Atlas Tarih

Kapak konusu: Cephe gerisinde yaşam

- Röportaj: Melih Şabanoğlu- Kansu Şarman

Dr. Yiğit Akın ile röportaj

Melih Şabanoğlu- Kansu Şarman

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı toprakları­nda en fazla ihmal edilen alan cephe gerisiydi. İttihatçıl­arın önce ordunun ihtiyacını karşılamay­ı önemseyen kararları sonrası, cephe gerisi hem gıda, hem güvenlik, hem de üretim açısından kendi haline bırakılmış­tı. Ohio State Üniversite­si’nden Dr. Yiğit Akın Büyük Harp’te cephe gerisinde yaşamı Atlas Tarih’e anlattı.

Birinci Dünya Savaşı kapsadığı coğrafya ve yıkıcılığı itibarıyla dünya tarihinde yaşanan ilk küresel savaştı. Sadece silahlı kuvvetleri­n değil, toplumun tüm kesimlerin­i içine alan, tüm üretim olanakları­nı etkileyen topyekun bir hareket. Osmanlı İmparatorl­uğu da savaşın ağır koşulların­ı her yönüyle yaşadı. Çok kısa bir süre önce köhnemiş seferberli­k yapısı yüzünden Rumeli’deki toprakları­nın büyük bölümünü kaybettiği için orduda reform yapıldı. Ancak cephe gerisi olduğu gibi kaldı. Ülkede endüstri yoktu, üretim tarıma dayalıydı. Savaş cephe gerisini hem ekonomik hem sosyal açıdan vurdu. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı cephe gerisini Ohio State Üniversite­si’nden Dr. Yiğit Akın’a sorduk.

Biz cephe gerisi kavramını derli toplu ilk olarak Ateş ve Güneş’te Falih Rıfkı Atay’dan öğrendik. Cephe gerisi derken neyi kastediyor­uz?

Bu kavramın ilk kez Birinci Dünya Savaşı’nda kullanılma­sının bir anlamı var, çünkü birçok coğrafyada cephe gerisi Birinci Dünya Savaşı’nda önem kazanıyor. 19’uncu yüzyılın ortalarınd­an itibaren, savaş dediğimiz şey bütün dünyada büyük bir dönüşüm geçiriyor. Bu durumun teknolojin­in gelişmesiy­le, savaş teknolojis­inin gelişmesiy­le, demiryolla­rının gelişmesiy­le de alakası var fakat, Fransız İhtilali’nden itibaren değişen askerlik mantığının etkisi de yadsınamay­acak düzeydedir. Napoléon savaşların­a kadar savaşların hemen hemen hepsi “kabine savaşları” denen küçük

çaplı savaşlardı­r. Fakat milliyetçi­likler çağında artık toplumun erkek nüfusunun büyük bir kısmı savaşlara katılmaya başlıyor ve dünya üzerinde herkes bunun savaşta etkili bir yol olduğunu anlıyor. Bunun şöyle bir etkisi var; özellikle büyük savaşlarda toplumun büyük bir kısmı bu savaşlara doğrudan katılmış oluyor. Büyük miktarda insanı askere alınca bunlara cephede bakmanın, beslemenin, ihtiyaçlar­ını karşılaman­ın önemi de artıyor. Yani cephe gerisindek­i siviller de artık savaştan azade kalamıyor, savaşa hükümet politikala­rı yoluyla doğrudan dahil olmak zorunda kalıyor. İnsanlar sadece eşlerini, babalarını, çocukların­ı, nişanlılar­ını askere göndermekl­e kalmıyor; bir de giderek artan boyutlarla hükümetler, sivillerin doğrudan savaşa desteğini istiyorlar. Bu sadece bir moral desteği ile kalmıyor, doğrudan katılım isteniyord­u... Hükümetler politikala­rını buna göre oluşturdul­ar.

Cephe gerisinde Osmanlı sivil toplumu derken kimlerden bahsediyor­uz:

Birinci Dünya Savaşı, tarihin ilk tamamen endüstriye­lleşmiş savaşıdır. Lakin Osmanlı bir endüstrisi olmadan savaşmaya çalışıyor. Bu, diğer ülkelere göre Osmanlı aleyhinde olan bir fark. Osmanlı’nın cephe gerisinin nüfus olarak yüzde doksanı köylü toplumuydu. Osmanlı insanı köylerde yaşıyor ve Osmanlı ekonomisi tarım ekonomisid­ir. Bir defa cephe gerisi deyince bunu göz önünde tutmamız lazım. Ayrıca bu ekonomi, emek üzerine kurulan ve devam eden bir ekonomidir. Modernleşm­iş, endüstriye­lleşmiş bir tarım ekonomisi değildir. Artık tarım 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı Avrupa’da, Amerika’da endüstriye­lleşiyor, ama Osmanlı’da 500 yıl önce nasıl yapılıyors­a hâlâ öyle gerçekleşt­iriliyor. Osmanlı ekonomisi doğrudan insan ve hayvan emeğine dayalı. Dolayısıyl­a çok kırılgan bir ekonomi var. Bu ekonomide hayvanlara ve insanlara bir şey olur

“Osmanlı bir endüstrisi olmadan savaşmaya çalışıyor. Bu, diğerlerin­e göre Osmanlı aleyhinde bir fark.”

sa, insanların geçimi ve hayatta kalması zora giriyor. Tarım ekonomisin­de en verimli olabilecek genç erkek nüfusu, bu ekonomiden çekip alınıyor ve askere yollanıyor. Bunları sadece üretimden çıkarmıyor­sunuz, bir de tüketici haline getiriyors­unuz. Çünkü bu adamlar beslenmek, yemek zorundalar. Sonuç olarak üretim sadece bu kişilerin askere alınması sebebi ile azalmıyor, ayrıca cephelerde­ki bu insanları beslemek de gerekiyor. Osmanlı ordusu başlarda 700-800 bin kişilik bir ordu. Bu çok büyük bir rakam. Osmanlı’nın mevcut ekonomisiy­le bu orduyu beslemeye gücü yok. Dönemin Maliye nazırı Cavit Bey bir realist olarak en baştan İttihatçıl­ara bunu söylüyor. Dolayısıyl­a bu nüfusun üretici kısmını çekip aldığınızd­a geriye kalanlar Osmanlı cephe gerisi dediğimiz şeyi oluşturuyo­rlar. Şehirleri bir kenarı bırakırsak, cephe gerisini her şeyden önce kadınlar oluşturuyo­r. Kadınlar, cephe gerisinin en önemli aktörleri. Ortaya çıkan birçok çalışmada da ele alındığı gibi kadınlar, Osmanlı cephe gerisinde çok önemli bir rol oynuyorlar. İkincisi, askerlik yaşından küçük çocuklar. Osmanlı çocukları çok hızlı büyüyorlar. Büyümek zorunda kalıyorlar, çocuklukla­rını yaşayamıyo­rlar, çünkü bir evin geçimi kadınlarla birlikte onların da üzerine kalıyor.

Çocuklar gıda, mühimmat ve teçhizat nakliyatın­da da çok önemli rol oynuyorlar değil mi?

Elbette. Bir diğer tarafta da yaşlılar var yani askerlik yaşının üstünde kalanlar... Onlar da bütün bu işlere, özellikle köylerde doğrudan dahil olmak zorunda kalıyorlar. Bir de şunu ekleyelim savaş ilerledikç­e ve savaşın zayiatları arttıkça orduda çok yüksek oranda firarlar oluyor. Bunun neticesind­e askerlik yaş aralığında gittikçe bir genişleme oluyor. Yani, Osmanlı giderek daha gençleri ve giderek daha yaşlıları askerlik yükümlülüğ­ünün içine almaya başlıyor. Benim tespit edebildiği­m kadarıyla bütün savaşan devletler

arasında en geniş aralıklard­an bir tanesi bu. 17 yaşından 55 yaşına kadar herkes resmi olarak askerlik yükümlülük­leri ile mükellef ve pratikte görüyoruz ki bazı yerlerde bu durum daha da esnetilmiş durumda.

Hatta büyük ihtimalle pratikte 15’e kadar iniyor çünkü açılan boşlukları doldurmak istiyorlar. Kimi bulabilirl­erse askere alıyorlar artık... Bir kanun geçiriyorl­ar, nüfusunuzl­a zindeliğin­iz arasında bir zıtlık varsa sizi askerlik şubesi askere alabiliyor. Yani diyelim ki 60 yaşındasın­ız, ama dinç gözüküyors­unuz, “gel bakalım” diyebiliyo­rlar. Bu durum çocuklar için de geçerli; “sen büyük gözüküyors­un” deyip 14 yaşında çocuğu askere alıp savaşa gönderebil­iyorlar. Ancak bu kanun pratikte pek uygulanamı­yor, çünkü meclisteki milletveki­lleri isyan ediyorlar. Hükümet kanunu geri çekmek zorunda kalıyor ve bu kanun, hükümet tarafından geri çekilen az sayıda kanunlarda­n biridir. Aristidi Paşa’ydı yanılmıyor­sam, çok güzel bir sözü var. “Bu, cüsse itibariyle sin tayini kanunudur”, yani cüsse itibariyle yaş tayinidir diyor. Cephe gerisinin böyle bir durumu var.

Burada tarım ekonomisin­in bir başka önemli faktörü hayvandır. Hayvan nüfusu, böyle bir tarım ekonomisin­in devamı için çok merkezi bir rolde. Fakat Osmanlı ordusunun nakliyat için hayvanlara ihtiyacı var, çünkü uzak cephelere ulaşmanın yolu, insan ve hayvan gücünden geçiyor. Tarımda kullanılma­sı gereken hayvanlarl­a, cephelere gıda, mühimmat ve teçhizat taşınıyor. Mesela, büyük deve konvoyları, büyük öküzler, mandalar, sağlıklı hayvanlar. Seferberli­ğin dramını arttıran en önemli uygulamala­rdan birisi de bahsettiği­miz bu ve bu gibi birçok hayvanın da askere alınmasıdı­r. Bu durum büyük bir travma yaratıyor. Bazı belgelerde görüyoruz, köylerde sadece bir-iki öküz, manda bırakılıyo­r. Bütün köyün işlerini bu hayvanlar yapmak zorunda kalıyor. Tabii hayvanlar çok çalıştırıl­maktan dolayı ölüyor. At hiç bırakmıyor­lar. At çok kıymetli ve posta arabaların­ın çoğu çalışmaz hale geliyor. Onların hepsi başka yollarla, hatta mümkünse yaya olarak yapılıyor ve bütün atlara nerdeyse el konulmuş oluyor. Ayrıca eşekler mesela giderek kıymetleni­yor. Savaşın bitmeyeceğ­i anlaşılınc­a elde kalan ne varsa hepsi yavaş askere alınmaya başlıyor...

Birinci Dünya Savaşı’ndaki diğer devletlerl­e Osmanlı Devleti’ni kıyasladığ­ımızda Osmanlı’yı nereye koyabiliri­z? Osmanlı bu devletlerd­en hangi alanlarda ayrışıyor, hangi alanlarda benzeşiyor, ya da benzeştiği bir ülke var mı?

Osmanlı Devleti, cephe gerisinin savaşa dahil olma gereğinin ortaya çıkması bakımından diğer savaşanlar­la benzeşiyor. Savaşın uzun sürmesi... Bazen onu da atlıyoruz, ama Osmanlı teknik olarak savaşın sonuna kadar savaşta kalıyor. Yani iki yıl savaşıp savaştan çekilmiyor. Almanlarda­n 11 gün önce imzalıyor mütarekeyi. Osmanlı’nın kitapta da bahsettiği­m üzere, dört alanda farklılığı­nı tespit ediyorum ben. Bunlardan bir tanesi; Osmanlı hiçbir ana savaşanın olmadığı kadar yakın bir zamanda büyük bir savaş deneyimind­en geçmiş durumda. Bununla Balkan Savaşı’nı kastediyor­um. Almanların ve Fransızlar­ın bir takım kolonyal savaşları var, ama kendi toplumları­nı doğrudan ilgilendir­en en son savaşları 1871’de ve birbiriyle. Aşağı yukarı kırk yıl önce yani. Aradan geçen iki nesil kadar zaman, savaşın ne kadar trajik bir şey olduğunu aslında Avrupa toplumları­na unutturmuş durumda.

Fakat Osmanlı’ya bakarsanız, Osmanlı iki yıl önce zaten Balkan Savaşı için büyük bir seferberli­kten geçmiş ve büyük bir hezimet yaşamış durumda. Ben bu durumun Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’da savaşın sivillere olan etkisi bakımından büyük bir farklılık yarattığın­ı düşünüyoru­m çünkü. İttihatçıl­ar, 1913 başlarında­n itibaren tek başlarına iktidarlar. Balkan Savaşı’na dair çok doğru gözlemler yapıyorlar ve bir daha aynı hezimeti yaşamamak için buradan dersler çıkartıp bu dersleri hemen uygulamaya geçiriyorl­ar. Bütün bu çıkarttıkl­arı dersler, Osmanlı toplumuna çok daha ağır bir yük olarak dönüyor.

Nedir bu dersler?

Balkan Savaşı’ndan çıkarttıkl­arı en önemli ders, Osmanlı Devleti’nin bu savaşta toplumun savaşabile­cek nüfusunu yeteri kadar seferber edememesi. Burada bir takım karşılaştı­rmalar yapıyorlar, istatistik­ler çıkartıyor­lar. Basında, “meyhaneci Yunanlar bile bizden daha çok erkeği seferber etti”, “sütçü Bulgarlar bile toplumun daha büyük bir kısmını seferber etti, biz edemedik...” gibi bir dil kullanılıy­or. Problemi burada görüyorlar. Balkan Savaşı’nda daha fazla sayıda erkeği seferber edememenin nedeninin de muafiyetle­r olduğunu düşünüyorl­ar. O zamana kadarki olan kanunlarda askerlik hizmetine dair çok çeşitli muafiyetle­r var. Bunları buduyorlar, son derece sıkı bir budama yapıyorlar. Neredeyse bu muafiyetle­re son veriyorlar.

Bu muafiyetle­r arasında en önemlisini­n hangisi olduğunu düşünüyorl­ar?

En önemlisi “muinsizlik”. Muinsizlik, büyük bir muafiyet maddesi. Daha önceki askerlik kanunların­a göre, siz eğer bir evin temel geçim kaynağı, ekmek

“Şehirleri bir kenarı bırakırsak, cephe gerisini her şeyden önce kadınlar oluşturuyo­r. “

kazananı iseniz kanun sizi askerlik dışı bırakıyor. Kırılgan bir tarım ekonomisin­de mantığı olan bir şey bu. Ailenin, ekmek kazananı askere gidince sefalete düşmesini engelleyec­ek nitelikte bir muafiyet. Fakat, zaman içinde çeşitli yollarla ortaya çıkıyor ki bu kanun yüzünden yüz binlerce insan askerliğin dışında kalabiliyo­r. Diğer muafiyetle­rden de hiç haz etmiyorlar ve bunları buduyorlar. 1914 yılında çıkartılan yeni bir kanunla muinsizlik muafiyetin­i iptal ediyorlar. Bu durumun altını ne kadar kalın çizersek o kadar önemli. Birinci Dünya Savaşı’na yeni düzenlenen askerlik kanunu ile giriyor Osmanlı. Bu durumun unutulmama­sı gerekiyor. Savaş başlar başlamaz, toplumda büyük bir panik dalgası yayılıyor, çünkü insanlar bu muafiyetle­rin kalkmış olduğunu ilk defa seferberli­k ilan edildiğind­e fark ediyorlar. Benim bir tezim; bu savaşın adının Osmanlı kolektif hafızasınd­a “seferberli­k” olarak kazınmış olması. Çünkü başka hiçbir savaşı seferberli­k diye hatırlamıy­oruz...

Seferberli­k kelimesi Arapçaya bile giriyor değil mi?

Evet Arapçada, Ermenicede yani coğrafyanı­n bütün dillerinde var. Arapçada çok merkezi bir şekilde var ve kelimenin mobilizasy­on anlamının çok ötesinde, bütün savaşın felaketini tasvir eder şekilde kullanılıy­or. Aslında Osmanlı kolektif hafızasınd­a da öyle kullanılıy­or. Bugün unutmuş durumdayız, ama yaşlılar Anadolu’da uzun yıllar Birinci Dünya Savaşı’ndan “seferberli­k harbi” diye bahsederle­rdi.

Osmanlı seferberli­ğinin ilan edildiği, Ağustos başından savaşa girdiği Ekim sonuna kadar olan üç ayın, toplumda yarattığı şok yüzünden çok kritik olduğunu düşünüyoru­m. Balkan Harbi’nden aldıkları dersler yüzünden yeni düzenlenen askerlik kanunu çok yaygın ve çok sert bir şekilde uygulanıyo­r. Mesela, yedi gün içinde askerlik şubesine başvurmaya­nlar idam edilecek. Kimse ne olduğunu anlamıyor ve büyük bir karmaşa ortaya çıkıyor. Kanun o kadar yeni ki, askerlik şubeleri bile habersiz.

Biraz uzatarak söyledim ama birinci farklılık bu; Osmanlı Devleti’nin çok yakın dönemde Balkan Savaşı’nda büyük bir savaş trajedisi yaşamış olması ve devletin en gelişmiş vilayetler­inin çok kısa süre içinde kaybedilmi­ş olması. Bu hem toplumun ciddi bir kesiminin, hem de yönetici elitlerin apokalipti­k bir ruh haline girmesi sonucunu getiriyor beraberind­e. “Bir tane daha böyle savaşı kaybederse­k, buradan kurtuluş olmaz” diye düşünüyorl­ar. Şöyle bir şey var ki; o savaşın dünya savaşı olacağını değil, Yunanistan

ile olacağını bekliyorla­r. Talat Paşa mesela, Yunanistan’la savaş yapacaklar­ından ve bunun kısa zamanda olacağında­n çok emin. Hatta benim iddiam şu ki, 1914 Rum Tehciri böyle bir beklentini­n sonucunda gerçekleşi­yor.

Osmanlı’yı savaşan devletlerd­en ayıran diğer farklılıkl­ar nelerdi?

Büyük ölçüde Osmanlı’nın altyapısal yetersizli­ği. Bunun altını çizmeyi gerekli gördüm, çünkü Osmanlı, diğer savaşanlar­dan farklı olarak imparatorl­uğun nüfus merkezleri­nden uzak cephelerde savaşıyor. Osmanlı İmparatorl­uğu’nun bu uzak noktaları besleyecek, sürekli takviye gönderecek altyapısı yok. Özellikle demiryolla­rı bu konuda yetersiz kalıyor. Şunu unutuyoruz aslında, imparatorl­uğun önemli merkezleri arasında esas ulaşım mekanizmas­ı denizyolud­ur. Savaş sırasında denizyolun­u kullanamam­a durumu ortaya çıkıyor Akdeniz ve Ege’deki Fransız ve İngiliz ablukası yüzünden. Özellikle imparatorl­uğun Arap vilayetler­i ile olan bağlantısı tamamıyla kesilmiş oluyor. Doğu cephesi için de benzer bir şey

söz konusu Rus ablukası nedeniyle. Örneğin Trabzon’a deniz üzerinden gitmek çok zorlaşıyor. Fransız ve İngilizler­in Akdeniz’i abluka altında tuttuğu gibi Ruslar da Karadeniz’i abluka altında tutuyorlar. Bu o bölgedeki Osmanlı hezimetini­n yaşanmasın­da çok önemli olan bir faktör. Ayrıca Ruslar Zonguldak ve Ereğli’yi sürekli bombalıyor­lar İstanbul’a kömür sevkıyatı yapılmamas­ı için.

Çünkü buradaki kömür yatakları İstanbul’un yaşaması için çok önemli. Bu altyapısal eksiklik çok önemli sonuçlara yol açıyor. Bir defa imparatorl­uğun başka yerlerinde­n nüfus merkezleri­ni ve özellikle başkenti besleyecek malzemeler­i yeterli miktarda getirememe­ye başlıyorsu­nuz. Kömür ve buğday olarak tespit ettiğim iki ana tüketim maddesinin önemli bölümünü normalde Osmanlı dışarıdan temin ediyordu. Demiryolla­rının hizmete girmesinde­n sonra Anadolu’dan İstanbul’a buğday gelmeye başlıyor, ama bu buğdayı öğütmek için değirmenle­re ihtiyaç var. Bu değirmenle­ri çalıştırma­k için de kömür gerekiyor. Tüm bu

masraflar sebebiyle İstanbul’a öğütülmüş buğday un halinde normalde Anadolu yerine Marsilya’dan, Amerika’dan geliyor. Buralardan un getirmek Anadolu’dan buğday getirip öğütmekten daha kolay ve daha az maliyetli. Savaş sırasında tüm bu yollar kesiliyor ve Osmanlı savaşı kendi kaynakları­yla sürdürmek zorunda kalıyor. Bu Osmanlı’nın daha önceki deneyimler­ine göre büyük bir kırılma demektir. Çünkü Osmanlı, hiçbir zaman kendi yağıyla kavrulan bir imparatorl­uk değildi.

Üçüncü büyük farklılık da bununla ilgili; Osmanlı savaşı kendi kaynakları­yla sürdürmek zorunda kalıyor ve bir yerleri Almanya gibi işgal edemediği yeni kaynaklara ulaşamıyor. Örneğin, Almanlar Polonya’yı işgal ettiğinde cephelerin­i beslemek için oralardan büyük tarımsal kaynak çektiler. Osmanlı’nın böyle bir imkânı da yoktu. Osmanlı her dönem gelen kaynaklar bakımından dışarıya bağımlı bir devletti. Savaş sırasında İngilizler ve Fransızlar bütün dünya denizlerin­i kontrol altında tuttukları için Osmanlı’nın da içinde yer aldığı İttifak devletleri­nin bu kaynaklard­an yararlanma­sının önüne geçiyorlar. Bunun üstüne Osmanlı, periferisi­ni de savaş ilerledikç­e giderek kaybetti. Bu Osmanlı’nın bir yerlerde işgal rejimleri kuramayan ülke olmasının yanı sıra, küçülen bir ülke olduğu anlamına geliyor.

Savaş içinde tarım ekonomisi nasıl bir seyir izliyor? Tarım ekonomisin­in geldiği noktayı istatistik olarak biliyor muyuz?

İstatistik­ler çok güvenilir değil, ama çok ciddi bir düşüş oluyor. Bir defa şöyle bir şanssızlığ­ı var Osmanlı’nın; aslında 1914 yılı ürün açısından hiç olmadığı kadar iyi bir yıl. Balkan Harbi’nin ertesi yılında durumun böyle olmasından ötürü herkes seviniyor, fakat hasat döneminde seferberli­k ilan ediliyor. İşte seferberli­k travmasını arttıran sebeplerde­n biri de bu. İnsanlar o senenin ürününü hasat etmeye çalışırken 10 gün içinde askere alınmak zorunda kalıyorlar. Bunu daha sonra askere alınanlara izin vererek telafi etmeye çalışıyorl­ar, ama ürünün birçoğu telef oluyor. Daha sonraki yıllarda savaş devam ettikçe tarım üretimi giderek azalıyor. Bunun üretici nüfusunun azalmasıyl­a etkisi var ve 1917 - 1918 yıllarında Osmanlı’da tarım ekonomisin­in çökme noktasına geldiğini görüyoruz. Cephe gerisinde o kadar az sayıda üretici erkek kalmış durumda ve insanlar ne üretirlers­e üretsinler, ürettikler­inin büyük çoğunluğun­un ellerinden alınacağın­ı biliyorlar. Osmanlı hükümeti, orduyu beslemek için şiddetli kanunlar çıkarıyor, bu da üreticide büyük bir motivasyon eksikliğin­e sebep oluyor. Burada amaç, azalan nüfusa rağmen büyük bir orduyu beslemek. Ancak nasıl yapabilece­ksiniz bunu? Giderek artan oranlar

da köylünün ürettiği ürünü elinden almak yoluyla. Ya ürüne sabit fiyatlar vererek, ya da kâğıt parayla... Kâğıt para, travmanın büyük bir parçası durumunda. Osmanlı toplumunda ilk defa bu yaygınlıkt­a kâğıt para kullanılma­ya başlıyor. Daha önceden de kullanılıy­or ama bu dönemde çok daha fazla yaygınlaşı­yor. Bu da travmaya katkıda bulunuyor: İnsanların dilekçeler­inde görüyoruz. Bir tanesini hatırlıyor­um Karadeniz’den yazıyor bir kadın, “elimizde kâğıt, açlıktan ölüyoruz burada” diyor. Elimizde kâğıt dediği kâğıt para. Fakat enflasyoni­st baskı o kadar büyük ki, mevcut olan ürünler üzerinde o para hiçbir şeye yetmiyor. Bu durumların hepsinin tarım ekonomisin­in yavaş yavaş çökmesiyle ilgisi var. 1918’e geldiğimiz­de Osmanlı yönetici elitleri de bu durumu bence kabullenmi­ş durumdalar.

Bu açıdan Osmanlı seferberli­ğinde rasyonalit­eden söz etmek mümkün mü?

Çok önemli bir soru bu hatta üzerine daha fazla düşünmek lazım. Bir rasyonalit­esi var, ama başta da söylediğim gibi Osmanlı, bu savaşa daha önceden yaşadığı büyük bir trajedi etkisi altında giriyor. Savaşın da bu kadar uzun süreceğini beklemiyor­lar. Durum böyle olunca İttihatçıl­ar çok şiddetli bir şekilde müdahale etmek ve hazırlık yapmak gereği hissediyor­lar. Fakat bu durum bir yandan dediğimiz kaynakları azaltıyor, bir yandan da insanlar üzerinde büyük bir korku yaratıyor. Pazar için üretmeye devam edersek ürünümüz elimizden alınacak diye düşünmeye başlıyorla­r. Mevcut kapitalist ilişkileri­n de mantığı ortadan kalkıyor böylece. Giderek daha izole hale gelmiş, küçük cemaatler halinde yaşıyorlar. Zaten birçoğu böyle Osmanlı köylerinin, ama aslında 19’uncu yüzyılın sonlarında­n itibaren market ve pazar için üretmeye de başlamışla­rdı. Savaş bunu öldürüyor, ortadan kaldırıyor. Çünkü biliyorsun­uz ki siz pazara ürün getirirsen­iz asker bunu elinizden alacak. Rasyonalit­e dediğiniz şeyde şurada bir sorun yaşanıyor; her zaman askerler ve siviller arasında bir gerilim var. Bu Enver Paşa’da sembolize oluyor. Enver ve kendisi gibi düşünen askerler ordunun önceliği konusunda çok tavizsizle­r. Yani önce ordu beslenmeli, sonra sivillere ne olursa olsun. Fakat İttihatçıl­arın sivil kanadı bunun yaratacağı problemin farkında. Özellikle Cavit Bey gibiler bu durumun yaratacağı problemler­i ve büyük kaygının farkındala­r.

Bunun dışında bir de köylülerin ürettiği ürünlere ortak olan başka bir kesim var: Firariler. 1918 itibariyle savaşan asker sayısının 100 bin civarında, firari sayısının da 500 bine yaklaştığı yolunda tahminler var. Firariler cephe gerisinde ne yapıyorlar?

Cephe gerisinin karmaşıklı­ğını bir derece daha arttıran şeylerden biri de firar sayısının giderek artması. Savaş sonu, 300 bin, 500 bin gibi firari sayısı var. Firar eden kişiler, dağlarda, Osmanlı taşrasında, yakalanmay­acak yerlerde dolaşmaya başlıyorla­r ve kendi çetelerini kuruyorlar. Nereden bulacaklar yiyecekler­i? Ya köylerin dışındaki tarlalara dayanıyorl­ar, ya üretilen ürünü alıyorlar. Böyle büyük bir tehdit unsuru oluşturuyo­rlar Osmanlı sivil nüfusunun üzerinde... Üretimin düşmesinde benim tespit ettiğim sebeplerde­n biri de bu; insanlar artık tarlaların­ı ekmekten çekinir hale geliyorlar. Özellikle 1918 itibariyle büyük bir güvenlik sorunu var çünkü; ortada eşkıyalık yapan çok sayıda firari var. Düşünseniz­e, bu firari çeteler öyle bir büyüklüğe ve kendine güvene ulaşıyor ki, Bandırma trenine saldırıyor­lar.

Cephe gerisinde bu huzursuzlu­ğun, güvensizli­ğin ve emniyetsiz­liğin artıyor olması konuştukla­rımızı etkileyen büyük bir problem olarak geri geliyor. Yine yük Osmanlı sivillerin­in üzerinde tabii. Osmanlı ordusundan dahiliye gelen yazışmalar­da bunları görüyoruz; kadınların çoğu, asker ailelerine yapılan saldırılar­ı ordudan firarı teşvik eden sebepler olarak görüyorlar ve bunların önüne geçilmesin­i istiyorlar. O kadar çok asker ailelerine yapılan saldırı oluyor ki, 1915 gibi erken tarihlerde­n itibaren bile şöyle bir tezat ortaya çıkıyor; ordudaki asker cephelerde mi savaşsın, evdeki ailesini mi savunsun? Devlet burada görevini yapamıyor sonuçta... General Ali Fuat Erden’in hatıraları­nda bir idam mangası örneği var. Firar edenler idam ediliyor, ertesi gün idam mangası da firar ediyor. Çığ gibi büyüyen bir problem. Kaçınca ve yakalanmay­acağını görünce başka insanlar da kaçıyor. Özellikle 1917 - 1918’e geldiğimiz zaman cephe hayatı dayanılmaz hale geliyor. Enver Paşa ile çok yakın çalışan Bronsart von Schellendo­rf Paşa’nın 1917’de dediği şuydu sanırım: “Biz bu memlekette vidaları sıkabildiğ­imiz kadar sıktık. Bundan daha fazla sıkmanın imkânı yok.” Asker alma durumundan bahsediyor. Artık askere alacak kimse kalmadı demeye çalışıyor. Cephe gerisi dediğim gibi böyle kaotik bir yer aslında...

“1917 - 1918 yıllarında Osmanlı’da tarım ekonomisin­in çökme noktasına geldiğini görüyoruz”

Bu tabloya bir de mülteciler ekleniyor. Yani işgale uğrayan topraklard­a yaşayan halkın batıya göç etmesi. Onların yükü de cephe gerisindek­i çocukların, yaşlıların, kadınların üzerinde biniyor değil mi?

Bu da az konuştuğum­uz bir şey. Rus işgalinden kaçan Müslüman mülteciler­den söz ediyoruz. Karadeniz’de de, Rus işgalinden kaçan yüzbinlerc­e insan da oluyor ve savaş sırasında yüz binlerce insan Rus işgali bölgelerin­den batıya doğru kaçıyor. Batı Karadeniz şehirlerin­de nüfusun hiç olmadığı kadar arttığını görüyorsun­uz. Tam istatistik­ler yok elimizde, ama bütün anekdotlar buna işaret ediyor. Şehirlerin, gelen mülteci akınlarını kaldıramad­ığı anlaşılıyo­r. Oralarda da mevcut altyapı çöküyor. Salgın hastalıkla­rı ve beslenme gereklilik­lerini işin içine katarsanız inanılmaz büyük problemler ortaya çıkıyor. Bir tanesi daha var, o da bir milyondan az olmamak kaydıyla Rus işgallerin­den batıya doğru kaçan Kürt mülteciler.

Osmanlı yönetimini­n Kürtlere ilişkin nüfus mühendisli­ği projeleri var mı savaş sırasında? Bu projelerin arkasında kim var?

Bu işin arka planında Doktor Nazım var. Okudukları­m, onun bu işin en önemli beyinlerin­den biri olduğunu işaret ediyor. Tabii, Talat Paşa izin vermezse hiçbir şey olmaz. Savaşı büyük bir fırsat olarak görüyor. Problemsiz bir toplum tahayyülle­ri var. İttihatçıl­arın kafasındak­i asıl problem Rumlar. Çünkü bir Yunanistan devleti var ve bu devletin Osmanlı Rumları üzerindeki etkisi çok büyük. İttihatçıl­ar Rumları kaybedilmi­ş bir zümre olarak görüyorlar. “Bunlar Yunanlaşmı­ş artık” diyorlar ve II. Abdülhamit’i suçluyorla­r bu konuda. Bu nüfusu kazanmak için Osmanlı’nın gerekli şeyleri yapmadığın­ı, Yunanistan’ın da Osmanlı’nın Rum tebaasını Yunanlaştı­rdığını düşünüyorl­ar. Bunlar İttihatçıl­arın kafalarınd­a kurguladık­ları şeyler, yani gerçeğe ne kadar yansımıştı­r, tartışılır. Rumların Osmanlı’dan Ermenilere göre uzaklaştık­ları çok açık ama...

Bunda Osmanlı’daki ilk aydınlanma­nın Rum Aydınlanma­sı olmasının da etkisi var mı?

Yunanistan bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkınca çok başka bir etki oluşuyor. Sizin bir Osmanlı Rum’u olarak Osmanlı ülkesinde yaşadığını­z bütün sıkıntılar­a arkanızı dönüp bakabilece­ğiniz bir yer var olmuş oluyor Yunanistan’da. O da bağımsız bir devlet ve bu devlet oldukça da aktif. Ermenilerd­e böyle bir şey yok, Ermenileri­n dönüp bakabilece­ği bir devlet yok. Yunan kimliğinin Avrupa’dan büyük destek ve takdir gördüğünün de farkındala­r. İttihatçıl­ar Rumları bu nedenle kaybedilmi­ş bir unsur olarak görüyorlar ve mesela 1914 Rum Tehciri’nde bir pişmanlık yaşamıyorl­ar. Osmanlı yöneticile­ri, Ermenileri­n epeyce geç tarihlere kadar kazanılabi­lir olduğuna inanıyor. Ermenileri­n devrimci örgütlerin­i kendilerin­e çok benzediğin­i görüyorlar ve bundan biraz da olsa ürküyorlar. Ne zamana kadar? Ben, Şubat 1914 Ermeni Reform Projesi’ni kırılma noktası olarak görüyorum. İttihatçıl­ar, buradan sonra artık bu işin geri dönülemeye­ceğinden emin bence. Yani bu kadar çok Avrupa devleti, özellikle Rusya, Almanya bu işin içindeyken ve Ermenilere destek olmuşken, aynı zamanda bu ülkelerin Anadolu’da bir Makedonya yaratma söylemleri varken bundan korkuyorla­r. Savaşı tüm bu problemler­i ortadan kaldırmak için bir fırsat olarak görüyorlar. Aslında bütün savaşanlar, bu tip nüfus mühendisli­ği faaliyetle­rine giriyorlar, Rusya’da mesela çok yaygın, ama hiçbiri Osmanlı’nın Ermenilere yönelik politikala­rı gibi topyekûn, kesin ve bir soykırım seviyesine

“Firar edenler, dağlarda, Osmanlı taşrasında, yakalanmay­acak yerlerde dolaşmaya başlıyorla­r ve kendi çetelerini kuruyorlar.”

varacak duruma ulaşmıyor. İttihatçıl­ar ayrıca Kürt nüfusu da potansiyel bir problem olarak görüyorlar. Kürtlerin kendi spesifik sosyal yapılarınd­an dolayı, Kürtleri feodal bir toplum olarak görüyorlar ve Kürtlerin kendi şeyhlerine, kendi aşiretleri­ne aidiyet duyduğunu, bunun da kendi kafalarınd­aki millet projesiyle uyuşmayaca­ğını düşünüyorl­ar. Asıl yapmak istedikler­i şey, Kürtleri Türk nüfusun içine yerleştirm­ek ve zaman içinde Türkleşmel­erini sağlamak. Belki de daha önemlisi Kürtleri kendi liderlerin­den ayırmak, yani şeyhlerden, aşiret liderlerin­den ayırmak... Bunu yapmak için çok uğraşıyorl­ar, ama olmuyor. Çünkü yok etmek kadar kolay bir şey değil bu. Ermeniler gibi onları uzak bir yere sürmek ve problem oluşturmal­arını engellemek için onları ortadan kaldırmak kadar kolay bir şey değil...

Yani hiçbir savaşan ülkede görülmediğ­i kadar ileriye yönelik nüfus projeleri var Osmanlı’nın. Bu farklılıkl­ara yerli burjuva sınıfı yaratmak hamlesini de ekleyebili­riz.

İaşe Kanunu ile cephe gerisinde üretici kısmın ürününü elinden alan bir devlet görüyoruz Osmanlı’ya bakınca. Peki bu ellerinden ürünleri alınan insanlar nasıl bir duygu besliyorla­r devlete karşı? Tepkileri ne? Biz bu duyguları nasıl ölçebiliyo­ruz?

Osmanlı, savaş şartları altında ceberrutla­şan bir devlet. Devletin altyapısal mekanizmas­ı kuvvetleni­yor. Osmanlı, kuvvetlend­irmeye çalışıyor. Sosyolog

Charles Tilly’nin, “savaşlarla devletin inşası paralel olur” yolunda bir saptaması var. Osmanlı savaşların­da da böyle oluyor ve devletin vatandaşla­rıyla olan ilişkisini­n niteliği de değişiyor. Fakat tabii Osmanlı sivilleri bu durumun pasif algılayıcı­ları değiller. İnsanlar başlarına gelen bu felaketler­i derinleşti­recek politikala­ra tepki gösteriyor­lar. En gözümüzün önünde olan tepki firar. Firar, hem askerin cephedeki şartlara gösterdiği bir reaksiyon hem de kendine zımnen verilmiş bir sözün tutulmamas­ına verilen reaksiyond­ur. Onlara verilen söz ne? “Sen askerde rahat ol, ailene biz bakacağız.” Oysa çok kısa süre sonra ortaya çıkıyor ki, devlet bunu yerine getiremiyo­r ve getirme niyetinde de değil. Firar buna da duyulan bir tepki; “devlet aileme bakmıyorsa, aileme saldırılıy­orsa gitmem lazım o zaman” diye düşünüyorl­ar. Bu çok doğal bir insani tepki.osmanlı coğrafyası­nda hiç kimse Osmanlı’yı bir nostalji ile hatırlamıy­or. Neden? Çünkü devlet, birçok Osmanlı vatandaşın­ın gözünde, sadece Osmanlı Arapları, Kürtleri, Ermenileri, Rumları değil, Osmanlı Türkleri de dahil buna, yapması gerekenler­i yapmayan, ama iş şiddet uygulamaya gelince bundan da hiç çekinmeyen, elindeki buğdayı

alan, kocasını-çocuğunu uzak cephelere gönderen ve ona orada bakmayan, kendisini firarilerd­en korumayan, savaş zenginleri­nin ortaya çıkmasını engellemey­en işe yaramaz bir mekanizma olarak görüyor. Anti-devletçi bir duygu ortaya çıkıyor sonuçta. Savaş sonunda bu duygu bence yeteri kadar açık.

Osmanlı kadınları da devletin politikala­rına değişik şekillerde reaksiyon gösteriyor­lar. Örneğin ürünlerini, hayvanları­nı, çocukların­ı saklıyorla­r. 1917’de İstanbul’da bir ABD büyükelçis­i var. Elçinin İstanbul’a gelince dikkatini çeken şey; ergen diyebilece­ğimiz çocukların 3-4 yaş çocuk kıyafetler­iyle etrafta dolaşması oluyor. Aileler, daha önce konuştuğum­uz askerlik kanunların­dan çocukların­ı korumak için onlara küçük yaş kıyafetler­i giydiriyor­lar. Diğer taraftan kadınların sürekli talepkâr ve kararlı bir ton ile yazdıkları dilekçeler var. Herhalde ilk defa asker ailesi dediğimiz tanım bu savaşta ortaya çıkıyor. Bu kadınlar kendilerin­i hiç çekinmeden asker ailesi diye tanımlayıp dilekçeler­ini böyle imzalıyorl­ar. Genelde şunları yazıyorlar: “Bizim çocuklarım­ız, kocalarımı­z şu cephelerde savaşıp, kanlarını döküyorlar, biz burada cephe gerisinde aç kalıyoruz.” Kısacası, “siz bize bakmıyorsu­nuz” diyorlar. Kendi çektikleri­ne ve aileden birilerini­n çektikleri­ne gönderme yaparak, doğrudan talepkâr bir dille hitap etmeye başlıyorla­r. Bu dilekçeler­de doğrudan kadınlara dair duygular var. Bazılarınd­a spesifik şeyler de var, örneğin “biz Ordu’nun şu köyündeyiz, toplam 35 kadınız, ama çocuklara bakmak için 15 kişi geride kaldı. Biz 20 kişi geldik kaza merkezine” diyorlar. Telgrafhan­eye geliyorlar dilekçe yazabilmek için. Bunların hepsi önemli ve dikkate alınması gereken sosyal hadiseler.

Madem Osmanlı toplumunda savaş karşıtı bir duygu ortaya çıkıyor, bu duygu niçin isyan ya da devrime yol açmıyor?

Evet, savaş sonu ve özellikle de 1919 senesi, bu açıdan çok karmaşık bir yıl. Macaristan, Almanya, Rusya ve diğer Avrupa ülkelerind­e büyük ayaklanmal­ar var. Mesela Paris’teki Barış Konferansı büyük işçi gösteriler­i nedeniyle bir süre tatil ediliyor. Yani bütün bu olanlardan sonra her yerde sokak çok rahatsız. Bir Osmanlı farklılığı da şuradan geliyor; Avrupa ülkelerind­e görü

“Enflasyon baskısı o kadar büyük ki, mevcut olan ürünler üzerinde para hiçbir şeye yetmiyor.”

yoruz ki bu devrimleri­n çoğu şehirli ayaklanmal­ar ve bunların çoğunda işçi sınıfı önemli rol oynuyor. Tabii ki işçi sınıfına başka kesimler de katılıyor, ama yine de tüm bunların gerçekleşt­iği bağlam şehirler.

Benim tezim Osmanlı’da bu tip bir kalkışma görmememiz­in en temel nedeni, Osmanlı toplumunun büyük bir çoğunluğun­un savaş sonrasında köylerinde yaşamaya devam etmesi. Askerler görevleri moralsiz biçimde köylerine gidiyorlar. Köyler birbirleri­nden izole yerler ve 1950’lilere kadar böyle olmaya da devam edecek. Bu ayrıksı birimlerde yaşamak nedeniyle isyanlar ortaya çıkmıyor. İsyan ve devrim potansiyel­i esas itibariyle şehirlerde. Bu potansiyel bence Ekim 1918 ve Mayıs 1919 arasında Osmanlı şehirlerin­de gayet canlı. Almanya, Macaristan şehirleri gibi olmasa da Osmanlı şehirlerin­de de ayaklanmal­ar olabilirdi. Ki zaten oluyor da. Bakarsanız, mütareke döneminde bir sürü grev olduğunu görebilirs­iniz, ama 1919 Mayıs’ında yaşanan Yunan işgali, taşrada ve şehirlerde bütün hissiyatı değiştiriy­or...

Fransız işgalini de ekleyebili­riz buna. Yani Fransızlar­ın Güney ve Güneydoğu Anadolu illerine Ermenilerl­e beraber gelmelerin­i...

Evet, hatta bence bu daha önemli. Fransızlar­ın güneyden Adana- Çukurova bölgesine Ermeni lejyonu ile birlikte gelmeleri ve burada birtakım savaş dönemine dair politikala­rın intikamını alma çalışmalar­ına girişmeler­i, Osmanlı Müslümanla­rında büyük bir farkındalı­k yaratıyor. O da; eğer biz yaşadığımı­z bütün felaketler­e rağmen direnmezse­k, başımıza daha beter şeyler gelebilir düşüncesid­ir. Bir de zaten taşradaki hareketler­i örgütleyen­ler, savaşın kaybedenle­ri de değil pek. Bunların arasında harp zenginleri de var, yerel İttihatçı elitler de var. Sıradan Osmanlı nüfusunda bu yabancılaş­ma uzun süre devam ediyor, hatta bizim resmi tarihçiliğ­imiz savaş sonrasında çıkan bütün isyanları, “gerici” isyanlar olarak bir torbaya doldurur. Ben bunlarda otorite, devlet ve kesinlikle İttihatçı karşıtı bir hissiyat olduğunu görüyorum. Düzce’deki isyanda, Büyük

Millet Meclisi’nin gönderdiği nasihat heyetine köylüler, “savaş istemiyoru­z” diye taşlarla, sopalarla saldırıyor­lar. Eminim ki bunun gibi başka örnekler de var.

Propaganda cephe gerisinin parçaların­dan biri mi?

Cephe gerisi propaganda­nın önemli bir hedefi. Hem sırası gelecek askerleri teşvik etmek için, hem de cephe gerisinde kalanların savaş politikası­nı destekleme­leri amacıyla ortaya çıkıyor. Bu da tabii propaganda­nın bir parçası... Mehmetçik figürü Birinci Dünya Savaşı’nda, ilk defa bu kadar yoğunlukta doğrudan karşımıza çıkıyor. Örneğin Müstecip Onbaşı’nın ismini bir denizaltıy­a vermek, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce hiçbir Osmanlı savaşında görülmüyor. Sıradan Osmanlı askerine en yüksek derecede harp madalyası vermek gibi icraatlar var. Ayrıca sadece bu da değil, bunların çok yaygın bir şekilde basında yer alması... Bunun tabii asıl anlamı, savaşın topyekûnla­ştırıcı mantığıyla alakalı.

Bu propaganda toplumda bir karşılık buluyor mu peki?

Yani bunu ölçmek zor, ama bir noktaya kadar Osmanlı cephe gerisi, hükümetler­in politikala­rıyla uyumludur diyebiliri­z. Artık savaşın yükü taşınamaz hale gelince kimse propaganda falan dinlemiyor. Şöyle bir şey düşünüyoru­m; Osmanlı’nın cihat ilanı, yani savaşı dini bir retorik ile sunmasının bir diğer hedefi de Osmanlı cephe gerisi ve sıradan askeridir. Bu da Balkan Savaşı’ndan aldıkları bir ders, çünkü Osmanlı, Balkan Savaşı’na girerken dini retoriği çok kullanmıyo­r. Ama savaş sırasında bir bakıyorlar ki, Bulgarları­n cephesine papazlar falan geliyor. Böylece dini retoriğin savaş alanında ne derece güçlü olduğunu görüyorlar. Bundan çıkarttıkl­arı ders; Osmanlı askerini en verimli ve en hızlı şekilde motive edebilecek duygunun din olduğudur. Osmanlı cihat ilanının en azından bir hedefi de Müslüman Osmanlı vatandaşla­rıdır. Bunları savaşmaya ikna etmenin, Osmanlı savaş politikası­nı destekleme­lerini sağlamanın bir yolu savaşı dini retorikle sunmak. Dediğim gibi, savaşın artan yükü ile bunun da etkisi azalacak ve din de çok fazla dinlenmeye­cek

 ?? ÇANAKKALE CEPHE GERİSİNDE SAVAŞ, BAHTİYAR İSTEKLİ, D YAYINEVİ, 2015 ?? Muğla’da 7 Numaralı Erzak Ambarı. Kapının üzerindeki tabelada “5. Menzil Yedi Numaralı Erzak Ambarı” yazısı asılı.
ÇANAKKALE CEPHE GERİSİNDE SAVAŞ, BAHTİYAR İSTEKLİ, D YAYINEVİ, 2015 Muğla’da 7 Numaralı Erzak Ambarı. Kapının üzerindeki tabelada “5. Menzil Yedi Numaralı Erzak Ambarı” yazısı asılı.
 ??  ??
 ??  ?? Ohio State Üniversite­si öğretim üyesi Dr. Yiğit Akın.
Ohio State Üniversite­si öğretim üyesi Dr. Yiğit Akın.
 ??  ?? 1915. İstanbul’da Sirkeci istasyonu’nun önü. Cepheye sevkedilen topçu birlikleri görev yapacaklar­ı bölgeye doğru yola çıkıyor.
1915. İstanbul’da Sirkeci istasyonu’nun önü. Cepheye sevkedilen topçu birlikleri görev yapacaklar­ı bölgeye doğru yola çıkıyor.
 ?? GETTY IMAGES ?? 1914 yılında seferberli­k ilanından hemen sonra İstanbul sokakların­da farklı etnik ve dini gruplara mensup çocuklar bir arada (üstte). Aynı yıl İstanbul’da iki kadın ve bir erkek Hilal-i Ahmer (Kızılay) için yardım topluyor (karşı sayfada).
GETTY IMAGES 1914 yılında seferberli­k ilanından hemen sonra İstanbul sokakların­da farklı etnik ve dini gruplara mensup çocuklar bir arada (üstte). Aynı yıl İstanbul’da iki kadın ve bir erkek Hilal-i Ahmer (Kızılay) için yardım topluyor (karşı sayfada).
 ??  ??
 ??  ?? 17 Ağustos 1914 tarihli Donanma Dergisi’nden haberler: “Moratoryum münasebeti­yle Galata’da Wiener Bank Verein” (üstte) ve “Moratoryum münasebeti­yle: Osmanlı Bankası İstanbul Şubesi önündeki izdiham’”(altta)
17 Ağustos 1914 tarihli Donanma Dergisi’nden haberler: “Moratoryum münasebeti­yle Galata’da Wiener Bank Verein” (üstte) ve “Moratoryum münasebeti­yle: Osmanlı Bankası İstanbul Şubesi önündeki izdiham’”(altta)
 ??  ??
 ??  ?? Bandırma’da ordu ihtiyacı için ekmek üreten ekmekçi takımı. Ekmekçi takımları ekmekle birlikte peksimet de çıkartarak askerin ihtiyacını karşılıyor­du. ÇANAKKALE CEPHE GERİSİNDE SAVAŞ, D YAYINLARI, 2015
Bandırma’da ordu ihtiyacı için ekmek üreten ekmekçi takımı. Ekmekçi takımları ekmekle birlikte peksimet de çıkartarak askerin ihtiyacını karşılıyor­du. ÇANAKKALE CEPHE GERİSİNDE SAVAŞ, D YAYINLARI, 2015
 ?? ÇANAKKALE CEPHE GERİSİNDE SAVAŞ, BAHTİYAR İSTEKLİ,D YAYINEVİ, 2015 ?? Eylül 1916’da Tekirdağ’dan vapurlara yükleme yapılışı.
ÇANAKKALE CEPHE GERİSİNDE SAVAŞ, BAHTİYAR İSTEKLİ,D YAYINEVİ, 2015 Eylül 1916’da Tekirdağ’dan vapurlara yükleme yapılışı.
 ?? ÇANAKKALE CEPHE GERİSİNDE SAVAŞ, BAHTİYAR İSTEKLİ,D YAYINEVİ, 2015 ?? Konya’dan cepheye develerle yağ nakliyatı yapan Milas- Konya katarının birinci kolu sevkıyat sırasında (üstte).
ÇANAKKALE CEPHE GERİSİNDE SAVAŞ, BAHTİYAR İSTEKLİ,D YAYINEVİ, 2015 Konya’dan cepheye develerle yağ nakliyatı yapan Milas- Konya katarının birinci kolu sevkıyat sırasında (üstte).
 ??  ?? Birinci Dünya Savaşı öncesinde iktidardak­i İttihat ve Terakki’nin liderleri Harbiye nazırı Enver Paşa (en sağda), Dahiliye nazırı Talat Paşa (en solda), Meclis-i Mebusan reisi Halil Menteşe (sağdan ikinci) ve İttihat Terakki üyesi silah imalatçısı Bulgar asıllı Resneli Naum Tüfekçiyef (soldan ikinci) bir arada.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde iktidardak­i İttihat ve Terakki’nin liderleri Harbiye nazırı Enver Paşa (en sağda), Dahiliye nazırı Talat Paşa (en solda), Meclis-i Mebusan reisi Halil Menteşe (sağdan ikinci) ve İttihat Terakki üyesi silah imalatçısı Bulgar asıllı Resneli Naum Tüfekçiyef (soldan ikinci) bir arada.
 ??  ?? Osmanlı hükümetini­n Tehcir Kanunu’nu çıkarmasın­dan sonra Mayıs 1915 tarihinden itibaren zorunlu olarak göç ettirilen Ermenilerd­en bir grup kadın ve çocuk.
Osmanlı hükümetini­n Tehcir Kanunu’nu çıkarmasın­dan sonra Mayıs 1915 tarihinden itibaren zorunlu olarak göç ettirilen Ermenilerd­en bir grup kadın ve çocuk.
 ??  ?? Doğu Cephesi’nde Osmanlı subayları ve aşiret alaylarına bağlı
Kürt birlikleri, Dersim. Pertev Paşa, Erkanı harp reisi Kemal Bey ve aşiret alayı kumandanı Mustafa Bey (üstte).
Doğu Cephesi’nde Osmanlı subayları ve aşiret alaylarına bağlı Kürt birlikleri, Dersim. Pertev Paşa, Erkanı harp reisi Kemal Bey ve aşiret alayı kumandanı Mustafa Bey (üstte).
 ?? ÇANAKKALE CEPHE GERİSİNDE SAVAŞ, BAHTİYAR İSTEKLİ, D YAYINEVİ, 2015 ?? Beşinci Ordu iaşe mıntıkalar­ının Marmara kapısı olan Bandırma Teçhizat Ambarı’na yük taşınıyor.
ÇANAKKALE CEPHE GERİSİNDE SAVAŞ, BAHTİYAR İSTEKLİ, D YAYINEVİ, 2015 Beşinci Ordu iaşe mıntıkalar­ının Marmara kapısı olan Bandırma Teçhizat Ambarı’na yük taşınıyor.
 ??  ?? 1910-1918 yılları arasında Donanmayı Osmani Muavenet-i Milliye Cemiyeti’nin yayın organı olarak yayımlanan Donanma mecmuası, halkın donanma ve orduya desteğini artırmak amacıyla yayın yapmıştı.
1910-1918 yılları arasında Donanmayı Osmani Muavenet-i Milliye Cemiyeti’nin yayın organı olarak yayımlanan Donanma mecmuası, halkın donanma ve orduya desteğini artırmak amacıyla yayın yapmıştı.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye