enformel eğitimin formelliği üzerine...
Ozan Avcı
2005 yılından beri mimarlık eğitiminin içinde eğitimci olarak yer alıyorum. O zamandan bugüne ulusal ve uluslararası yaklaşık 30 atölye çalışması1 organize ettim, 10’a yakın atölye çalışmasında da katılımcı olarak yer aldım. Atölye çalışmalarının formel mimarlık eğitimine destek olan önemli enformel etkinlikler olduğunu düşünüyorum. Yaklaşık 15 yıllık bu süreçte yaptığım gözlemler, genellikle olumlu yanlarıyla gündeme getirilen enformel eğitim ortamlarının bazen problemli olabileceğini gösterdi bana.
Türkiye’de enformel eğitim üzerine yapılan çalışmalara genel olarak bakıldığında formel eğitimin okulda verilen eğitime, enformel eğitimin de okul dışında yapılan atölye çalışmalarında veya yaz okullarında oluşturulan eğitim ortamına referans verdiği gözlemlenir. Ve neredeyse bütün yazılar enformel eğitimi olumlar niteliktedir. Oysa enformellik bir ilişki kurma biçimi olarak ele alındığında enformel eğitimin formel yapı içinde de mümkün olabileceği veya enformel eğitim ortamlarının da bazen formel bir karaktere bürünebileceği gözlemlenebilir.
Formel eğitimin mekânı olarak dile getirilen okul yapılarının sınırlarını sorgulamaya başlamak bu formel ortamı enformelleştirmenin önemli adımlarından biri diye düşünüyorum. Okul binaları veya kampusü dışında ders yapmak, kente yayılmak ve kamusal mekânları dersliğe dönüştürmek, eğitim mekânının for
melliğini kırmanın yanında öğrenci-hoca ilişkisinin de yeniden düşünülmesine aracılık ediyor. Kamusal mekânı derslik olarak kullanmak kamuyla karşılaşmayı da beraberinde getiriyor. Böylece okul yapısının sınırları içinde karşımıza çıkamayacak ve eğitimin bir parçası olamayacak aktörler kamusal mekânda kendiliğinden sürecin bir parçası olabiliyorlar.2
Rollo May her karşılaşmanın yaratıcı bir eylem olduğunu söyler.3 Kentle ve kentliyle karşılaşmak da yaratıcılığı tetikliyor. Tebdil-i mekânın ferahlığı motivasyonu artırırken karşılaşmalar da süreci zenginleştiriyor. Yıllar önce Pierre-Loti tepesindeki teleferik çıkışında yer alan açık amfide birinci sınıf mimarlık öğrencileriyle İstanbul ve Maurice Merleau-Ponty’nin Algılanan Dünya4 isimli kitabını tartışıyorduk. Karşımda duran yaklaşık 90 öğrenciye sorunuz var mı diye sorduğumda arkadan bir el kalktı ve söz verdim. Algılanan dünyayla ilgili soruyu soran öğrencilerimizden biri değildi, o an orada tesadüfen bulunan, bizi görünce durup dinleyen bir gençti. Benzer bir şekilde Süleymaniye’deki kuru fasulye lokantasında maket yaparken öğrencilerin yanına gelen garsonun bir öğrenciye maket hakkında fikir vermesi de yeni bir diyaloğun kurulmasına aracılık etmişti. Makete ek olarak mimarlık eğitimi üzerine konuşmuştuk garsonla.
Bu karşılaşmalar kamusal mekânların kamusallığını bire bir deneyimlememize ve sorgulamamıza da aracılık etti. Örneğin İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne önden izin almadan öğrencilerle gittiğimizde müze içerisinde çizim yapmanın yasak olduğunu öğrenmiş olduk. Çizmek eylemi için izin alınması gerektiği hiç aklıma gelmezdi ama formel yapıların katı sınırları ve ürettikleri bürokrasiler kamusal mekânın sınırlarını da dönüştürüyor. İzne tabi bir kamusallık nasıl bir kamusallıktır sorusunu İstanbul’un çeşitli yerlerinde ders yapmaya çalışırken defalarca deneyimledik. Büyük Beşiktaş Çarşısı’nda güvenlik görevlisi izin kâğıdımızı sorup çizim yapmamıza ve çarşı içinde durup bir şeyler tartışmamıza müsaade etmedi. Hatta öğrencilerin sadece banklara oturabileceklerini, yere oturmanın da yasak olduğunu dile getirdi. Büyük Beşiktaş Çarşısı’nı mekân olarak seçmemizin nedeni de geçirgen bir mekânsal kurguya sahip olan kamusal bir alan yarattığını düşünmemizdi. Fakat her zaman mekânsal kurgu kamusallığı artırmaya yetmiyor. Benzer bir şekilde Kapalıçarşı’da çizim yaparken benim hoca olduğumu tahmin eden güvenlik görevlisi izin kâğıdımızı sordu, öyle bir şeyin olmadığını söylediğimde de beni Kapalıçarşı’nın içindeki Esnaf ve Sanatkârlar Odası’na götürdü. İzin almamız gereken merci orasıymış. Oradaki yetkililerle yaptığım konuşma benim için de öğretici olmuştu. Ve son olarak İstanbul Modern’in şimdi yıkılmış olan Tophane’deki eski binasına da öğrencilerle gittiğimizde güvenlik görevlileri çizim yapmamıza engel olmak istedi. Sanat eserleriyle yakın ilişki kurmak, onları çizerken yeniden düşünmek, çizim yapan öğrenciyle müze ziyaretçisinin karşılaşmasına ve belki sohbet etmesine aracılık etmek amacıyla yaptığımız bu derste bize önerilen müzenin etkinlik alanını kullanmamız oldu. Etkinlik alanı dedikleri yer de müze girişinde yer alan, içeride masa ve sandalyelerin olduğu bir oda. Bu vesileyle müze yönetimlerinin de ne kadar dar görüşlü olduklarına tanıklık etmiş olduk. Dolayısıyla İstanbul gibi bir kentte eğitim mekânının formelliğini kırmaya çalışıp kente yayılmak çok da kolay olmuyor. Ama yaşanan bütün bu deneyimler bize çok şey öğretiyor. Ben hâlâ ısrarla derslerimin bir kısmını sokaklarda, müzelerde, camilerde, kiliselerde, galerilerde, kahvehanelerde yapmaya devam ediyorum.
Mekânın enformelleşmesi ilişkilerin de dönüşmesini sağlıyor. Genellikle otorite figürü ve bilen adam5 olarak nitelendirilen “hoca” konfor alanından çıkmış oluyor ve kendisini tesadüflere açık, savunmasız bir hale sokuyor. Kentle, gündelik hayatla, bulunulan yerin tarihsel, kültürel, sosyo-ekonomik veya doğal yönleriyle ilgili gelebilecek bir soruyu bilmeme olasılığını göze alıyor. Aslında göze alınacak herhangi bir risk olduğunu düşünmüyorum. Her şeyi bilen insan olmaya gerek yok, önemli olan diyalog oluşturabilmek ve çeşitli konular hakkında belirli bir olgunluk seviyesinde öğrencilerle konuşabilmek.
“Hoca” is the new black.
Mimarlık piyasasının krize girdiği günümüz ortamında birçok mimarın akademiye sıçrama hevesinde, enformel eğitim ortamları büyük bir cazibe yaratıyor. Birçok farklı mecrada organize edilen atölye çalışmaları eğitimci olmayan insanlara kısa süreli hocalık zevki tattırıyor. “Hoca” olmak bilen insan olmak gibi düşünüldüğü için, kısa süreliğine de olsa bilen
insan pozisyonuna geçmek, haz veren ve kişinin kendisini “mış gibi” de olsa tatmin etmesine aracılık eden bir sürece dönüşüyor. Herkesin bildiği bir şeyler vardır, bunu da paylaşmak istemesi elbette doğaldır. Bu noktada tehlikeli olan iki durum var diye düşünüyorum:
1. Enformel olduğu söylenen eğitim ortamında, örneğin bir atölye çalışmasında, atölye yürütücüsünün sözde-hocalık deneyiminde kendisini bir otorite olarak görmesi ve atölyeye katılan öğrenciler üzerinde baskı oluşturması, eğitimi formel bir karaktere sokuyor. Yürütücüsü olduğu atölyenin sonuçları iyi çıksın diye öğrencileri taşeron işçi gibi kullanan yürütücülerle karşılaşmışlığım var. Bu otoriter pozisyon bilginin üretilme sürecini doğrudan etkiliyor ve ona formel bir karakter kazandırıyor. Bana göre enformel eğitim ortamlarının en belirgin özelliği yürütücü ve katılımcılar arasındaki yatay organizasyondur.
Yürütücünün de öğrenmeye gönüllü olması ve üretim sürecinde katılımcılarla birlikte aktif rol alması önemlidir. Atölye çalışmasını kendi CV’sine yazacağı bir etkinlik olarak görmenin ötesinde yeni bilgileri keşfetmenin aracısı olarak görmek, enformel eğitimin özüne daha uygundur diye düşünüyorum. Bu bağlamda formel eğitim ortamlarında, örneğin okullarda, enformel ilişkiler kurarak hoca ve öğrenci arasında yatay tartışma ortamları yaratmak ve bu vesileyle yeni bilgileri keşfetmek de mümkün. Yatay ortamda hocanın ve öğrencilerin bilgi seviyesinin paralel olması beklenmez. Hocanın konuya hâkim olması, bilgi birikimi ve deneyimi son derece önemlidir. Yataylıkta vurgulanmak istenen, hocanın bilginin üretilme sürecinin öznelliğini hatırlayarak öğrencilerin de bu sürece dâhil olmalarının önünü açabilmesi ve verilerin, enformasyonların yanlış bilgilere dönüşmesi ihtimalinde de sürece yön vererek doğru bilgilere ulaşılmasına aracılık edebilmesidir. Tam da bu noktada tehlikeli olarak dile getirdiğim ikinci durum karşımıza çıkıyor.
2. Bilgi, verilerin kümelenmesiyle oluşan enformasyonların işlenmesiyle elde edilir. Bu süreçte öznel deneyimler son derece önemlidir. Enformel eğitim ortamlarında yürütücünün bilgisizliği ve konuya hâkimiyetinin zayıf olması yanlış bilgilerin ortaya çıkması sonucunu doğuruyor. Sözde-hocanın arzu nesnesine dönüşen atölye çalışması, çeşitli kavramların yanlış ele alınıp tüketilmesine, mimarlık ortamında bilgi kirliliğine neden oluyor. Eğitim ortamında esas olanın, ister formel olsun ister enformel, (doğru) bilgiyi açığa çıkarmak olduğu kanısındayım.
Atölye yürütücülüğünü profesyonel bir meslek olarak yapmayı düşünen öğrencilerle karşılaşmışlığım var. Veya organize etmeyi düşündüğü atölye çalışmasının teması olacak kavramla ilgili bana referans kitap, makale soranlarla... Doğru olan o referanslara hâkim olan birisinin yürütücülük yapmasıdır diye düşünüyorum. Enformel olmayı ciddiyetsiz olmaktan ayrı tutmak gerekiyor. Aksi halde sözünü ettiğim tehlikeyle karşı karşıya geliyoruz. Sözde-hocalar, herhangi bir sponsorluk desteği almadan tamamen öğrencilerin organize ettiği bir atölyede yürütücü olduklarında para talep edebiliyor veya çok pahalı malzemeler ve ekipman isteyip organizasyon ekibini zor durumda bırakabiliyor. Böyle bir
ortamda da enformel eğitimden söz etmek mümkün olmuyor.
Bütün bu tehlikelere rağmen enformel eğitim, dinamik bir bilgi karakterine sahip mimarlık eğitiminde vazgeçilmez bir rol üstleniyor. Türkiye’de mimarlık ortamında uzun yıllardır varlık gösteren önemli enformel eğitim ortamları var. Bunların başında Ulusal Mimarlık Öğrencileri Buluşmaları geliyor. Gebze ve İstanbul’da yapılan iki buluşmaya atölye yürütücüsü olarak katılma şansım olmuştu. Yahşibey Tasarım Çalışmaları da yıllardır devam eden, çeşitli atölyelerin yanında mekânsal organizasyon olarak da enformel bir ortam yaratan önemli bir örnek. Ve son olarak Betonart Mimarlık Yaz Okulu’nun da Türkiye’deki mimarlık eğitim ortamına çok olumlu katkılarının olduğu görüşündeyim. Bütün bu enformel eğitim etkinliklerinde gerçekten enformel bir ortamın kurulmasında ilişki biçimlerinin çok önemli olduğunu ve süreçleri tasarlarken buna dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum.