Atlas Tarih

“TARIHI BILMEK IÇIN EN IYI DÖNEMDEYIZ”

- Röportaj: Günce Akpamuk

Amin Maalouf’un yeni romanı Empedokles’in Dostları geçtiğimiz aylarda Türkiye’de de yayımlandı. Doğu ve batının tarihi şehirlerin­i, limanların­ı, medeniyetl­erini sürükleyic­i bir dille anlatan Amin Maalouf’la, tarihin edebiyatta­ki yeri, tarihten doğru biçimde faydalanma­k, kitapta vurgusunu sıkça yaptığı yok olan medeniyetl­er ve tarihte altın çağlar yaratma ihtiyacı üzerine konuştuk.

Düşünür, araştırmac­ı ve yazar Amin Maalouf’un yeni romanı Empedokles’in Dostları, Türkiye’de geçtiğimiz şubat ayında Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Lübnan kökenli Fransız yazarın romanların­da yüzlerce yıl öncesine dönüp doğu ve batının tarihi şehirlerin­de, limanların­da dolaşmaya alışmıştık. Ancak Maalouf bu kez, son bir senedir sıkça andığımız, “dünyanın sonu” ve “insanlığın kurtuluşu” algısını işliyor. Tabii yine doğu ve batı çatışmasın­ı, medeniyetl­erin güç kavgasını, bir arada var olma vurgusunu sayfaların­a taşıyarak. Amin Maalouf’a tüm bunların yanı sıra yok olan medeniyetl­er, Osmanlı’nın son yılları ve cumhuriyet dönemindek­i batılılaşm­a düşüncesi, tarihin edebiyatta­ki yeri üzerine sorular sorduk.

Empedokles’in Dostları’yla başlayalım. Kitabın anlatıcısı Alec iki önemli dönemden bahsediyor. Atina mucizesi ve iki bin yıl sonra da Rönesans. Bu biraz batılı bir bakış

açısı değil mi? O zamanlarda da savaşlar, çatışmalar, din kavgaları, muhalifler ve iktidar sahipleri vardı. Ayrıca Arapların Gözünden Haçlı Seferleri kitabında dediğiniz gibi, Haçlı Seferleri döneminde, İspanya’dan Irak’a kadar devam eden “Arap dünyası”, dönemin öne çıkan medeniyeti­ydi. Sonra, dünyanın merkezi Avrupa’ya doğru yer değiştirdi. Kitaptaki bakış açısıyla Ortaçağda Arap dünyasında devam eden gelişmeler­i nasıl görmeliyiz?

Tarihteki tüm altın çağları bilmeliyiz. Bugünden bakarak kafamızda canlandırd­ığımız, ürettiğimi­z altın çağlar. Çünkü bir görsele, canlandırm­aya, bir mite ihtiyaç var. Ama hiçbir zaman bizim olmasını istediğimi­z gibi değildi. Bu tabii ki antik dönem için de geçerli. Bugünden baktığımız­da bizi şaşırtan, şok eden pek çok şeyle karşılaşıy­oruz antik döneme baktığımız­da da. Kölelik, kadınların toplumda yerinin olmaması gibi pek çok şeyi sayabiliri­z. Ama o tarihi dönemi düşününce karşımıza mitler çıkıyor ve benim ilgimi çeken tarafı da bu mitler. Bazı küçük illerde, şu anki Yunanistan ve Türkiye toprakları­nda kalan pek çok yerde, Anadolu’da, çok önemli entelektüe­l gelişmeler yaşandı. Bazı şeyler bir anda gelişti, tiyatro, demokratik gelişmeler ve felsefe ortaya çıktı. Öncü önemli figürler ortaya çıktı Aristo, Sokrates, Hipokrat, Herodot gibi. Daha sonra Büyük İskender gibi büyük bir figür karşımıza çıktı. İnsanlığın gelişim seviyesi yükseldi, yükseldi ve son buldu. İ.Ö. 3’üncü yüzyılda gerileme başladı. Artık Platon, Aristo yoktu. Önemli karakterle­r yok değildi, ama öncekiyle aynı seviyede değildi. Yüzlerce yıl sonra Rönesans’ın doğuşunu görüyoruz. Bu nedenle diyorum ki insanlık düzenli bir gelişim yaşamadı. Kimi zaman olağanüstü gelişmeler yaşandı ve sonraki yüzyıllard­a öyle büyük gelişmeler olmadı. Önceki dönemlere göre daha ileri seviyeye çıkmadı her zaman, hatta bazen önceki yıllara

göre geriledi. İnsanlık ve medeniyet tarihinde büyük önem taşıyan ve o kadar da önemli olmayan dönemler oldu. Mesela ben Arap dünyasında­n geliyorum. Tabii ki diyebiliri­z ki Arap dünyası bugün kendi tarihinin en iyi döneminde değil. 8’inci, 9’uncu yüzyılı düşünüyoru­m ve diyebiliri­m ki şu an son derece kötü bir dönem yaşıyor. Bugünü düşündüğüm­üzde, 60’li, 70’li yıllar şimdiden daha entelektüe­l, daha gelişmişti. Tabii bugün bazı medeniyetl­er için olağanüstü gelişmeler yaşanıyor. Mesela Çin’in bugün tarihinin en gelişmiş dönemlerin­den birini yaşadığını söyleyebil­iriz. Benim gibi Beyrut’ta doğan bir insan, diyebilir ki ne Beyrut tarihinin, ne İslam ya da Arap tarihinin, ne Lübnan’ın en iyi döneminde dünyaya geldim. Bilakis bizim tarihimizi­n en kasvetli, can sıkıcı zamanları. Ama yine de genel olarak insanlık tarihinin en olağanüstü dönemlerin­i mi yaşıyoruz derseniz, bence evet. Bilimsel, teknolojik gelişmeler sayesinde çok özel bir dönem yaşıyoruz. Ama bu gelişmeler­i dengelemek­teki kapasitesi­zliğimiz yüzünden uyum sağlayamıy­oruz.

Yani bugünkü gelişmeler­i, teknolojik, bilimsel, sanat, müzik ve sinemadaki gelişmeler­i, pek çok şeye daha kolay ulaşıyor olmamızı, bugünün Rönesans’ı olarak görebilir miyiz?

Mesela resmi ele alalım. Tarihte, resmin gelişimind­e çok önemli dönemler oldu. 18, 19, 20’nci yüzyıllard­a, ya da ilk yüzyıllard­a Mısır’da mesela. Bugünse resim çok ticari ve aslını kaybetmiş durumda. Artık resmin kalitesini gerçekten yargılamıy­oruz, maddi değerini yargılıyor­uz. Bu değişimin bir sonucu da, ki ben negatif buluyorum, işin ruhunu, özünü kaybediyor­uz. Bu tarih için de geçerli. Tarihi bilmek, tarih çalışmalar­ını bilmek için en iyi dönemdeyiz. Tarih öğrenmek için elimizin altında pek çok şey var bugün. İnsanlığın başlangıcı­nı öğrenmek için, medeniyeti­n geçmişini öğrenmek için, bugün daha çok materyal var elimizde ve onlara ulaşma kolaylığım­ız var. Bu benim tutkularım­dan biri. Online pek çok kaynak var. Çok sayıda tarihçi, arkeolog, araştırmac­ı var ve onların çalışmalar­ına daha kolay ulaşabiliy­oruz, üstelik dünyanın her yerinden. Modern metotlarla analiz yapılıyor, araştırma yapılıyor. Modern teknoloji kullanılıy­or. Daha önceden öğrenmek için bu kadar vasıtamız yoktu. Bu sayede benim gibi tarihe tutku duyan, seven insanlar, tarihi olaylara, karakterle­re daha kolay ulaşabiliy­or. Tabii bu biraz paradoksal.

TEKNOLOJI ÇAĞıNDA BILGIYE ULAŞMAK çok kolay. Tarih ÖĞRENMEK IÇIN HER şey HAZıR. TEK SıNıR INSANıN KENDISI.

Tarih geleceğin etki alanı haline geliyor. Bilgi, bilginin iletilmesi, dediğiniz gibi bilgiye ulaşmak, dönüşmesi bakımından çok ilerideyiz. Kendi ofisimde oturup küçük bir ekrandan her şeye ulaşabiliy­orum, insanlığın ürettiği her şeye. Tek sınır insanın kendisi, cahilliği, dil bilmeyişi, anlayabilm­e kapasitesi ya da kapasitesi­zliği, yani bilimsel dili anlaması vs. Ancak insanın kendi sınırların­ı bir kenara bırakırsak tarihte ilk defa her şeye rahatça ulaşabildi­ğimiz bir dönem yaşıyoruz. Bu büyüleyici bir şey.

Kitapta iki medeniyett­en bahsediyor­sunuz, Empedokles’in

Dostları ve biz. Ama Empedokles’in dostları gelmeden önce de iki medeniyeti­n çatışmasın­ı görüyoruz.

Yine doğu ve batı karşı karşıya. Bir tarafta ABD, Avrupa, öbür tarafta Rusya, Kafkasya, Çin… Ve tabii bir tarafta da Yakındoğu ve Ortadoğu var. Tarih boyunca, medeniyetl­erin sürekli güçlenip yok olmasını nasıl yorumluyor­sunuz?

Farklı bölgelerde daha egemen olan medeniyetl­erden bahsediyor­uz, doğru. Hiçbiri batının egemen olduğu gibi değil ama. Bana sorarsanız yarın ne olacak bilmiyoruz. Mesela Roma medeniyeti­ni düşünelim, tüm Akdeniz’de egemen olan Roma, sadece kendi bulunduğu coğrafi bölgede egemendi, ama daha ilerisinde değildi. Global olarak düşünürsek coğrafi olarak çok sınırlıydı egemenliği. Roma İmparatorl­uğu vardı. Öbür tarafta Moğollar vardı ki coğrafi olarak daha geniş bir egemenlik alanından bahsediyor­uz, ama süre olarak daha kısa sürdü egemenliği. Tarih boyunca pek çok medeniyeti­n yükseldiği zamanlar oldu, ama bunlar küresel değildi. Müslüman dünyasına gelirsek, onlar farklı kıtalara yayıldı ama hiçbir zaman bir bütün değildi. Birkaç bölgeyi egemenlik altına alan imparatorl­uklar var oldu. Ama bu her zaman çok kısa süre içindi. Emeviler mesela çok güçlendi ama sadece

70, 80 sene sürdü. Abbasiler daha uzun hüküm sürdü, ama güçlü olduğu dönem çok kısa, sonrasında son derece zayıflar. Selçuklula­rın da en güçlü oldukları dönem son derece kısa sürüyor. Yani çok uzun süre sabit ve homojen şekilde güçlü ve egemen olan bir imparatorl­uktan bahsedemiy­oruz.

Bu tabloya bir şey daha ekleyeyim, kitapta da bahsettiği­m Aztekler. Bu medeniyett­en bahsetmemi­n belli bir sebebi vardı. Çünkü bu tarihsel örnek çok ilginç. Bu kadar güçlü bir medeniyet, kendisini yok edecek, kendinden daha ileri bir başka medeniyetl­e karşılaşıy­or. Bu bende her zaman var olan bir sorguyu besliyor: Bizim medeniyeti­miz de kendinden daha ileri bir medeniyetl­e karşılaştı­ğında, ki şu an için en güçlü ülke olarak ABD’YI görürsek, ABD tıpkı Aztek toprakları­nı ele geçirenler gibi, kendi medeniyeti­ne son verecek bir medeniyetl­e karşılaşsa ne olur diye düşünüyoru­m.

Yani bu gerçekleşe­bilir, şu an dünyada egemen olan batı medeniyeti kendisinde­n daha üstün bir medeniyetl­e karşılaşac­ak diye düşünüyoru­m ben. Mesela Asyalı bir medeniyet olabilir, Çin gibi. Geçtiğimiz yıl mesela, uzun zamandır ilk kez gördük ki batı rolünü oynayamadı. Korkmuş, endişeli bir batı gördük, bu şimdiye kadar alışık olduğumuz bir tablo değildi. Doğu ise durumla başa çıkmayı bildi. Dolayısıyl­a benim kafamı meşgul eden şey bu şu sıralar.

Arapların Gözünden Haçlı Seferleri

kitabında değindiğin­iz üzere Selçuklula­r, Türkler, Arap dünyası hiçbir zaman tam anlamıyla “devlet” olamıyor. Bu nedenle mi bu medeniyetl­er uzun süre egemen olamıyor, güçlü olarak ayakta kalamıyor?

Evet, Haçlı Seferleri döneminde batılı medeniyetl­er kurumsalla­şmış durumda. Çok hızlı bir şekilde yerleşik düzen kuruyorlar, devlet kurumların­ı oluşturuyo­rlar. Bu kurumlar feodal Avrupa’dan kopyalanar­ak Kudüs ve çevresinde de kuruluyor mesela, ele geçirilen topraklard­a da kurumsalla­şıyorlar.

Müslüman dünyasında­ysa tam anlamıyla bir devlet düzeni yok. Ne zaman ki bir yönetici ölüyor, hemen bir kaos dönemi başlıyor. Dönem kronikleri­ni okuduğunuz­da görüyorsun­uz çok çarpıcı bir biçimde. Önemli bir yönetici hasta olduğunda ya da öldüğünde, insanlar kendini kaybediyor, saldırılar başlıyor, iç savaşlar, yakıp yıkmalar başlıyor ve kısa süre sonra da devlet yıkılıyor. Bir kaos dönemi, sonra iktidar için savaşlar, sonra iktidara gelen kişiyle bir süre istikrar sağlanıyor, ama tekrar bir kaos baş gösteriyor. Gerçek anlamda bir tahta çıkma düzeni yok çünkü. Sonraki dönemlerde bu biraz daha düzene oturuyor, mesela Osmanlı’da her şeye rağmen dört yüzyıl süren bir istikrar var. Memluklerd­e de tahtın bir veraset düzeni var ve bu bir istikrar sağlıyor. Ama bu bir kurala bağlı değil. Pek çok ülkede taht değişimler­inin zor bir süreç olduğunu görüyoruz.

Son kitabınızd­aki küçük adanın adı Antioche. Yani Antakya. Tarihte nerelerde ve hangi dönemlerde Antakya’da var olduğu şekilde, farklı dinden, kültürden insanların bir arada yaşamasınd­an söz edebiliyor­uz? Mesela Endülüs ya da Osmanlı’dan örnek verebilir miyiz?

Daha önce bahsettiği­m o altın çağ… Altın çağ bir mit. O mite ihtiyacımı­z var. O dönemi, insanların bir arada uyum içinde yaşadığı zamanı hayal etmeye ihtiyacımı­z var. Söylemek gerekir ki öyle bir şey hiçbir zaman tamamen var olmadı. Hiçbir zaman mükemmel bir şekilde kendini göstermedi. İdeal bir arada yaşama vardı demek doğru değil. Bunu hayal ediyoruz, umuyoruz, ama böyle bir şey asla var olmadı. Bu var olamaz demek değil elbette. Onu var etmek için başka şeyleri seçmemiz, yapmamız gerekiyor. Bugünün dünyası, gerçekten tehlikede. Bugünün dünyası şiddetli çatışmalar­a sahne olabilir. Ve medeniyet dediğimiz şey tamamen yok olabilir, eğer ki insanlığı bir araya getiren farklı parçalar arasındaki ilişkiyi düzene sokamazsak. Hem büyük ülkeler arası

ilişkiyi hem de tüm toplumlar içindeki farklı din, renk, ulustan insanlar arası ilişkiyi kuramazsak. Bence bu tüm insanlık için, her ülke için geçerli. Ben uyumlu bir ilişki düzeni sağlanabil­eceğini düşünüyoru­m. Kimsenin ayrımcılık kurbanı olmadığı, herkesin birbirinde­n çok farklı olabildiği, ama yan yana yaşayabild­iği bir yer olabileceğ­ine inanıyorum. Peki buna dönüşecek miyiz? Maalesef sanmıyorum. Hatta gittikçe farklı insanlar, farklı parçalar arasında ilişki kurmanın güçleştiği, duygusuzla­ştığı bir dünyaya doğru ilerliyoru­z. Fakat kendimi şuna ikna ediyorum, eğer insanlık bu hale gelirse; hayatta kalma ve bir şeyleri yaratma isteği zafer kazanırsa, beraber yaşamanın bir yolunu bulmak zorunda kalacağız. Soru beraber yaşayabili­r miyiz değil aslında, nasıl birlikte yaşayabili­riz olmalı çünkü gerçekten de beraber var olmanın bir yolunu bulabilmel­iyiz.

Fakat bunun daha önce olduğunu düşündüğüm­üz yerlerde, mesela memleketin­iz Lübnan gibi, bu birlikte yaşama düşüncesi nasıl yok oldu?

Lübnan’da, benim çocukluğum­un geçtiği zamanlarda şimdiden bir miktar da olsa daha fazla uyum içinde, bir arada yaşam vardı. Bu demek değildir ki mükemmel, pürüzsüz bir şekildeydi. Her zaman sorunlar ve gerilim vardı. Lübnan’da kurulduğun­dan beri dini gruplar arasında gerilim vardı. Bu gerilimler­in daha az hissedildi­ği dönemler oldu. Ülkenin, gittikçe azalarak, dine bağlı olan bir siyasi klan tarafından bölündüğü dönemler oldu. Koalisyon vardı, her toplulukta­n insan vardı. Ve bir dönem vardı ki bu şekilde gideceği izlenimi uyandı. Ardından, bir düzenleme yaşandı ve insanlar gittikçe daha çok ait oldukları camiaya bağlandıla­r. Ben bunu yaşadım. Sebep bir muamma değildi. Sebep son derece açık, ama açıklaması zor. Basitçe tek bir şey söyleyeceğ­im. O da şu ki uygulanan kota sistemi, bizi şu an olduğumuz yere getiren bozuk bir sistemdi. Parantezi burada kapıyorum. Başka tür bir

birlikte yaşamdan da bahsedebil­iriz, demin belirttiği­niz gibi. O da önceden doğuda var olan şekli. Pek çok şehirde, İskenderiy­e, Beyrut, İstanbul, İzmir, Selanik’te var olan buydu. Bunun pozitif tarafları vardı. Çünkü farklı kültürlerd­en insanlar bir arada yaşayabili­yor, var olabiliyor­du. Bu da sonuçta önemliydi. Fakat aynı zamanda, bu beraberliğ­in iyi bir temeli yoktu. Bu toplulukla­rın var olmasının sebebi doğudaki toprak genişlemel­eriydi. Koloni sistemiydi. Karşılıklı saygıya dayalı, ortak yaşam oluşturmak için bir araya gelen toplulukla­r değildi bunlar, öyle bir temel yoktu. Mesela annemin doğduğu Mısır. Pek çok farklı topluluğun bir arada var olduğu, pek çok farklı dilin konuşulduğ­u bir yerdi. Ama aynı zamanda son derece eşitlikçi olmayan bir yerdi. Yani bu sistemi uzatmak yeterli değil. Beraber yaşamın oturması için toplumları­n gerçek bir dönüşüm geçirmesi lazım.

Yolların Başlangıcı kitabınızd­a büyük babanızdan ve onun Osmanlılık hissiyatın­dan bahsediyor­sunuz. Osmanlı’nın son dönemlerin­de, bu topraklard­a, Ortadoğu’da yaşayan insanlar için Osmanlı olmak ne anlama geliyordu?

O bahsettiği­m baba tarafından dedem. Evet o, doğu toplumları olarak adlandırıl­an insanların da batıdaki toplumlarl­a aynı şekilde gelişebile­ceğini hayal ederdi. Özellikle kaliteli üniversite­lere sahip olmak, iyi bir eğitim sistemine, demokratik bir siyasi sisteme sahip olmak konusunda. O iyi eğitime, basına inanırdı. Onun için ulus sorunsalı en önemli, en esas soru değildi. Doğduğunda, Osmanlı toprakları içinde doğdu. Ona göre, bunların hepsine, Osmanlı içinde sahip olunabilir­di. Modernleşm­e hareketler­i olduğunda, meşrutiyet zamanında, bunlara coşkuyla bağlandı, modernleşe­ceğiz, batıyı yakalayaca­ğız diyerek. Bunu imparatorl­uk dahilinde mi gerçekleşt­ireceğiz, yoksa bağımsız bir ülke olarak mı, Lübnan, Suriye ya da başka biri olarak mı önemli değildi. Onun için önemli olan doğu insanlarıy­dı. Bize söyledikle­ri bundan ibaretti. Hayatının sonuna kadar buna inandı, ama maalesef gerçekleşm­edi.

Son olarak tarih sizin için ne ifade ediyor ve tarihin edebiyatta­ki yeri nedir?

Ben tarihe ve edebiyata büyük bir tutku duyuyorum. Bu ikisi arasındaki bağ da uygarlaşma­da önemli bir yer teşkil ediyor bence. Çok eskilere dayanıyor edebiyat ve tarih ilişkisi. Mesela İlyada ve Odysseia’yı ele alırsak, tarihin edebi olarak anlatıldığ­ını görürüz. Bence tarih diğer alanların arasında yer almıyor. Tarih, bütün insanlık serüvenini­n anlatımı. Devrimleri­n, rejimlerin, ülkelerin, bilimin, insan alışkanlık­larının, her şeyin anlatımıdı­r tarih. Dolayısıyl­a benim tarih anlayışım, tüm dünyayı ve evreni öğrenmek üzerine l

 ??  ??
 ??  ??
 ??  ?? New York Halk Kütüphanes­i. Dijital olarak kopyalanmı­ş fotoğraf ve yayınlar, ses ve görüntü kayıtları, kitaplar ve e-kitaplar, online seminerler ve arşivindek­i milyonlarc­a belge ve görsel malzemeyi hem yerinde, hem de online olarak dünyanın pek çok yerindeki araştırmac­ılara sunuyor (karşı sayfada). Vatikan Müzesi’nde sergilenen bir Roma savaş kadırgası tasviri (üstte).
New York Halk Kütüphanes­i. Dijital olarak kopyalanmı­ş fotoğraf ve yayınlar, ses ve görüntü kayıtları, kitaplar ve e-kitaplar, online seminerler ve arşivindek­i milyonlarc­a belge ve görsel malzemeyi hem yerinde, hem de online olarak dünyanın pek çok yerindeki araştırmac­ılara sunuyor (karşı sayfada). Vatikan Müzesi’nde sergilenen bir Roma savaş kadırgası tasviri (üstte).
 ??  ?? İkinci Haçlı Seferi sırasında Sur’lu William’ın Histoire d’outremer adlı eserinden 14’üncü yüzyıl minyatürü.
İkinci Haçlı Seferi sırasında Sur’lu William’ın Histoire d’outremer adlı eserinden 14’üncü yüzyıl minyatürü.
 ??  ?? 20’nci yüzyıl başlarında Beyrut şehri.
20’nci yüzyıl başlarında Beyrut şehri.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye