirdiği günlerden” bahsedecekti.
Lağvedilen Darülbedayi ikinci kez kurulduğunda Necla da kadrodaydı. Ertuğrul Muhsin yurtdışından
“Ertuğrul Muhsin Bey, Samsun’da sizi görüp beğenmiş. Eğer isterseniz, bizimle çalışmak üzere sizi davete geldim.”
dönmüş ve tiyatronun başına geçmişti. Necla’nın artık bir hayat arkadaşı vardı: Yaradılış olarak onun tam tersi bir karakter olan Ercüment Behzat (Lav). İsyankâr bir adamdı Ercüment Behzat. Verilen maaşa, uygun görülen kıdemlere, belediyeye hatta Ertuğrul Muhsin’e savaş açıyordu. Sinema filmlerinde oynuyor, sonra oynadığı filmleri yerden yere vuruyordu. 1929’da belediye tarafından altı ay işten uzaklaştırılmıştı. 1930’da Babıali’de gece sekreterliğine başladı. O sene Necla’nın adı da ilk kez oyunculuğu dışında haberlerde yer alacaktı. 1930 turne mevsimi aslında çok güzel başlamıştı. Ankara’daki temsillerine Gazi Hazretleri birçok kez katılmış, yemek davetiyle Darülbedayi sanatkârlarını onurlandırmıştı. Sanatçılarla ilgili meşhur sözlerini de aynı davette söylemişlerdi. Eskişehir, Konya ve Adana turnelerinden sonra Kıbrıs’a gittiler. Lefkoşa Oteli’nin taraçasında; Necla, Ercüment Behzat ile mutlu bir tebessümle poz verirken arkasında duran genç oyuncu Şemsi’nin ona olan duygularından haberi yoktu.
15 Mayıs 1930’da Ercüment Behzat ve Hazım’ın kazanılan paranın taksimi yüzünden heyetten ayrılacaklarına dair bir telgraf basında yer aldı. Necla’nın da adı vardı haberde. Vakit gazetesinde ise Ercüment ve Necla’nın Raşit Rıza trupuna katılacağı haberi yer alıyordu. Necla çok ilgi gören “Avukat Zehra Ferit” piyesinin başrolüydü. Sorun aşıldı, turneye devam edildi.
23 Temmuz 1930’da Ercüment Behzat’ın “Sanatı Darülbedayi’den çok sevdiği için istifa ettiği” haberi düştü gazetelere. 29 Temmuz’da ise Ertuğrul Muhsin’in “Darülbedayi’ye girmek için müracaat eden erkekler pek çok. Fakat kadın bulamıyoruz” sözleri yer aldı Vakit gazetesinde. Ardından “uyumlu, itiraz etmeyen” biri olarak tanınan Necla’nın “Diğer birinci sınıf kadın sanatçılarla aynı parayı almazsa turneye katılmayacağı” haberi yayımlandı. 20 Ağustos’ta Ercüment Behzat’la Necla’nın ayrıldıkları tek bir cümleyle ilan olundu. Aynı haberde Necla’nın Şemsi ile evleneceği yazıyordu. Kaynağı belirsiz bu haberden sonra 9 Eylül 1930’da Necla’nın kurumdan istifa ettiği haberi çıktı. Yıllar sonra Necla, bir röportajda aslında istifa etmediğini ve Darülbedayi’den ayrıldıktan sonra geçinmekte çok zorluk çektiğini söy
leyecekti. Raşit Rıza trupuna katıldı. Koşullar daha sertti, çok yoruluyordu. Bir gün “Tunus Gediği”ndeki oyununu unuttu. Son anda oyunu hatırlayıp, üzerindeki kıyafetlerle kendini sahneye attığında, Raşit Rıza’dan öyle bir azar işitti ki, yıllar boyu onu her gördüğünde korkmaya devam etti. Ardından yıllardır onu bekleyen ve röportajlarında “bir hata olarak bahsettiği” Şemsi ile evlendi. Artık soyadı Ontan’dı. Bir süre tiyatro ve evliliği birlikte götürdü. Evliliğinde sorunlar başlayınca tiyatroya ara verdi. O dönemde hissettiklerini bir röportajda şöyle anlatacaktı: “Sahneden ayrıldığım zaman adeta bu dünyadan bir an için ayrılmışım gibi geliyor bana. Başka âlemlerde yaşıyor ve başka türlü ıstırap çekiyorum.”
Başka bir röportajda ise: “Biz artistlere evlilik hiç gelmez. Çünkü evimiz ve eşimizle istediğimiz kadar meşgul olamayız. Bu hataya bir defa ben de düşmüştüm” diyecekti. Hem tiyatro özlemi hem kocasına bir çocuk verememesi yüzünden evliliğini bitirdi ve büyük aşkına yani sahnelere geri döndü. Artık Cahide, Feriha gibi güzellikleriyle konuşulan kadın oyuncular başroldeydi. Neyyire ve Şaziye önemli karakter rollerini alıyor, Necla’ya ise yan karakter rolleri kalıyordu. Yine de muharrirlerden büyük övgüler alıyordu.
Dramlardaki rollerinin tesirinde çok kalıyordu. Mesela “Bahar Temizliği” ve “Yaprak Dökümü” oyunlarında aylarca harap, mahzun ve uykusuz kalmıştı. Sahnede yaşadığı hayattan kendini ayırmakta zorlanıyordu.
Neyyire Neyir’in erken ölümünden sonra onun “Coriolanus” ve “Oedipus” oyunlarındaki rolleri Necla’ya verildi. Belki uzun zamandır başrol oynamadığı için, belki kısıtlı zaman yüzünden rollerin altından kalkamadı ve eleştiri aldı. Ve hızla yan rollere geri döndü. Sinemada da rol aldı ama “Şehvet Kurbanı” ve “Aynaroz Kadısı” hariç hiçbir rol içine sinmedi.
1930’daki haberlerin aksine o kadar hoşgörülü ve hırsları olmayan bir kadındı ki, birinci sınıf sanatkârlığa geçişi çok geç oldu. 25. yıl jübilesi ise sahnedeki 30. yılında yapıldı. Ona bu kadar geç jübile yapılması gazete köşelerinde eleştirildi. Yıllarca tiyatroyu “gazino” algısından kurtarmak için çabaladıktan sonra; jübilesi Perihan Altındağ Sözeri, Mustafa Çağlar, Celal Şahin, Muzaffer Birtan gibi ses sanatçıları ve -ne acıdır ki- halk oyunları ekipleri eşliğinde yapıldı. Birçok sanatçının uğruna can verdiği asri tiyatroyu kurmuşlardı ama seyirci hâlâ dans ve müzik istiyordu. Jübilesinde en sevdiği rolü olan “Eski Şarkı” piyesindeki Deli Zehra’yı oynadı.
Kardeşi, Anadolu Sigorta Şirketi İstanbul ve havalisi acentesi Nihat Sertel’le birlikte yaşıyordu artık. İlk kez bu kadar rahat bir yaşama kavuşmuştu. Emrinde bir otomobili, lüks bir evi, istediği kadar harcayabileceği parası olmuştu. Nihat, 1962’de vefat ettiğinde mirası ablası Necla Sertel’e kaldı. Buna rağmen, hayatı çok dramatik bir şekilde sona erdi l