Büyük Harp’te Seferberlik
Balkan Savaşları’ndan büyük bir hezimetle çıkan Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı öncesinde nasıl yeniden örgütlendi? Seferberlik koşulları neydi, ülkenin ekonomisini nasıl etkiledi? Askere almada hangi kriterlerle hareket edildi? Bu soruları Yıldız T
Doç. Dr. Mehmet Beşikçi ile söyleşi Melih Şabanoğlu
Balkan Savaşları sırasında plansız bir seferberlik organizasyonu ile felakete uğrayan Osmanlı İmparatorluğu hızlı bir planlamayla seferberlik modelini tümden değiştirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı sırasında seferberlik koşullarını Doç.
Dr. Mehmet Beşikçi’yle konuştuk.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ne kadar insanı silah altına aldı?
Gerek birincil, gerek ikincil kaynaklardan derlediğimiz bilgilere baktığımızda, savaşın dört yılı boyunca silah altına alınan insan sayısı 2 milyon 850 bin ile 3 milyon arasında. Gönüllü başlığı altına askere alınan çok farklı grupları da kattığımızda, ben bu sayının 3 milyon civarında olduğu tespitini yapıyorum. Sadece toplam sayı olarak bakarsanız bu sayı savaşa katılan diğer büyük devletlerden az. Mesela Almanya 13 milyonun üzerinde, Fransa ise 8 buçuk milyona yakın insanı seferber ediyor. Ancak, toplam nüfusa oran açısından bakarsanız Osmanlı performansı hiç de kötü değil. 1914’teki toplam Osmanlı nüfusu 22-23 milyon civarında tahmin ediliyor, dolayısıyla toplam seferber edilen insan gücü bu nüfusun yüzde 13’ü civarında. Bu açıdan Osmanlı insan gücü seferberliği diğer ülkelerin hiç de çok fazla gerisinde değil. Örneğin Avusturya-macaristan’da bu oran yüzde 15 civarında.
Bir de şu var. Osmanlı Birinci Dünya Savaşı seferberliği Balkan Harbi’ndeki kendi kötü seferberlik performansına kıyasla da iyi durumda. Tabii burada
Balkan yenilgisinden sonraki ciddi yeniden yapılanma reformlarının etkisi büyük. Elbette sayısal performans artışı kendi başına
birçok sorunu otomatikman çözmedi, Osmanlı seferberliği oldukça kaotik bir yapı arz etti savaş boyunca, yıllara ve bölgelere göre ciddi dengesizlikler ve sert iniş çıkışlar gösterdi…
Bu seferberlik, ülkenin tarım ekonomisi göz önüne alınarak mı gerçekleştirildi? Yoksa “bu kadar nüfustan biz bu kadar asker çıkarmalıyız” mantığından mı? Bu kapsamda rasyonel biçimde planlanmış bir seferberlikten söz edebilir miyiz?
Şimdi öncelikle, rasyonel olmaktan ne kastedildiği önemli. Savaş kendi rasyonalitesini dayatır. Bunu ister tüm modern dönem savaşları için genel bir durum olarak alın, isterseniz Birinci Dünya Savaşı özelinde alın… Kaldı ki Cihan Harbi kontekstinde bu daha da böyle. 17’nci yüzyıldan itibaren, birçok tarihçinin “askeri devrim” dediği süreçle birlikte ordular çok büyüyor. Fransız Devrimi yurttaş ordusu kavramını gündeme getiriyor ve zorunlu askerlik sistemiyle birlikte hem asker sayısı çok artıyor, hem de askerlik toplumun gündemine daha çok giriyor. Sanayi Devrimi’yle birlikte askeri teknolojide de bir sıçrama var ve bu gerek bu seri üretim teknolojinin kullanımı, gerekse de zayi olan askeri personeli ikmal açısından orduları daha da şişirici bir etki yapıyor. Kaldı ki şoven milliyetçilik ve Sosyal Darwinist dış politika perspektifleri savaş için tüm kaynakları seferber etmeyi son derece meşru görüyor. Bazı tarihçiler bu süreci “topyekn savaş” olarak adlandırıyor. Her ne kadar temkinli kullanılması gerektiğini düşünsem de bu kavramı ben de kullanıyorum. Tabii ülkelerin koşulları arasındaki farklılıkları gözden kaçırmadan… Osmanlı İmparatorluğu bir sanayi ülkesi değil örneğin. Ama diğer birçok açıdan bu sürecin bir parçası. Birinci Dünya Savaşı böylesi bir ortamda patlıyor. O nedenle savaşa katılan tüm ülkelerin hükümetleri mümkün olduğu kadar çok insan gücü seferber etmeyi hem gerekli, hem de meşru bir durum olarak gördüler. Ve de, İttihatçı Osmanlı hükümeti de dahil olmak üzere, tüm hükümetler böylesi bir seferberliğin ekonomiye ciddi bir baskı yapacağının pekâlâ farkındaydılar. Sadece Osmanlı gibi tarım ekonomileri değil, İngiltere veya Almanya gibi sanayi ekonomileri de bunun
farkındaydı. Ama dediğim gibi, savaşın kendi rasyonalitesinde, bu kaçınılacak bir durum olarak değil, devletin veya milletin bekası açısından gerekli ve şart olarak görüldü. Osmanlı ordusu ezici çoğunlukla köylü bir orduydu ve bunun tarımsal üretime olumsuz etki etmemesi mümkün değildi? Savaşın son anına kadar da bu olumsuz baskı, yıllara ve bölgelere göre değişmekle birlikte, hissedildi. Düşen tarımsal üretim yetersiz ulaşım ve dağıtım altyapısı sorunlarıyla birleştiğinde, tüm imparatorluğu genel olarak kötü etkileyen bu durum, örneğin Suriye gibi bazı bölgelerde ciddi kıtlıklar düzeyine çıktı. Bu kıtlık Suriye’de kolektif hafızaya kazınmıştır. Örneğin, Cihan Harbi yılları hafızasında “seferberlik” kelimesi orada hâlâ kıtlık ve açlık çağrışımı yapmaktadır…
Tabii burada şunu da unutmamak gerekir. Seferberliği, erkek insan gücünü silah altına alma şeklindeki dar anlamının yanı sıra, ülkenin neredeyse tüm demografik ve iktisadi kaynaklarını seferber etme anlamındaki genel tanımıyla da düşünmek gerekir. Zaten Cihan Harbi’nden genel olarak bahsederken savaşı yaşamış halkın “seferberlik” demesi boşuna değil. Bu popüler kullanım tarihsel doğrularla son derece iyi örtüşüyor. Devlet sadece insan değil, örneğin hayvan da seferber ediyor, gerek duyulduğunda köylülerin
elindeki hayvanlara el konuyor. Savaşın hayvan seferberliği boyutu Osmanlı örneğinde kapsamlı biçimde neredeyse hiç çalışılmadı. Başta at, öküz, deve gibi büyükbaş yük hayvanları olmak üzere, köpeklerden haberci güvercinlere uzanan çok çeşitli bir hayvan boyutu da var savaşın… Savaş yıllarında hayvan müsaderesi köylülerin tarımsal üretimini olumsuz etkileyen bir diğer önemli unsur…
Tarım ekonomisinde çalışan erkek nüfusunun büyük bir bölümünün askere alınması nedeniyle ortaya çıkan istihdam sorunu nasıl aşılmaya çalışıldı?
Elbette savaşa katılan devletler ekonomi üzerindeki bu olumsuz baskıya karşı pasif kalmadılar. Askeri insan gücünden vazgeçmeden, cephe gerisindeki demografik kaynaklardan yararlanmaya çalıştılar. Sanayi ülkelerinde, fabrikalarda boşalan erkek emeği yerine yaygın bir kadın emeği istihdam etme uygulaması hem en iyi bilinen, hem de iyi araştırılmış bir örneği bunun. İttihatçı hükümet de belli ölçülerde kadın emeği seferberliğine girişiyor. Bu, görece küçük bir ölçekte kentlerde, daha geniş ölçekte ise tarımsal bölgelerde yapılıyor. Örneğin, maalesef erken yaşta kaybettiğimiz tarihçi Yavuz Selim Karakışla’nın çalışmalarının da ortaya koyduğu gibi, görece dar bir ölçekte kalmakla birlikte İstanbul’da Kadınları Çalıştırma Cemiyeti bu uygulamanın kent boyutuna dair önemli bir örnek olarak zikredilebilir. Kırsal kesimde de yer yer, askeri bir mantıkla hareket edilerek cephe gerisindeki emeği tarım için mobilize etmeye dönük hamleler var. 1916 ve 1917’de zirai işlerde çalışma mecburiyetini içeren kanunlar çıkıyor. Mesela 3. Ordu mıntıkasında, ki bu mıntıka Doğu Anadolu vilayetlerini kapsıyordu, köy muhtarları köylerde 14 yaş üzeri işgücünün tarımda çalışmasını örgütlemekle yükümlü tutuluyor. 4. Ordu hinterlandında (Burası Suriye ve Filistin’i kapsıyordu) yine tarımda çalıştırılmak üzere Kadın Amele Taburları örgütleniyor. Tabii Anadolu’da tarımsal üretimi ve çeşitli zanaat kollarını akamete uğratan bir diğer etmen de Ermeni Tehciri. Bu tehcir sadece Anadolu Ermenilerini yıkıma uğratmakla kalmıyor, Ermeni işgücünün aktif olduğu tarım ve zanaat alanlarındaki üretimi de sekteye uğratıyor…
Zikrettiğim bu cephe gerisi emek mobilizasyonu hamleleri düşen tarımsal üretimi telafi etmede hiç etkisiz kalmadı elbette, ama bu bölük pörçük uygulamaların sistematik ve dişe dokunur bir katkısı oldu mu, bu araştırılmaya muhtaç ve tartışmaya açık…
Askere alınan nüfusun ülkenin üretim ekonomisi içindeki payını biliyor muyuz?
Tabii bu konuda net istatistiki bilgiler için belki o dönem üzerine çalışan iktisat tarihçileri bize daha doyurucu bilgiler verebilir. Ben kendi alanım içinden şunu söyleyebilirim. Seferberliğin yaş aralığı savaş boyunca sürekli genişletildi. Başta 20-45 yaş olan bu aralık askeri insan gücü ihtiyacı artıkça 18-50 yaş aralığına çıkarıldı. Şu açık ki, bu yaş aralığındaki erkek nüfus, modernleşmemiş bir tarım ekonomisi, yani emek-yoğun bir tarım ekonomisi için elzem bir emek gücü oluşturuyordu. Bu aktif işgücünü askere aldığınızda tarımsal ekonomide emek sıkıntısı çekmemeniz mümkün değil. Bu da yaşanıyor zaten…
Osmanlı seferberliği Goltz’un “ordumillet” fikrinden etkilendi mi?
Seferberliğin planlama ve uygulama aşamalarında önemli roller üstlenen aktörlerin içinde Jön-türk subayların olduğunu düşünürsek, evet, Goltz’un “ordu-millet” tasavvurunun belli ölçülerde etki ettiğini söyleyebiliriz. Bilindiği gibi Goltz Paşa savaş sırasında cephe
kumandanlığı görevi de yapıyor, ama asıl etkisi, bilindiği gibi, Osmanlı askeri eğitimi üzerinde… Son dönem Osmanlı subayları ona saygı duyuyor ve fikirlerini önemsiyordu.
Goltz’un Millet-i Müsellaha kitabının Almanca orijinali 1883’te çıkıyor ve sadece iki yıl sonra, 1885’te Osmanlı Türkçesine tercüme ediliyor. 1888’de de ikinci baskı yapıyor. Bu bile o etkiye dair bir gösterge. Sosyal Darwinist bir perspektifin hâkim olduğu bu kitap, toplumun savaşa daimi olarak hazır olması gerekliliği ve neredeyse süreklileştirilmiş bir genel seferberlik durumu gibi, 19’uncu yüzyıl sonu ve 20’nci yüzyıl başı militarizm düşüncesinin değişik varyantlarında sıkça dile getirilen temalar içeriyor... Bu etkinin altını çizmekle birlikte şunu da eklemek istiyorum. Birinci Dünya Savaşı’na katılan her devlet biraz militarist oluyor aslında.
Daha doğrusu, az önce de söylediğim gibi, savaşın kendi rasyonalitesi her savaş hükümetini savaşın kendi mantığına göre hareket etmeye zorluyor biraz. Örneğin savaşa giren ve savaş öncesinde militarist olmadığı iddia edilebilen Fransa veya Britanya hükümetleri de savaş esnasında oldukça militarist söylemler kullanıyorlar. Mesela Britanya da, liberal bir mantığa dayandığı iddia edilen gönüllü askere alma sistemini 1916’da değiştirerek zorunlu askerliğe geçiyor. Savaş propagandasında kullanılan posterleri inceleyin mesela, Fransa veya Britanya posterlerinin Alman veya Osmanlı propaganda posterlerinden daha az militarist olduğunu söylemeniz zordur. Bunu özellikle vurgulamamın nedeni, bizde hâlâ Clausewitzçi savaş tanımı büyük ölçüde tek taraflı algılanıyor ve yorumlanıyor. Yani savaşın siyasetin başka (örgütlü şiddet içeren) araçlarla devamı olduğunu söyleyen tanım… Bu tanımdan, sanki savaş politikalarını ve savaşa dair uygulamaları siyaset en başından itibaren belli bir şablonla sonuna kadar belirleyebiliyor gibi dar bir anlam çıkarılabiliyor. Oysa karar vericiler elbette iktidar sahipleri, ama bilhassa Cihan Harbi söz konusu olduğunda, savaşın kendi koşullarının da siyaset üzerinde devasa etkisi var…
Seferberlik harekâtı hangi zorluklarla karşılaştı? Bunlardan da söz edebilir misiniz?
En büyük sorun Osmanlı modernleşmesinin yamalı bohça hali, yani bölük pörçüklüğü ve altyapı kapasitesinin zayıflığı. Cihan Harbi seferberliği tüm ülkelerde devlet otoritesini büyütücü ve merkezileştirici bir etki yapıyor. Tabii devletler bu büyümeyi sahip oldukları modernizasyon kapasitesiyle doğru oranda pratiğe geçirebiliyor. Osmanlı devletinin askere alma ve genel olarak savaş mobilizasyonu kapasitesi 1914’te bile hâlâ çok geniş
olan coğrafyasının her tarafına aynı etkide ulaşamıyor. Mobilizasyon etkin ulaşım, iletişim, kolluk gücü, rıza üretme mekanizmaları (propaganda, eğitim vs.) ve nüfus takip sistemi gibi yeteneklere ihtiyaç duyar. Osmanlı örneğinde bunlar hiç yok değil elbette, ama bölgesel açıdan ciddi dengesizlikler var. Bilhassa Kürt, Arap ve Türkmen aşiret ve göçebe yapılarının hâkim olduğu yerlerde ve zor ve uzak coğrafyalarda askere alma sistemi işleyemiyor.
Gerçi İttihatçı hükümet oldukça pragmatist davranarak, zorunlu askerlik sistemiyle silah altına alamadığı işgücünden “gönüllü” başlığı altında, açıkçası eski yöntemleri yeni bir çerçeve içerisinde kullanarak istifade etmeye de çalışıyor. Aşiret süvari alayları bunun bir biçimi mesela. Daha önceki dönemin Hamidiye Alayları’nın ufak revizyonlarla devam ettirilmesi aslında. Çeşitli Arap aşiretleriyle de benzer bir ilişkiye giriliyor. Tabii burada seçmeci bir ilişki de var.
İtaate açık aşiretlerle böylesi işbirliğine gidiliyor. Öte yandan, sadakat karşılığında devlet de o aşiretin yerel otoritesini fiilen tanıyor… Bir başka gönüllü havuzu ise hem belli bir süre muafiyet hakları olan, hem de nüfus takibine alınmaları uzun zaman alan muhacir nüfus… “Gönüllü” kavramı Osmanlı askeri tarihi açısından son derece çeşitlilik içeren bir uygulama. Kelimenin günümüzdeki çağrışımı olan bireysel gönüllü askerlikten çok daha farklı…
Tabii diğer önemli bir sorun, başta iaşe olmak üzere, savaş uzadıkça kötüleşen savaşın lojistiği. Savaşın ilk yarısında ve bilhassa Çanakkale’de Osmanlı lojistiği çok kötü bir sınav vermiyor aslında. Ama ikinci yarıda ve Ortadoğu cephelerinde iaşe, salgın hastalık ve iklim koşullarına karşı önlem almada yetersizlikler ciddi yıpratıcı etkiler yapıyor. Firar edip de yakalananların firar etme sebepleri olarak ileri sürdükleri nedenler arasında bu sorunlar sıkça zikrediliyor örneğin…
Savaşa katılan ülkeler arasında en çok firarın Osmanlı ordusunda gerçekleşmesini nasıl açıklamalıyız?
Sadece toplam sayılar bazında bakıldığında başka büyük örnekler de var. Mesela Bolşevik Devrimi arifesinde
Rus ordusunda firarların çok arttığı, bazı tahminlere göre 2 milyona çıktığı söyleniyor. Savaşın son safhasında Alman ordusunda firarlar çok yükseliyor. Gene başka bir örnek, sadece 1917’deki Caporetto Muharebesi’nde İtalyan ordusundan 350 bin civarında askerin firar ettiği tahmin ediliyor. Ancak, askere alınan toplam sayı ile firar oranı açısında bakıldığında Osmanlı örneği gerçekten öne çıkıyor. Elimizde net ve kesin bir sayı olmamakla birlikte, toplam firar sayısının 500 bin civarında olduğunu tahmin ediyoruz. Bu, askere alınan toplam sayının yaklaşık yüzde 17’si gibi çok büyük bir orana tekabül ediyor. Ayrıca Osmanlı ordusunun toplam zayiat tablosunda çok ön planda bir yer tutuyor.
Osmanlı ordusundan firarların, iaşe kıtlığından kötü muameleye tepkilere, köydeki hasada yardım isteğinden savaşa olan inancın yitimine uzanan çok çeşitli nedenleri var ve çok boyutlu bir analiz gerektiriyor. Ben doktora tez