Kapak konusu: Cephe gerisinde yaşam
Dr. Yiğit Akın ile röportaj
Melih Şabanoğlu- Kansu Şarman
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarında en fazla ihmal edilen alan cephe gerisiydi. İttihatçıların önce ordunun ihtiyacını karşılamayı önemseyen kararları sonrası, cephe gerisi hem gıda, hem güvenlik, hem de üretim açısından kendi haline bırakılmıştı. Ohio State Üniversitesi’nden Dr. Yiğit Akın Büyük Harp’te cephe gerisinde yaşamı Atlas Tarih’e anlattı.
Birinci Dünya Savaşı kapsadığı coğrafya ve yıkıcılığı itibarıyla dünya tarihinde yaşanan ilk küresel savaştı. Sadece silahlı kuvvetlerin değil, toplumun tüm kesimlerini içine alan, tüm üretim olanaklarını etkileyen topyekun bir hareket. Osmanlı İmparatorluğu da savaşın ağır koşullarını her yönüyle yaşadı. Çok kısa bir süre önce köhnemiş seferberlik yapısı yüzünden Rumeli’deki topraklarının büyük bölümünü kaybettiği için orduda reform yapıldı. Ancak cephe gerisi olduğu gibi kaldı. Ülkede endüstri yoktu, üretim tarıma dayalıydı. Savaş cephe gerisini hem ekonomik hem sosyal açıdan vurdu. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı cephe gerisini Ohio State Üniversitesi’nden Dr. Yiğit Akın’a sorduk.
Biz cephe gerisi kavramını derli toplu ilk olarak Ateş ve Güneş’te Falih Rıfkı Atay’dan öğrendik. Cephe gerisi derken neyi kastediyoruz?
Bu kavramın ilk kez Birinci Dünya Savaşı’nda kullanılmasının bir anlamı var, çünkü birçok coğrafyada cephe gerisi Birinci Dünya Savaşı’nda önem kazanıyor. 19’uncu yüzyılın ortalarından itibaren, savaş dediğimiz şey bütün dünyada büyük bir dönüşüm geçiriyor. Bu durumun teknolojinin gelişmesiyle, savaş teknolojisinin gelişmesiyle, demiryollarının gelişmesiyle de alakası var fakat, Fransız İhtilali’nden itibaren değişen askerlik mantığının etkisi de yadsınamayacak düzeydedir. Napoléon savaşlarına kadar savaşların hemen hemen hepsi “kabine savaşları” denen küçük
çaplı savaşlardır. Fakat milliyetçilikler çağında artık toplumun erkek nüfusunun büyük bir kısmı savaşlara katılmaya başlıyor ve dünya üzerinde herkes bunun savaşta etkili bir yol olduğunu anlıyor. Bunun şöyle bir etkisi var; özellikle büyük savaşlarda toplumun büyük bir kısmı bu savaşlara doğrudan katılmış oluyor. Büyük miktarda insanı askere alınca bunlara cephede bakmanın, beslemenin, ihtiyaçlarını karşılamanın önemi de artıyor. Yani cephe gerisindeki siviller de artık savaştan azade kalamıyor, savaşa hükümet politikaları yoluyla doğrudan dahil olmak zorunda kalıyor. İnsanlar sadece eşlerini, babalarını, çocuklarını, nişanlılarını askere göndermekle kalmıyor; bir de giderek artan boyutlarla hükümetler, sivillerin doğrudan savaşa desteğini istiyorlar. Bu sadece bir moral desteği ile kalmıyor, doğrudan katılım isteniyordu... Hükümetler politikalarını buna göre oluşturdular.
Cephe gerisinde Osmanlı sivil toplumu derken kimlerden bahsediyoruz:
Birinci Dünya Savaşı, tarihin ilk tamamen endüstriyelleşmiş savaşıdır. Lakin Osmanlı bir endüstrisi olmadan savaşmaya çalışıyor. Bu, diğer ülkelere göre Osmanlı aleyhinde olan bir fark. Osmanlı’nın cephe gerisinin nüfus olarak yüzde doksanı köylü toplumuydu. Osmanlı insanı köylerde yaşıyor ve Osmanlı ekonomisi tarım ekonomisidir. Bir defa cephe gerisi deyince bunu göz önünde tutmamız lazım. Ayrıca bu ekonomi, emek üzerine kurulan ve devam eden bir ekonomidir. Modernleşmiş, endüstriyelleşmiş bir tarım ekonomisi değildir. Artık tarım 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı Avrupa’da, Amerika’da endüstriyelleşiyor, ama Osmanlı’da 500 yıl önce nasıl yapılıyorsa hâlâ öyle gerçekleştiriliyor. Osmanlı ekonomisi doğrudan insan ve hayvan emeğine dayalı. Dolayısıyla çok kırılgan bir ekonomi var. Bu ekonomide hayvanlara ve insanlara bir şey olur
“Osmanlı bir endüstrisi olmadan savaşmaya çalışıyor. Bu, diğerlerine göre Osmanlı aleyhinde bir fark.”
sa, insanların geçimi ve hayatta kalması zora giriyor. Tarım ekonomisinde en verimli olabilecek genç erkek nüfusu, bu ekonomiden çekip alınıyor ve askere yollanıyor. Bunları sadece üretimden çıkarmıyorsunuz, bir de tüketici haline getiriyorsunuz. Çünkü bu adamlar beslenmek, yemek zorundalar. Sonuç olarak üretim sadece bu kişilerin askere alınması sebebi ile azalmıyor, ayrıca cephelerdeki bu insanları beslemek de gerekiyor. Osmanlı ordusu başlarda 700-800 bin kişilik bir ordu. Bu çok büyük bir rakam. Osmanlı’nın mevcut ekonomisiyle bu orduyu beslemeye gücü yok. Dönemin Maliye nazırı Cavit Bey bir realist olarak en baştan İttihatçılara bunu söylüyor. Dolayısıyla bu nüfusun üretici kısmını çekip aldığınızda geriye kalanlar Osmanlı cephe gerisi dediğimiz şeyi oluşturuyorlar. Şehirleri bir kenarı bırakırsak, cephe gerisini her şeyden önce kadınlar oluşturuyor. Kadınlar, cephe gerisinin en önemli aktörleri. Ortaya çıkan birçok çalışmada da ele alındığı gibi kadınlar, Osmanlı cephe gerisinde çok önemli bir rol oynuyorlar. İkincisi, askerlik yaşından küçük çocuklar. Osmanlı çocukları çok hızlı büyüyorlar. Büyümek zorunda kalıyorlar, çocukluklarını yaşayamıyorlar, çünkü bir evin geçimi kadınlarla birlikte onların da üzerine kalıyor.
Çocuklar gıda, mühimmat ve teçhizat nakliyatında da çok önemli rol oynuyorlar değil mi?
Elbette. Bir diğer tarafta da yaşlılar var yani askerlik yaşının üstünde kalanlar... Onlar da bütün bu işlere, özellikle köylerde doğrudan dahil olmak zorunda kalıyorlar. Bir de şunu ekleyelim savaş ilerledikçe ve savaşın zayiatları arttıkça orduda çok yüksek oranda firarlar oluyor. Bunun neticesinde askerlik yaş aralığında gittikçe bir genişleme oluyor. Yani, Osmanlı giderek daha gençleri ve giderek daha yaşlıları askerlik yükümlülüğünün içine almaya başlıyor. Benim tespit edebildiğim kadarıyla bütün savaşan devletler
arasında en geniş aralıklardan bir tanesi bu. 17 yaşından 55 yaşına kadar herkes resmi olarak askerlik yükümlülükleri ile mükellef ve pratikte görüyoruz ki bazı yerlerde bu durum daha da esnetilmiş durumda.
Hatta büyük ihtimalle pratikte 15’e kadar iniyor çünkü açılan boşlukları doldurmak istiyorlar. Kimi bulabilirlerse askere alıyorlar artık... Bir kanun geçiriyorlar, nüfusunuzla zindeliğiniz arasında bir zıtlık varsa sizi askerlik şubesi askere alabiliyor. Yani diyelim ki 60 yaşındasınız, ama dinç gözüküyorsunuz, “gel bakalım” diyebiliyorlar. Bu durum çocuklar için de geçerli; “sen büyük gözüküyorsun” deyip 14 yaşında çocuğu askere alıp savaşa gönderebiliyorlar. Ancak bu kanun pratikte pek uygulanamıyor, çünkü meclisteki milletvekilleri isyan ediyorlar. Hükümet kanunu geri çekmek zorunda kalıyor ve bu kanun, hükümet tarafından geri çekilen az sayıda kanunlardan biridir. Aristidi Paşa’ydı yanılmıyorsam, çok güzel bir sözü var. “Bu, cüsse itibariyle sin tayini kanunudur”, yani cüsse itibariyle yaş tayinidir diyor. Cephe gerisinin böyle bir durumu var.
Burada tarım ekonomisinin bir başka önemli faktörü hayvandır. Hayvan nüfusu, böyle bir tarım ekonomisinin devamı için çok merkezi bir rolde. Fakat Osmanlı ordusunun nakliyat için hayvanlara ihtiyacı var, çünkü uzak cephelere ulaşmanın yolu, insan ve hayvan gücünden geçiyor. Tarımda kullanılması gereken hayvanlarla, cephelere gıda, mühimmat ve teçhizat taşınıyor. Mesela, büyük deve konvoyları, büyük öküzler, mandalar, sağlıklı hayvanlar. Seferberliğin dramını arttıran en önemli uygulamalardan birisi de bahsettiğimiz bu ve bu gibi birçok hayvanın da askere alınmasıdır. Bu durum büyük bir travma yaratıyor. Bazı belgelerde görüyoruz, köylerde sadece bir-iki öküz, manda bırakılıyor. Bütün köyün işlerini bu hayvanlar yapmak zorunda kalıyor. Tabii hayvanlar çok çalıştırılmaktan dolayı ölüyor. At hiç bırakmıyorlar. At çok kıymetli ve posta arabalarının çoğu çalışmaz hale geliyor. Onların hepsi başka yollarla, hatta mümkünse yaya olarak yapılıyor ve bütün atlara nerdeyse el konulmuş oluyor. Ayrıca eşekler mesela giderek kıymetleniyor. Savaşın bitmeyeceği anlaşılınca elde kalan ne varsa hepsi yavaş askere alınmaya başlıyor...
Birinci Dünya Savaşı’ndaki diğer devletlerle Osmanlı Devleti’ni kıyasladığımızda Osmanlı’yı nereye koyabiliriz? Osmanlı bu devletlerden hangi alanlarda ayrışıyor, hangi alanlarda benzeşiyor, ya da benzeştiği bir ülke var mı?
Osmanlı Devleti, cephe gerisinin savaşa dahil olma gereğinin ortaya çıkması bakımından diğer savaşanlarla benzeşiyor. Savaşın uzun sürmesi... Bazen onu da atlıyoruz, ama Osmanlı teknik olarak savaşın sonuna kadar savaşta kalıyor. Yani iki yıl savaşıp savaştan çekilmiyor. Almanlardan 11 gün önce imzalıyor mütarekeyi. Osmanlı’nın kitapta da bahsettiğim üzere, dört alanda farklılığını tespit ediyorum ben. Bunlardan bir tanesi; Osmanlı hiçbir ana savaşanın olmadığı kadar yakın bir zamanda büyük bir savaş deneyiminden geçmiş durumda. Bununla Balkan Savaşı’nı kastediyorum. Almanların ve Fransızların bir takım kolonyal savaşları var, ama kendi toplumlarını doğrudan ilgilendiren en son savaşları 1871’de ve birbiriyle. Aşağı yukarı kırk yıl önce yani. Aradan geçen iki nesil kadar zaman, savaşın ne kadar trajik bir şey olduğunu aslında Avrupa toplumlarına unutturmuş durumda.
Fakat Osmanlı’ya bakarsanız, Osmanlı iki yıl önce zaten Balkan Savaşı için büyük bir seferberlikten geçmiş ve büyük bir hezimet yaşamış durumda. Ben bu durumun Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’da savaşın sivillere olan etkisi bakımından büyük bir farklılık yarattığını düşünüyorum çünkü. İttihatçılar, 1913 başlarından itibaren tek başlarına iktidarlar. Balkan Savaşı’na dair çok doğru gözlemler yapıyorlar ve bir daha aynı hezimeti yaşamamak için buradan dersler çıkartıp bu dersleri hemen uygulamaya geçiriyorlar. Bütün bu çıkarttıkları dersler, Osmanlı toplumuna çok daha ağır bir yük olarak dönüyor.
Nedir bu dersler?
Balkan Savaşı’ndan çıkarttıkları en önemli ders, Osmanlı Devleti’nin bu savaşta toplumun savaşabilecek nüfusunu yeteri kadar seferber edememesi. Burada bir takım karşılaştırmalar yapıyorlar, istatistikler çıkartıyorlar. Basında, “meyhaneci Yunanlar bile bizden daha çok erkeği seferber etti”, “sütçü Bulgarlar bile toplumun daha büyük bir kısmını seferber etti, biz edemedik...” gibi bir dil kullanılıyor. Problemi burada görüyorlar. Balkan Savaşı’nda daha fazla sayıda erkeği seferber edememenin nedeninin de muafiyetler olduğunu düşünüyorlar. O zamana kadarki olan kanunlarda askerlik hizmetine dair çok çeşitli muafiyetler var. Bunları buduyorlar, son derece sıkı bir budama yapıyorlar. Neredeyse bu muafiyetlere son veriyorlar.
Bu muafiyetler arasında en önemlisinin hangisi olduğunu düşünüyorlar?
En önemlisi “muinsizlik”. Muinsizlik, büyük bir muafiyet maddesi. Daha önceki askerlik kanunlarına göre, siz eğer bir evin temel geçim kaynağı, ekmek
“Şehirleri bir kenarı bırakırsak, cephe gerisini her şeyden önce kadınlar oluşturuyor. “
kazananı iseniz kanun sizi askerlik dışı bırakıyor. Kırılgan bir tarım ekonomisinde mantığı olan bir şey bu. Ailenin, ekmek kazananı askere gidince sefalete düşmesini engelleyecek nitelikte bir muafiyet. Fakat, zaman içinde çeşitli yollarla ortaya çıkıyor ki bu kanun yüzünden yüz binlerce insan askerliğin dışında kalabiliyor. Diğer muafiyetlerden de hiç haz etmiyorlar ve bunları buduyorlar. 1914 yılında çıkartılan yeni bir kanunla muinsizlik muafiyetini iptal ediyorlar. Bu durumun altını ne kadar kalın çizersek o kadar önemli. Birinci Dünya Savaşı’na yeni düzenlenen askerlik kanunu ile giriyor Osmanlı. Bu durumun unutulmaması gerekiyor. Savaş başlar başlamaz, toplumda büyük bir panik dalgası yayılıyor, çünkü insanlar bu muafiyetlerin kalkmış olduğunu ilk defa seferberlik ilan edildiğinde fark ediyorlar. Benim bir tezim; bu savaşın adının Osmanlı kolektif hafızasında “seferberlik” olarak kazınmış olması. Çünkü başka hiçbir savaşı seferberlik diye hatırlamıyoruz...
Seferberlik kelimesi Arapçaya bile giriyor değil mi?
Evet Arapçada, Ermenicede yani coğrafyanın bütün dillerinde var. Arapçada çok merkezi bir şekilde var ve kelimenin mobilizasyon anlamının çok ötesinde, bütün savaşın felaketini tasvir eder şekilde kullanılıyor. Aslında Osmanlı kolektif hafızasında da öyle kullanılıyor. Bugün unutmuş durumdayız, ama yaşlılar Anadolu’da uzun yıllar Birinci Dünya Savaşı’ndan “seferberlik harbi” diye bahsederlerdi.
Osmanlı seferberliğinin ilan edildiği, Ağustos başından savaşa girdiği Ekim sonuna kadar olan üç ayın, toplumda yarattığı şok yüzünden çok kritik olduğunu düşünüyorum. Balkan Harbi’nden aldıkları dersler yüzünden yeni düzenlenen askerlik kanunu çok yaygın ve çok sert bir şekilde uygulanıyor. Mesela, yedi gün içinde askerlik şubesine başvurmayanlar idam edilecek. Kimse ne olduğunu anlamıyor ve büyük bir karmaşa ortaya çıkıyor. Kanun o kadar yeni ki, askerlik şubeleri bile habersiz.
Biraz uzatarak söyledim ama birinci farklılık bu; Osmanlı Devleti’nin çok yakın dönemde Balkan Savaşı’nda büyük bir savaş trajedisi yaşamış olması ve devletin en gelişmiş vilayetlerinin çok kısa süre içinde kaybedilmiş olması. Bu hem toplumun ciddi bir kesiminin, hem de yönetici elitlerin apokaliptik bir ruh haline girmesi sonucunu getiriyor beraberinde. “Bir tane daha böyle savaşı kaybedersek, buradan kurtuluş olmaz” diye düşünüyorlar. Şöyle bir şey var ki; o savaşın dünya savaşı olacağını değil, Yunanistan
ile olacağını bekliyorlar. Talat Paşa mesela, Yunanistan’la savaş yapacaklarından ve bunun kısa zamanda olacağından çok emin. Hatta benim iddiam şu ki, 1914 Rum Tehciri böyle bir beklentinin sonucunda gerçekleşiyor.
Osmanlı’yı savaşan devletlerden ayıran diğer farklılıklar nelerdi?
Büyük ölçüde Osmanlı’nın altyapısal yetersizliği. Bunun altını çizmeyi gerekli gördüm, çünkü Osmanlı, diğer savaşanlardan farklı olarak imparatorluğun nüfus merkezlerinden uzak cephelerde savaşıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu uzak noktaları besleyecek, sürekli takviye gönderecek altyapısı yok. Özellikle demiryolları bu konuda yetersiz kalıyor. Şunu unutuyoruz aslında, imparatorluğun önemli merkezleri arasında esas ulaşım mekanizması denizyoludur. Savaş sırasında denizyolunu kullanamama durumu ortaya çıkıyor Akdeniz ve Ege’deki Fransız ve İngiliz ablukası yüzünden. Özellikle imparatorluğun Arap vilayetleri ile olan bağlantısı tamamıyla kesilmiş oluyor. Doğu cephesi için de benzer bir şey
söz konusu Rus ablukası nedeniyle. Örneğin Trabzon’a deniz üzerinden gitmek çok zorlaşıyor. Fransız ve İngilizlerin Akdeniz’i abluka altında tuttuğu gibi Ruslar da Karadeniz’i abluka altında tutuyorlar. Bu o bölgedeki Osmanlı hezimetinin yaşanmasında çok önemli olan bir faktör. Ayrıca Ruslar Zonguldak ve Ereğli’yi sürekli bombalıyorlar İstanbul’a kömür sevkıyatı yapılmaması için.
Çünkü buradaki kömür yatakları İstanbul’un yaşaması için çok önemli. Bu altyapısal eksiklik çok önemli sonuçlara yol açıyor. Bir defa imparatorluğun başka yerlerinden nüfus merkezlerini ve özellikle başkenti besleyecek malzemeleri yeterli miktarda getirememeye başlıyorsunuz. Kömür ve buğday olarak tespit ettiğim iki ana tüketim maddesinin önemli bölümünü normalde Osmanlı dışarıdan temin ediyordu. Demiryollarının hizmete girmesinden sonra Anadolu’dan İstanbul’a buğday gelmeye başlıyor, ama bu buğdayı öğütmek için değirmenlere ihtiyaç var. Bu değirmenleri çalıştırmak için de kömür gerekiyor. Tüm bu
masraflar sebebiyle İstanbul’a öğütülmüş buğday un halinde normalde Anadolu yerine Marsilya’dan, Amerika’dan geliyor. Buralardan un getirmek Anadolu’dan buğday getirip öğütmekten daha kolay ve daha az maliyetli. Savaş sırasında tüm bu yollar kesiliyor ve Osmanlı savaşı kendi kaynaklarıyla sürdürmek zorunda kalıyor. Bu Osmanlı’nın daha önceki deneyimlerine göre büyük bir kırılma demektir. Çünkü Osmanlı, hiçbir zaman kendi yağıyla kavrulan bir imparatorluk değildi.
Üçüncü büyük farklılık da bununla ilgili; Osmanlı savaşı kendi kaynaklarıyla sürdürmek zorunda kalıyor ve bir yerleri Almanya gibi işgal edemediği yeni kaynaklara ulaşamıyor. Örneğin, Almanlar Polonya’yı işgal ettiğinde cephelerini beslemek için oralardan büyük tarımsal kaynak çektiler. Osmanlı’nın böyle bir imkânı da yoktu. Osmanlı her dönem gelen kaynaklar bakımından dışarıya bağımlı bir devletti. Savaş sırasında İngilizler ve Fransızlar bütün dünya denizlerini kontrol altında tuttukları için Osmanlı’nın da içinde yer aldığı İttifak devletlerinin bu kaynaklardan yararlanmasının önüne geçiyorlar. Bunun üstüne Osmanlı, periferisini de savaş ilerledikçe giderek kaybetti. Bu Osmanlı’nın bir yerlerde işgal rejimleri kuramayan ülke olmasının yanı sıra, küçülen bir ülke olduğu anlamına geliyor.
Savaş içinde tarım ekonomisi nasıl bir seyir izliyor? Tarım ekonomisinin geldiği noktayı istatistik olarak biliyor muyuz?
İstatistikler çok güvenilir değil, ama çok ciddi bir düşüş oluyor. Bir defa şöyle bir şanssızlığı var Osmanlı’nın; aslında 1914 yılı ürün açısından hiç olmadığı kadar iyi bir yıl. Balkan Harbi’nin ertesi yılında durumun böyle olmasından ötürü herkes seviniyor, fakat hasat döneminde seferberlik ilan ediliyor. İşte seferberlik travmasını arttıran sebeplerden biri de bu. İnsanlar o senenin ürününü hasat etmeye çalışırken 10 gün içinde askere alınmak zorunda kalıyorlar. Bunu daha sonra askere alınanlara izin vererek telafi etmeye çalışıyorlar, ama ürünün birçoğu telef oluyor. Daha sonraki yıllarda savaş devam ettikçe tarım üretimi giderek azalıyor. Bunun üretici nüfusunun azalmasıyla etkisi var ve 1917 - 1918 yıllarında Osmanlı’da tarım ekonomisinin çökme noktasına geldiğini görüyoruz. Cephe gerisinde o kadar az sayıda üretici erkek kalmış durumda ve insanlar ne üretirlerse üretsinler, ürettiklerinin büyük çoğunluğunun ellerinden alınacağını biliyorlar. Osmanlı hükümeti, orduyu beslemek için şiddetli kanunlar çıkarıyor, bu da üreticide büyük bir motivasyon eksikliğine sebep oluyor. Burada amaç, azalan nüfusa rağmen büyük bir orduyu beslemek. Ancak nasıl yapabileceksiniz bunu? Giderek artan oranlar
da köylünün ürettiği ürünü elinden almak yoluyla. Ya ürüne sabit fiyatlar vererek, ya da kâğıt parayla... Kâğıt para, travmanın büyük bir parçası durumunda. Osmanlı toplumunda ilk defa bu yaygınlıkta kâğıt para kullanılmaya başlıyor. Daha önceden de kullanılıyor ama bu dönemde çok daha fazla yaygınlaşıyor. Bu da travmaya katkıda bulunuyor: İnsanların dilekçelerinde görüyoruz. Bir tanesini hatırlıyorum Karadeniz’den yazıyor bir kadın, “elimizde kâğıt, açlıktan ölüyoruz burada” diyor. Elimizde kâğıt dediği kâğıt para. Fakat enflasyonist baskı o kadar büyük ki, mevcut olan ürünler üzerinde o para hiçbir şeye yetmiyor. Bu durumların hepsinin tarım ekonomisinin yavaş yavaş çökmesiyle ilgisi var. 1918’e geldiğimizde Osmanlı yönetici elitleri de bu durumu bence kabullenmiş durumdalar.
Bu açıdan Osmanlı seferberliğinde rasyonaliteden söz etmek mümkün mü?
Çok önemli bir soru bu hatta üzerine daha fazla düşünmek lazım. Bir rasyonalitesi var, ama başta da söylediğim gibi Osmanlı, bu savaşa daha önceden yaşadığı büyük bir trajedi etkisi altında giriyor. Savaşın da bu kadar uzun süreceğini beklemiyorlar. Durum böyle olunca İttihatçılar çok şiddetli bir şekilde müdahale etmek ve hazırlık yapmak gereği hissediyorlar. Fakat bu durum bir yandan dediğimiz kaynakları azaltıyor, bir yandan da insanlar üzerinde büyük bir korku yaratıyor. Pazar için üretmeye devam edersek ürünümüz elimizden alınacak diye düşünmeye başlıyorlar. Mevcut kapitalist ilişkilerin de mantığı ortadan kalkıyor böylece. Giderek daha izole hale gelmiş, küçük cemaatler halinde yaşıyorlar. Zaten birçoğu böyle Osmanlı köylerinin, ama aslında 19’uncu yüzyılın sonlarından itibaren market ve pazar için üretmeye de başlamışlardı. Savaş bunu öldürüyor, ortadan kaldırıyor. Çünkü biliyorsunuz ki siz pazara ürün getirirseniz asker bunu elinizden alacak. Rasyonalite dediğiniz şeyde şurada bir sorun yaşanıyor; her zaman askerler ve siviller arasında bir gerilim var. Bu Enver Paşa’da sembolize oluyor. Enver ve kendisi gibi düşünen askerler ordunun önceliği konusunda çok tavizsizler. Yani önce ordu beslenmeli, sonra sivillere ne olursa olsun. Fakat İttihatçıların sivil kanadı bunun yaratacağı problemin farkında. Özellikle Cavit Bey gibiler bu durumun yaratacağı problemleri ve büyük kaygının farkındalar.
Bunun dışında bir de köylülerin ürettiği ürünlere ortak olan başka bir kesim var: Firariler. 1918 itibariyle savaşan asker sayısının 100 bin civarında, firari sayısının da 500 bine yaklaştığı yolunda tahminler var. Firariler cephe gerisinde ne yapıyorlar?
Cephe gerisinin karmaşıklığını bir derece daha arttıran şeylerden biri de firar sayısının giderek artması. Savaş sonu, 300 bin, 500 bin gibi firari sayısı var. Firar eden kişiler, dağlarda, Osmanlı taşrasında, yakalanmayacak yerlerde dolaşmaya başlıyorlar ve kendi çetelerini kuruyorlar. Nereden bulacaklar yiyecekleri? Ya köylerin dışındaki tarlalara dayanıyorlar, ya üretilen ürünü alıyorlar. Böyle büyük bir tehdit unsuru oluşturuyorlar Osmanlı sivil nüfusunun üzerinde... Üretimin düşmesinde benim tespit ettiğim sebeplerden biri de bu; insanlar artık tarlalarını ekmekten çekinir hale geliyorlar. Özellikle 1918 itibariyle büyük bir güvenlik sorunu var çünkü; ortada eşkıyalık yapan çok sayıda firari var. Düşünsenize, bu firari çeteler öyle bir büyüklüğe ve kendine güvene ulaşıyor ki, Bandırma trenine saldırıyorlar.
Cephe gerisinde bu huzursuzluğun, güvensizliğin ve emniyetsizliğin artıyor olması konuştuklarımızı etkileyen büyük bir problem olarak geri geliyor. Yine yük Osmanlı sivillerinin üzerinde tabii. Osmanlı ordusundan dahiliye gelen yazışmalarda bunları görüyoruz; kadınların çoğu, asker ailelerine yapılan saldırıları ordudan firarı teşvik eden sebepler olarak görüyorlar ve bunların önüne geçilmesini istiyorlar. O kadar çok asker ailelerine yapılan saldırı oluyor ki, 1915 gibi erken tarihlerden itibaren bile şöyle bir tezat ortaya çıkıyor; ordudaki asker cephelerde mi savaşsın, evdeki ailesini mi savunsun? Devlet burada görevini yapamıyor sonuçta... General Ali Fuat Erden’in hatıralarında bir idam mangası örneği var. Firar edenler idam ediliyor, ertesi gün idam mangası da firar ediyor. Çığ gibi büyüyen bir problem. Kaçınca ve yakalanmayacağını görünce başka insanlar da kaçıyor. Özellikle 1917 - 1918’e geldiğimiz zaman cephe hayatı dayanılmaz hale geliyor. Enver Paşa ile çok yakın çalışan Bronsart von Schellendorf Paşa’nın 1917’de dediği şuydu sanırım: “Biz bu memlekette vidaları sıkabildiğimiz kadar sıktık. Bundan daha fazla sıkmanın imkânı yok.” Asker alma durumundan bahsediyor. Artık askere alacak kimse kalmadı demeye çalışıyor. Cephe gerisi dediğim gibi böyle kaotik bir yer aslında...
“1917 - 1918 yıllarında Osmanlı’da tarım ekonomisinin çökme noktasına geldiğini görüyoruz”
Bu tabloya bir de mülteciler ekleniyor. Yani işgale uğrayan topraklarda yaşayan halkın batıya göç etmesi. Onların yükü de cephe gerisindeki çocukların, yaşlıların, kadınların üzerinde biniyor değil mi?
Bu da az konuştuğumuz bir şey. Rus işgalinden kaçan Müslüman mültecilerden söz ediyoruz. Karadeniz’de de, Rus işgalinden kaçan yüzbinlerce insan da oluyor ve savaş sırasında yüz binlerce insan Rus işgali bölgelerinden batıya doğru kaçıyor. Batı Karadeniz şehirlerinde nüfusun hiç olmadığı kadar arttığını görüyorsunuz. Tam istatistikler yok elimizde, ama bütün anekdotlar buna işaret ediyor. Şehirlerin, gelen mülteci akınlarını kaldıramadığı anlaşılıyor. Oralarda da mevcut altyapı çöküyor. Salgın hastalıkları ve beslenme gerekliliklerini işin içine katarsanız inanılmaz büyük problemler ortaya çıkıyor. Bir tanesi daha var, o da bir milyondan az olmamak kaydıyla Rus işgallerinden batıya doğru kaçan Kürt mülteciler.
Osmanlı yönetiminin Kürtlere ilişkin nüfus mühendisliği projeleri var mı savaş sırasında? Bu projelerin arkasında kim var?
Bu işin arka planında Doktor Nazım var. Okuduklarım, onun bu işin en önemli beyinlerinden biri olduğunu işaret ediyor. Tabii, Talat Paşa izin vermezse hiçbir şey olmaz. Savaşı büyük bir fırsat olarak görüyor. Problemsiz bir toplum tahayyülleri var. İttihatçıların kafasındaki asıl problem Rumlar. Çünkü bir Yunanistan devleti var ve bu devletin Osmanlı Rumları üzerindeki etkisi çok büyük. İttihatçılar Rumları kaybedilmiş bir zümre olarak görüyorlar. “Bunlar Yunanlaşmış artık” diyorlar ve II. Abdülhamit’i suçluyorlar bu konuda. Bu nüfusu kazanmak için Osmanlı’nın gerekli şeyleri yapmadığını, Yunanistan’ın da Osmanlı’nın Rum tebaasını Yunanlaştırdığını düşünüyorlar. Bunlar İttihatçıların kafalarında kurguladıkları şeyler, yani gerçeğe ne kadar yansımıştır, tartışılır. Rumların Osmanlı’dan Ermenilere göre uzaklaştıkları çok açık ama...
Bunda Osmanlı’daki ilk aydınlanmanın Rum Aydınlanması olmasının da etkisi var mı?
Yunanistan bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkınca çok başka bir etki oluşuyor. Sizin bir Osmanlı Rum’u olarak Osmanlı ülkesinde yaşadığınız bütün sıkıntılara arkanızı dönüp bakabileceğiniz bir yer var olmuş oluyor Yunanistan’da. O da bağımsız bir devlet ve bu devlet oldukça da aktif. Ermenilerde böyle bir şey yok, Ermenilerin dönüp bakabileceği bir devlet yok. Yunan kimliğinin Avrupa’dan büyük destek ve takdir gördüğünün de farkındalar. İttihatçılar Rumları bu nedenle kaybedilmiş bir unsur olarak görüyorlar ve mesela 1914 Rum Tehciri’nde bir pişmanlık yaşamıyorlar. Osmanlı yöneticileri, Ermenilerin epeyce geç tarihlere kadar kazanılabilir olduğuna inanıyor. Ermenilerin devrimci örgütlerini kendilerine çok benzediğini görüyorlar ve bundan biraz da olsa ürküyorlar. Ne zamana kadar? Ben, Şubat 1914 Ermeni Reform Projesi’ni kırılma noktası olarak görüyorum. İttihatçılar, buradan sonra artık bu işin geri dönülemeyeceğinden emin bence. Yani bu kadar çok Avrupa devleti, özellikle Rusya, Almanya bu işin içindeyken ve Ermenilere destek olmuşken, aynı zamanda bu ülkelerin Anadolu’da bir Makedonya yaratma söylemleri varken bundan korkuyorlar. Savaşı tüm bu problemleri ortadan kaldırmak için bir fırsat olarak görüyorlar. Aslında bütün savaşanlar, bu tip nüfus mühendisliği faaliyetlerine giriyorlar, Rusya’da mesela çok yaygın, ama hiçbiri Osmanlı’nın Ermenilere yönelik politikaları gibi topyekûn, kesin ve bir soykırım seviyesine
“Firar edenler, dağlarda, Osmanlı taşrasında, yakalanmayacak yerlerde dolaşmaya başlıyorlar ve kendi çetelerini kuruyorlar.”
varacak duruma ulaşmıyor. İttihatçılar ayrıca Kürt nüfusu da potansiyel bir problem olarak görüyorlar. Kürtlerin kendi spesifik sosyal yapılarından dolayı, Kürtleri feodal bir toplum olarak görüyorlar ve Kürtlerin kendi şeyhlerine, kendi aşiretlerine aidiyet duyduğunu, bunun da kendi kafalarındaki millet projesiyle uyuşmayacağını düşünüyorlar. Asıl yapmak istedikleri şey, Kürtleri Türk nüfusun içine yerleştirmek ve zaman içinde Türkleşmelerini sağlamak. Belki de daha önemlisi Kürtleri kendi liderlerinden ayırmak, yani şeyhlerden, aşiret liderlerinden ayırmak... Bunu yapmak için çok uğraşıyorlar, ama olmuyor. Çünkü yok etmek kadar kolay bir şey değil bu. Ermeniler gibi onları uzak bir yere sürmek ve problem oluşturmalarını engellemek için onları ortadan kaldırmak kadar kolay bir şey değil...
Yani hiçbir savaşan ülkede görülmediği kadar ileriye yönelik nüfus projeleri var Osmanlı’nın. Bu farklılıklara yerli burjuva sınıfı yaratmak hamlesini de ekleyebiliriz.
İaşe Kanunu ile cephe gerisinde üretici kısmın ürününü elinden alan bir devlet görüyoruz Osmanlı’ya bakınca. Peki bu ellerinden ürünleri alınan insanlar nasıl bir duygu besliyorlar devlete karşı? Tepkileri ne? Biz bu duyguları nasıl ölçebiliyoruz?
Osmanlı, savaş şartları altında ceberrutlaşan bir devlet. Devletin altyapısal mekanizması kuvvetleniyor. Osmanlı, kuvvetlendirmeye çalışıyor. Sosyolog
Charles Tilly’nin, “savaşlarla devletin inşası paralel olur” yolunda bir saptaması var. Osmanlı savaşlarında da böyle oluyor ve devletin vatandaşlarıyla olan ilişkisinin niteliği de değişiyor. Fakat tabii Osmanlı sivilleri bu durumun pasif algılayıcıları değiller. İnsanlar başlarına gelen bu felaketleri derinleştirecek politikalara tepki gösteriyorlar. En gözümüzün önünde olan tepki firar. Firar, hem askerin cephedeki şartlara gösterdiği bir reaksiyon hem de kendine zımnen verilmiş bir sözün tutulmamasına verilen reaksiyondur. Onlara verilen söz ne? “Sen askerde rahat ol, ailene biz bakacağız.” Oysa çok kısa süre sonra ortaya çıkıyor ki, devlet bunu yerine getiremiyor ve getirme niyetinde de değil. Firar buna da duyulan bir tepki; “devlet aileme bakmıyorsa, aileme saldırılıyorsa gitmem lazım o zaman” diye düşünüyorlar. Bu çok doğal bir insani tepki.osmanlı coğrafyasında hiç kimse Osmanlı’yı bir nostalji ile hatırlamıyor. Neden? Çünkü devlet, birçok Osmanlı vatandaşının gözünde, sadece Osmanlı Arapları, Kürtleri, Ermenileri, Rumları değil, Osmanlı Türkleri de dahil buna, yapması gerekenleri yapmayan, ama iş şiddet uygulamaya gelince bundan da hiç çekinmeyen, elindeki buğdayı
alan, kocasını-çocuğunu uzak cephelere gönderen ve ona orada bakmayan, kendisini firarilerden korumayan, savaş zenginlerinin ortaya çıkmasını engellemeyen işe yaramaz bir mekanizma olarak görüyor. Anti-devletçi bir duygu ortaya çıkıyor sonuçta. Savaş sonunda bu duygu bence yeteri kadar açık.
Osmanlı kadınları da devletin politikalarına değişik şekillerde reaksiyon gösteriyorlar. Örneğin ürünlerini, hayvanlarını, çocuklarını saklıyorlar. 1917’de İstanbul’da bir ABD büyükelçisi var. Elçinin İstanbul’a gelince dikkatini çeken şey; ergen diyebileceğimiz çocukların 3-4 yaş çocuk kıyafetleriyle etrafta dolaşması oluyor. Aileler, daha önce konuştuğumuz askerlik kanunlarından çocuklarını korumak için onlara küçük yaş kıyafetleri giydiriyorlar. Diğer taraftan kadınların sürekli talepkâr ve kararlı bir ton ile yazdıkları dilekçeler var. Herhalde ilk defa asker ailesi dediğimiz tanım bu savaşta ortaya çıkıyor. Bu kadınlar kendilerini hiç çekinmeden asker ailesi diye tanımlayıp dilekçelerini böyle imzalıyorlar. Genelde şunları yazıyorlar: “Bizim çocuklarımız, kocalarımız şu cephelerde savaşıp, kanlarını döküyorlar, biz burada cephe gerisinde aç kalıyoruz.” Kısacası, “siz bize bakmıyorsunuz” diyorlar. Kendi çektiklerine ve aileden birilerinin çektiklerine gönderme yaparak, doğrudan talepkâr bir dille hitap etmeye başlıyorlar. Bu dilekçelerde doğrudan kadınlara dair duygular var. Bazılarında spesifik şeyler de var, örneğin “biz Ordu’nun şu köyündeyiz, toplam 35 kadınız, ama çocuklara bakmak için 15 kişi geride kaldı. Biz 20 kişi geldik kaza merkezine” diyorlar. Telgrafhaneye geliyorlar dilekçe yazabilmek için. Bunların hepsi önemli ve dikkate alınması gereken sosyal hadiseler.
Madem Osmanlı toplumunda savaş karşıtı bir duygu ortaya çıkıyor, bu duygu niçin isyan ya da devrime yol açmıyor?
Evet, savaş sonu ve özellikle de 1919 senesi, bu açıdan çok karmaşık bir yıl. Macaristan, Almanya, Rusya ve diğer Avrupa ülkelerinde büyük ayaklanmalar var. Mesela Paris’teki Barış Konferansı büyük işçi gösterileri nedeniyle bir süre tatil ediliyor. Yani bütün bu olanlardan sonra her yerde sokak çok rahatsız. Bir Osmanlı farklılığı da şuradan geliyor; Avrupa ülkelerinde görü
“Enflasyon baskısı o kadar büyük ki, mevcut olan ürünler üzerinde para hiçbir şeye yetmiyor.”
yoruz ki bu devrimlerin çoğu şehirli ayaklanmalar ve bunların çoğunda işçi sınıfı önemli rol oynuyor. Tabii ki işçi sınıfına başka kesimler de katılıyor, ama yine de tüm bunların gerçekleştiği bağlam şehirler.
Benim tezim Osmanlı’da bu tip bir kalkışma görmememizin en temel nedeni, Osmanlı toplumunun büyük bir çoğunluğunun savaş sonrasında köylerinde yaşamaya devam etmesi. Askerler görevleri moralsiz biçimde köylerine gidiyorlar. Köyler birbirlerinden izole yerler ve 1950’lilere kadar böyle olmaya da devam edecek. Bu ayrıksı birimlerde yaşamak nedeniyle isyanlar ortaya çıkmıyor. İsyan ve devrim potansiyeli esas itibariyle şehirlerde. Bu potansiyel bence Ekim 1918 ve Mayıs 1919 arasında Osmanlı şehirlerinde gayet canlı. Almanya, Macaristan şehirleri gibi olmasa da Osmanlı şehirlerinde de ayaklanmalar olabilirdi. Ki zaten oluyor da. Bakarsanız, mütareke döneminde bir sürü grev olduğunu görebilirsiniz, ama 1919 Mayıs’ında yaşanan Yunan işgali, taşrada ve şehirlerde bütün hissiyatı değiştiriyor...
Fransız işgalini de ekleyebiliriz buna. Yani Fransızların Güney ve Güneydoğu Anadolu illerine Ermenilerle beraber gelmelerini...
Evet, hatta bence bu daha önemli. Fransızların güneyden Adana- Çukurova bölgesine Ermeni lejyonu ile birlikte gelmeleri ve burada birtakım savaş dönemine dair politikaların intikamını alma çalışmalarına girişmeleri, Osmanlı Müslümanlarında büyük bir farkındalık yaratıyor. O da; eğer biz yaşadığımız bütün felaketlere rağmen direnmezsek, başımıza daha beter şeyler gelebilir düşüncesidir. Bir de zaten taşradaki hareketleri örgütleyenler, savaşın kaybedenleri de değil pek. Bunların arasında harp zenginleri de var, yerel İttihatçı elitler de var. Sıradan Osmanlı nüfusunda bu yabancılaşma uzun süre devam ediyor, hatta bizim resmi tarihçiliğimiz savaş sonrasında çıkan bütün isyanları, “gerici” isyanlar olarak bir torbaya doldurur. Ben bunlarda otorite, devlet ve kesinlikle İttihatçı karşıtı bir hissiyat olduğunu görüyorum. Düzce’deki isyanda, Büyük
Millet Meclisi’nin gönderdiği nasihat heyetine köylüler, “savaş istemiyoruz” diye taşlarla, sopalarla saldırıyorlar. Eminim ki bunun gibi başka örnekler de var.
Propaganda cephe gerisinin parçalarından biri mi?
Cephe gerisi propagandanın önemli bir hedefi. Hem sırası gelecek askerleri teşvik etmek için, hem de cephe gerisinde kalanların savaş politikasını desteklemeleri amacıyla ortaya çıkıyor. Bu da tabii propagandanın bir parçası... Mehmetçik figürü Birinci Dünya Savaşı’nda, ilk defa bu kadar yoğunlukta doğrudan karşımıza çıkıyor. Örneğin Müstecip Onbaşı’nın ismini bir denizaltıya vermek, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce hiçbir Osmanlı savaşında görülmüyor. Sıradan Osmanlı askerine en yüksek derecede harp madalyası vermek gibi icraatlar var. Ayrıca sadece bu da değil, bunların çok yaygın bir şekilde basında yer alması... Bunun tabii asıl anlamı, savaşın topyekûnlaştırıcı mantığıyla alakalı.
Bu propaganda toplumda bir karşılık buluyor mu peki?
Yani bunu ölçmek zor, ama bir noktaya kadar Osmanlı cephe gerisi, hükümetlerin politikalarıyla uyumludur diyebiliriz. Artık savaşın yükü taşınamaz hale gelince kimse propaganda falan dinlemiyor. Şöyle bir şey düşünüyorum; Osmanlı’nın cihat ilanı, yani savaşı dini bir retorik ile sunmasının bir diğer hedefi de Osmanlı cephe gerisi ve sıradan askeridir. Bu da Balkan Savaşı’ndan aldıkları bir ders, çünkü Osmanlı, Balkan Savaşı’na girerken dini retoriği çok kullanmıyor. Ama savaş sırasında bir bakıyorlar ki, Bulgarların cephesine papazlar falan geliyor. Böylece dini retoriğin savaş alanında ne derece güçlü olduğunu görüyorlar. Bundan çıkarttıkları ders; Osmanlı askerini en verimli ve en hızlı şekilde motive edebilecek duygunun din olduğudur. Osmanlı cihat ilanının en azından bir hedefi de Müslüman Osmanlı vatandaşlarıdır. Bunları savaşmaya ikna etmenin, Osmanlı savaş politikasını desteklemelerini sağlamanın bir yolu savaşı dini retorikle sunmak. Dediğim gibi, savaşın artan yükü ile bunun da etkisi azalacak ve din de çok fazla dinlenmeyecek