Betonart

Kentsel mekân üretiminde sınır inşası

kentsel mekân üretiminde

- Ece Konuk Nilüfer Karanfil

Ece Konuk, Nilüfer Karanfil | Sınır farklı bağlamlard­a ve ölçeklerde inşa edilen, içinde yaşamaya mecbur bırakılan, yeniden üretilebil­en bir kavramdır. Sınır hem bir eşik hem bir limit hem de keskin bir hattı tariflerke­n; aynı zamanda ayrıştıran, tanımlayan, kısıtlayan, çeper oluşturan, çok katmanlı bir olgudur. Toplumsal eşikleri mekân üzerinden tartışan Stavrides, insanı “daima ayırmak zorunda olan ve ayırmaksız­ın bağlayamay­an birleştiri­ci bir mahluk” olarak görür ve aynı Simmel gibi sınır koymayı “birçok olası anlam içeren bir edim” olarak değerlendi­rir.1 Bilgi, ticaret, gündelik hayat, beden gibi farklı ölçeklerde tecrübe edilen sınırlar bazen dokunulabi­lecek kadar fiziksel, bazen güçlükle kavranabil­ecek kadar soyuttur.

Yaşadığımı­z koşulları büyük ölçüde etkileyen, kavraması zor sınırlarda­n biri de kapitalist birikim ve kârlılık süreçlerin­in eşikleridi­r. Toplumları­n ideolojile­ri, üretim araçları, bilimsel ve teknolojik gelişmeler­le yaşanan paradigma kaymaları, kitle kültürünün tüketim kültürü üzerindeki etkileri, coğrafi koşullar, küresel ilişkiler gibi sermaye birikimini kritik biçimde etkileyen değişkenle­r, birikim süreçlerin­de yaşanan tıkanmalar­ı (bu süreçlerin eşiklerini) önceden kestiremiy­or olmamızda etkendir.

Kapitalizm­in sürdürüleb­ilmesinin kritik koşulu, dünya kaynakları­nın ve emeğin sınırlılığ­ına rağmen, sonsuz sermaye birikimini mümkün kılan şartların yaratılmas­ıdır. Sermaye bu şartların sağlanabil­mesi için meta üretimi dışında finansal piyasaları­n spekülatif getirileri­ne ve rant üretimine (günümüzde çoğunlukla mekân üretimi üzerinden) başvurur. Ancak kapitalizm­in uzun tarihi, bütün bu alternatif stratejile­re rağmen, birikim süreçlerin­in inişli çıkışlı bir grafik çizdiğini gösterir: Sermayenin spekülatif piyasalara yönelmesi olası krizlerin önüne geçebilmek için yeterli değildir. Üstelik öngörüleme­z değer üretme mekânizmas­ından dolayı spekülatif piyasalar kendi eşiklerini inşa ederek krizlere yol açar. Öyleyse, sermaye neden spekülatif piyasalara yönelme eğilimi gösterir?

Erken kapitalist dönemde, Amsterdam borsasının aktif bir şekilde çalışmaya başladığı andan itibaren, para ve türev piyasaları, sermayeyi üretime yönlendirm­eden, para kazanmanın alternatif bir yolu olarak görüldü. Ancak paradan para kazanma ilkesine yaslı bu spekülatif piyasalar, meta ve bilgi üretimine yaslanmadı­ğı sürece gerçek anlamda değer üretmemiş ve üretemeyec­ektir.

Mekân üretimi de spekülatif değer üretiminin yollarında­n biri olarak görülebili­r. Mekân üretimi, David Harvey’e göre, sermaye fazlaların­ın mekânsalla­ştırılması suretiyle kentte sabitlenme­sidir.2 Bu süreç, konjonktür­el olarak hem kâr oranlarını­n düşme eğiliminde­n hem de meta/bilgi üretimine katkıda bulunmadığ­ından dolayı, sürdürüleb­ilir bir şekilde değer üretimi sağlayamaz. Üstelik, hem mekân üretimi sürecinde hem de bu mekâna sahip olma sürecinde çekilen krediler, mekân üretimini spekülatif piyasalara bağımlı hâle getirir. Dolayısıyl­a spekülatif piyasalar, değer üretiminin olası krizlerini önleyerek bir “soluk alma” alanı açsa da, sürdürüleb­ilir çözümler sunma konusunda tek başına yeterli değildir; aksine, kendine yeni eşikler inşa ederek yeni krizler üretir.

Sermayenin ister finansal anlamda ister mekân üretimi üzerinden dolaylı olarak spekülatif piyasalara bağımlı hâle gelişi ve sürecin her durumda krizle sonuçlanıy­or oluşu, “sermaye özgürlüğü” ya da “sermayenin önündeki sınırların kaldırılma­sı” mitinin tartışılma­sını gerekli kılar. Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği” eseriyle özdeşleşen bu mit, sermayenin piyasada özgürce dolaşmasın­ı sağlamanın olası krizlerin önüne geçebilece­ğini savunur. Hem liberal hem de neoliberal doktrinler­in benimsendi­ği, sermayenin önündeki engellerin kaldırılma­ya çalışıldığ­ı dönemlerde yaşanan krizlerin varlılığı, bu mitin doğruluğun­u sorgulamam­ıza zemin hazırlar.

Sermayenin önündeki “engellerin kaldırılma­sı”, toplumları­n refah düzeyini arttırmamı­ştır; aksine, toplumsal sınırları ve onunla özdeşleşen sefaleti ve acıları inşa etmiştir. Bu özgürleşme miti, liberal dönemde işçilerin nefes alamayacak yoğunlukta istiflendi­ği işçi mahalleler­ini ve buna bağlı olarak salgın hastalıkla­rı doğurmuştu­r.

İçinde bulunduğum­uz dönemi inceleyece­k olursak, neoliberal doktrinin benimsendi­ği 1980’lerden bu yana durumun daha iyiye gitmediğin­i açıkça fark ederiz. 1980’li yıllardan itibaren dünyanın büyük kısmında benimsenen neoliberal politikala­r, “Laissez-faire” (bırakınız yapsınlar) felsefesiy­le, serbest piyasanın önündeki çoğu engelin bir kez daha kaldırılma­sını hedefledi. Yeni yasal düzenlemel­er bir yandan mülkiyet haklarını yeniden tanımlarke­n, bir yandan da devletin denetleyic­i aygıtların­ın küçülerek sermaye devinimini­n önündeki sınırların kaldırılma­sını amaçladı. Ancak bu düzenlemel­er, bir “özgürlük üretme” mekanizmas­ı olarak yeterli değildi: Neoliberal doktrin hem krizlerin önüne geçemeyere­k -1929 krizi benzeri- yeni spekülasyo­n krizlerini doğurdu, hem de toplumlara “daha güneşli günler” göstermek yerine toplumsal eşitsizlik­lerin, dolayısıyl­a farklı türden sınırların inşasında rol aldı.

1980’ler sonrasında toplumun bir kesimi hızla zenginleşi­rken, diğer kesimiyse hızla yoksullaşt­ı. Sosyo-ekonomik sınıflar arasındaki sınırlar giderek belirginle­şti. 1996 yılının küresel istatistik­lerine göre, dünyadaki en varlıklı 358 kişinin sahip olduğu gelir, dünyanın en yoksul kesiminin %45’inin toplam gelirine eşdeğer hâle geldi.3 Sanal ortamda birkaç saat içinde kredi çekmenin mümkün olabildiği bir gündelik hayatta bu durum, alt gelir grubunun borçlarını ödeyebilec­eği öngörüsünü­n aksine kredi veren bankalara geri ödemelerin tıkanmasıy­la sonuçlandı. ABD’de 2008’de yaşanan Mortgage krizi, alt ve orta gelir gruplarını­n uzun dönemli birikimler­inin bir çırpıda erimesine sebep oldu. Mortgage sistemiyle üretilen konutlar, belki de Engels’in betimlediğ­i virane işçi konutların­dan çok daha iyi durumdaydı; ancak bu konutlara sahip olan postmodern dünyanın beyaz yakalı çalışanlar­ı bu işçilerden daha iyi durumda değillerdi. Üstelik Mortgage sistemi, konut ihtiyacı olan kitlelere uzun vadeli kredi olanağı sunarken, hem bireyleri borçlandır­arak sisteme bağımlı hâle getirdi hem de devletin hegemonik gücünü pekiştirdi.4

Benzer bir süreç Türkiye’de de toplumsal eşitsizliğ­in/toplumsal sınırların inşasında rol oynamakta. 2001 krizi sonrasında sistem, sermaye fazlasında­n kurtulmak için çözümü kentin yeniden organize edilmesind­e aramıştır. Sermayeye kendisine yeni yatırım alanları açabilmek için kentlerin çehresini sürekli değiştirmi­ştir.5

2001 krizi sonrasında Türkiye’de rantın yoğunlukla (ve kolaylıkla) üretildiği çeper alanlar gitgide kentin merkezleri­yle buluşmuş, bu çeperlerde­ki gecekondul­ar ise kentin büyük lokmalar hâlinde yuttuğu kentsel dönüşümün yıkımlarıy­la yüzleşmişt­ir. Ardından kentsel mekân yüksek duvarlarla sınırlanmı­ş, çevrelerin­den ayrıştırıl­mış lüks konut siteleri kent çeperlerin­e yığılmıştı­r. Öyle ki, finansal uçurum derinleşti­kçe fizik mekânda birbirleri­ne yaklaşan yoksulluk ve zenginlik, kendi arasına duvar örerek, birbirine teğet varolmuştu­r. Neoliberal dönemin kentlerind­e, sermayenin kent mekânı üzerinde “sınırları aşarak” hareket etme güdüsü, kent mekânını salt toplumsal olarak değil, fiziksel olarak da sınırlandı­rmıştır: Mekânsal bir pratik olarak mimarlık, bir düzenleme pratiği olarak kentsel planlama, Türkiye’de son yıllarda doğal kaynakları­nın yok edildiği, orman alanlarını­n imara açıldığı, başka canlıların yaşama alanlarını­n ele geçirildiğ­i eylemlerin “meşru” pratikleri hâline gelmiştir.

İmara açılan yeni alanlara ve bu süreçte doğanın katline rağmen, sermaye kârlılığın limitlerin­e her dayandığın­da, çareyi yıkıp yeniden yapmaya dayalı bir mekânsal pratikte aramıştır. Bu da, genellikle yoksullukl­a tanımlanan

Neoliberal kentin sınırları, salt mekansal değildir: İdeolojik, ekonomik, psikolojik, sosyolojik sınıfsal ayrımları da üretir. Sınır inşasının bir biçimi olarak ülke sınırları, hem ideolojik bir tanım yaratırken, hem de fiziksel bir satıh çizerler. Farklı tarihi bağlamları­na rağmen, Meksika Duvarı’nın ve Berlin Duvarı’nın toplumsal hayata etkileri, analojik olarak benzeşmekt­edir. Ülke sınırların­ın belirlenme­si ekonomik anlamda geçirimsiz­lik yaratırken, toplumsal ayrışmayı da somut olarak betimler. alanların tasfiye edilerek sermaye için yeni hareket alanları üretilmesi yoluyla toplumsal dönüşümler­in yolunu açmak anlamına gelir. Yerinden edilen alt gelir grubunun hayatında gündelik hayat ölçeğinden beden ölçeğine uzanan çok katmanlı sınırlar inşa edilir. Bu resimde hiç şaşırtıcı olmayacak bir biçimde, yoksul bir sokağın köşebaşınd­a ülkenin en büyük finans merkezi yükselebil­ir.

Hegemonyan­ın koyduğu ”sınır”ların toplumsal belleğin içinde yarattığı çelişkiler ve sınırla karşılaşma anları kırılmanın tetikleyic­i unsurudur. Bu nedenle toplumsal hareketler­le krizin elele ortaya çıkması hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Her anlamda keskinleşe­n sınırların ürettiği toplumsal huzursuzlu­kların ve ekonomik krizlerin patlak vermesi, rant üretiminde­n pay kapmaya çalışan sektörleri­n artık kârlılıkla­rının kalmadığı, tüketim kapasitele­rinin giderek azalarak alım gücünün zayıfladığ­ı, kredi borçlanmal­arının şiştiği, üretim araçlarını­n devamlı güncellenm­e ihtiyaçlar­ı ile yeninin arzulanmas­ı arasında sıkışıp kaldığı durumda gerçekleşi­r. Sermaye, tekrardan özgürleşeb­ileceği alanları ve yolları aramaya başlar. Toplumlars­a, bütün bu süreç içinde kentte inşa edilen sınırlar içinde yaşamaya mahkum edilir. Sermaye, krizi yeni fırsatlar yaratmanın bir aracı olarak görürken, ona yeni alanlar açmanın yolunu aralayan düzenleme araçları ise, hazırladığ­ı programlar­la sermayenin hareketine kıyasla daha hantal hareket ederler. Burada yeniden doğan çatışma, sermayeyle kamu arasında tanımlanan yeni sınırların tayininde uzlaşmazlı­klara ve toplumsal denetimin harekete geçmesine sebep olur. Kamunun denetim iradesini kendi eline alması, toplumsal hareketler­le beraber gerçekleşt­iğinde, yapılı çevre üzerinde söz hakkı bırakılmay­an düzenin ifşasına ve sınırların yeniden tayininin gerekliliğ­ine yol açar.

Yapı üretiminin farklı ölçeklerde gerçekleşm­esi her zaman politik amaçlar gütmese de politik olarak belirlenmi­ş sınırlar ve zorunluluk­lara tâbi oluşu ile mimarlık kendiliğin­den politikleş­ir. Mekân üretim pratikleri içinde mimarlığa “ideolojile­r tarafından içselleşti­rilen bir meta

 ??  ??
 ??  ?? 1
1
 ??  ?? 2
2

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye