Her kötülüğün sorumlusu!
Ortaçağ’da 500 bin kişi cadılık suçlamasıyla yakıldı. Bir günde 400 kadının yakıldığı dönemler bile yaşandı. Pınar Ülgen, kimi araştırmacıların ‘kadın soykırımı’ olarak nitelediği bu dönemi incelemiş kitabında…
KADINLAR VE CADILAR, PINAR ÜLGEN, YEDITEPE YAYINEVI, 2018
Pınar Ülgen’in çalışması, Ortaçağ ve cadılık konusu özelinde, kadının insan ırkına kabul edilip edilmediğini sorgulayan bir araştırma olarak okunabilir. Erkeğin cennetten kovulmasına sebep olmakla suçlanan kadın, kutsal kitaplarda şeytanla bir tutulmuş ve sürekli cezalandırılması istenmiş. Papa II. Pius’un, “Kadın gördüğünde dur ve düşün; O, bir şeytan olabilir” demesi dönemin kadına olan bakış açısına bir örnek. Tevrat’ın birinci kitabı Tekvin’de ise bu durum daha ayrıntılı ifade ediliyor: “Siz kadınlar, acı ve ıstırap içinde doğurursunuz. Kocalarınızın büyüsü altındasınızdır ve kocanız sizin efendinizdir. Ve Havva olduğunuzu bilmiyor musunuz? Şeytan sizin içinizdedir. Ağaç’ın mührünü bozdunuz. Şeytan’ın nasıl alt edileceğini bilmediği erkeği aldatan ilk kişi sizsiniz. Yine de elbiselerinizi süslerle bezemeyi düşünüyorsunuz.”
Görüldüğü gibi kadınları her kötülüğün sorumlusu gibi göstererek bir batıl inanç oluşturulmaya çalışılmış kutsal kitapta. Ve kadınların şeytanla anlaşma yaptıklarına dair batıl inanışı kanıtlamak için teologlar özel bir çaba göstermiş.
IX. yüzyıl başlarında, kilise cadılara özel önem vermeye başlamış. Hıristiyanlığa, kiliseye ve engizisyona göre iblis, dünyadaki hâkimiyetini çoğu köylü olan bu kadınlar aracılığıyla elinde tutmaktaydı. Ama bu kadınların niyetleri iyi miydi yoksa kötü mü? Bu dönemde kadınlar her şeyin sorumlusu olarak görülüyordu. Geç Ortaçağ’da evliliklerde ve doğumlarda olduğu gibi ölümde de kadınların yer aldığına dair inanışlar olduğunu belirten Pınar Ülgen, cenaze ritüeline atıfta bulunuyor:
“Cenaze törenlerinde siyah giyinmek veya siyah bant takmak ölen kişinin ruhunun yeryüzüne geri dönmesini engellemek içindir. Avrupa’nın bazı yerlerinde kocaları ölen kadınlar, eşlerinin ruhları kendilerine musallat olmasın diye tam yedi yıl boyunca siyah giymek zorunda kalırlardı. Siyah giymenin ölüler tarafından görülmeyi engellediğine inanılırdı.”
1350 ile 1780 yılları arasındaki “Cadı Avı Dönemi’nde, cadı oldukları şüphesiyle yakalanan kadınların kısık ateş, erimiş kurşun, kaynar yağ, zift, balmumu ve sülfür karışımı gibi çok çeşitli işkencelerle eziyet gördükleri belirtiliyor kitapta.
Ancak Hıristiyanlara göre bu işkenceler bile onların işlediği suçu tam olarak karşılayamamış.
Ortaçağ’da ebe ve şifacı olarak toplumda bir gereksinimi karşılayan ve bu hizmetleriyle belirli bir ekonomik güce ulaşan kadınlara verilen en büyük toplumsal görev, namuslu olmaktan ibaret. Tüm kadınlardan doğurgan, cefakâr, fedakâr ve kendini çocuğuna adayan anne olmaları bekleniyordu. Erkeklerse kendi ideal yapılarına uymayan kadınları ruh çağırma, büyü yapma gibi suçlarla itham edip damgalıyorlardı. Ayrıca ebelerin doğum yaptırarak doktorların gelirlerine ortak olmaları da hoş karşılanmıyordu toplumda.
Ülgen o karanlık dönemde, Almanya, İsviçre, Fransa ve Polonya topraklarında 500 bin kişinin cadılık suçlamasıyla yakıldığını belirtiyor. Toulouse kentinde olduğu gibi sadece bir günde 400 kadının yakılarak öldürüldüğü dönemler dahi olmuş. Bu sayının büyüklüğü, kısmen de olsa ekonomik gerekçelerle açıklanıyor. Şöyle ki cadı olmakla suçlanan kişi suçunu itiraf ettiğinde, bütün mal varlığı müsadere ediliyordu. Mal varlığının 2/3’si feodal hükümdara, 1/3’i ise sorgulayan hakim ve cellat gibi kişilere kalıyordu. Bu durum “Cadı Avı Dönemi”nde neden bu kadar çok kadının yakıldığını ya bazı araştırmacıların tabiriyle yaşanan “kadın soykırımı”nın yanıtı olabilir.