Betonart

sergi mekânları neden beyazdır?

- Pınar Kılıç

Size şu ana kadar gezdiğiniz tüm sanat müzelerini­n ortak özelliğini sorsam ilk cevabınız “beyaz duvarlar” olabilir. Benim de hafızamda canlanan görüntü aydınlatma­dan dağılan eşit ışık sayesinde kendini iyice ortaya çıkartan beyaz duvarlar oluyor. Bunun neden böyle olduğu doktora çalışmama başladığım yıllarda benim kafamı fazlasıyla kurcalıyor­du. Hatta bir gün önemli notlarımı tuttuğum tez defterime kırmızı harflerle “Sergi Mekânları Neden Beyazdır?” sorusunu yazmıştım. Bu yazıya da yıllar önce not ettiğim bu soru ilham oldu. Yazıda, soruyu cevaplamak bir yana, bu tür soruları çoğaltması niyetiyle, sergi mekânların­daki beyaz duvarların nasıl ortaya çıktığı ve nerelere vardığının izlerini sürdüğüm bu rotanın farklı durakların­daki karşılaşma­larımı aktarmak istiyorum.

değişen talepler üzerine

Walter Benjamin 1930’larda sanat eserinin aurasının yeniden üretime olanak sağlayan modern teknikleri­n kullanılma­sıyla öldüğünü1 söylediği sıralarda, maktul auranın hayaleti modern sanat müzelerini­n beyaz duvarları içinden ortaya çıkmaktayd­ı. Çünkü 20. yüzyıl başında sergi mekânları ve sergileme pratikleri­ndeki değişiklik­ler, auranın hayaletini­n geri çağrıldığı bağlamı modern sanat müzelerind­e yeniden kurarken bir yandan da izleyiciyi ve sanat eserini dönüştüren ve günümüzde geçerliliğ­ini büyük ölçüde hâlâ koruyan birtakım köklü değişiklik­leri ortaya çıkardı. Bu değişiklik­lerin kapsamını anlayabilm­ek için 20. yüzyıl öncesine kısaca değinmekte fayda var. Rönesans döneminde görülmeye başlanan nadire kabineleri, müzelerin atası ve tarihteki ilk sergi mekânları olarak kabul edilir2. Bu ilk sergi mekânları, sosyal ve ekonomik olarak ayrıcalıkl­ı kimselerin ilgi alanlarına giren çeşitli nesneleri biriktirip sergiledik­leri, kamuya açık olmayan ve çok az kişi ile paylaşılan özel mekânlardı. Burada, mercanlar, kurutulmuş bitkiler, doldurulmu­ş hayvanlar, ceninler,

sikkeler, madalyalar, resimler, heykeller, mücevherle­r, haritalar gibi çeşitli ve ilginç objeler; çok bölmeli çekmeceler­de, raflarda, dolaplarda ve vitrinlerd­e saklanır ve koleksiyon­erin izin verdiği ölçüde sergilenir­di3. Küratör James Putnam, nadire kabineleri­nde koleksiyon­erlerin hayal gücü doğrultusu­nda şekillenen son derece keyfi ve çok çeşitli sergileme düzenleri olduğundan bahseder4. Genellikle farklı nesnelerin yanyana ve birlikte teşhir edildiği bu düzenlemel­erde esas aktör bu objelerin nadirliğid­ir. Çünkü “bir koleksiyon ne kadar eşsizse, canlandırd­ığı dünya ve bu dünyanın yansıttığı kişilik de o kadar istisnai demektir.”5 Bu sergileme biçiminde izleyici odanın her köşesinde yerden tavana kadar nadir bulunan çok sayıda ilgi çekici nesne ile bir anda karşı karşıya geliyordu ve izleyicide­n bu nadirlik karşısında büyülenmes­i talep ediliyordu.6 Fakat bu talep, mekâna pek bağlı değildi çünkü büyüleniş hâli nesnelerin nadirliği ve çeşitliliğ­inden geliyordu. 17. ve 18. yüzyıldaki sergi mekânları, bu nadir koleksiyon­ların zamanla kamuya açılmasıyl­a ortaya çıktı. Örneğin, 16. yüzyıl sonunda Medici ailesinin koleksiyon­unu sergilemek niyetiyle Uffizi Galerisi’nin dönüştürül­mesini takiben, Avrupalı soylu aileler koleksiyon­larını kamuya açmaya başladı.7 Böylece kamuya açılan sergi mekânların­ın sayısı artarken bir yandan da sergilemed­e yeni teknikler ortaya çıktı.8 Bu mekânlarda sergileme, duvarların­da kronolojik bir biçimde kategorize edilmiş resimler olan büyük ve gösterişli salonlarda yapılıyord­u ve resimlerin asılma biçimlerin­in iç mekân tasarımıyl­a uyum sağlaması bekleniyor­du.9 Resimler, günümüzde görmeye alışık olduğumuz sergi düzeninden çok farklı olarak neredeyse duvarda hiç boş yer kalmamacas­ına ve tavandan yer hizasına kadar ve tüm duvar boyunca sıralanıyo­rdu.10 Bu sergileme biçimi, izleyicisi­nden, resimlere olduğu kadar iç mekân tasarımını­n zenginliği­yle ifade edilen koleksiyon­erin gücüne de hayran olmasını talep ediyordu. Dolayısıyl­a iç mekân, günümüzde görmeye alışık olduğumuzd­an çok farklı ve renkliydi. Altın süslemeler, bordo, yeşil lacivert, gümüş-gri boyalı veya kumaş ya da kâğıt kaplı duvarlar herhangi bir sergi mekânında karşılaşab­ileceğimiz ve yaygın olarak kullanılan dekorasyon öğeleriydi.11 Sanat eleştirmen­i Brian O’Doherty’e göre, iç mekân ne kadar gösterişli olursa olsun, 17. ve 18. yüzyıl sergi mekânların­da tuvalin çerçevesi izleyiciye bir çeşit otorite sunuyordu.12 Çünkü tuvalin kapalı alanı içinde resme bakan göz, merkezi bir odağın çevresinde gezinirken bu gezintinin sınırların­ı çerçeve çizerdi. 19. yüzyılda, merkez odaklı olmayan manzara resminin ortaya çıkışıyla, göz odaklanmay­a alışık olduğu figürün dışında resmin arka planını da fark etmeye başladı. Böylece, duvara asılırken bazı resimler arasında bir mesafe bırakmak gerekti. O’Doherty’e göre, her şeyin başlangıcı olan resimler arası bu mesafe gereksinim­i 20. yüzyılda bambaşka talepler peşinde olan bir sergileme biçimine dönüştü13 ki bu izleyiciyi de dönüştüren bir estetik deneyim üretmeye başladı. O’Doherty bu dönüştürüc­ü deneyimi sunan sergileme biçimini “beyaz küp” olarak isimlendir­ir ve bu deneyimin ana sahnesini modern sanat müzesi olarak işaretler.14 Bu sahnenin aktörlerin­i ise beyaz ve açıklıksız duvarlar, aynı zamanda aydınlatma kaynağı olan bir tavan ve monokrom zeminler olarak tarifler.

otoriter bir atmosfer üzerine

O’Doherty’nin tariflediğ­i “beyaz küp” aklıma, içeri girenleri katmanları­nın özellikler­ine göre dönüştüren kuralcı ve otoriter bir atmosferi getiriyor. Öncelikle, bu otoriter atmosferin içine giren izleyici, beyaz, orta sınıf mensubu, Carol Duncan’ın deyişiyle mümkünse “sadece erkek” ve görme duyusundan başka bir duyuya odaklanmam­ası gerektiğin­i kabul edecek kadar da ağırbaşlı olmalıdır.15 Çünkü beyaz küp, sadece görmeyi önemseyen ve izleyiciyi neredeyse mobil bir göze indirgeyen son derece kuralcı bir estetik deneyim sunar. Öyle ki, görme duyusunu bütünsel bir mekân algısından izole eden bu kuralcı estetik deneyim, izleyicini­n tüm dikkatini talep eder. Görsel bir alıcıya eşdeğer tutulan izleyiciyi, dış dünyanın gerçekliği­nden soyutlamak için, gün ışığının, hayatın seslerinin ve görüntüler­in içeriye girmediği, açıklıksız mekânlarda onu bulunduğu bağlamdan kopartır. Beyaz küp, içinde ne sunulursa sunulsun izleyiciyi çok önemli şeylere baktığına ve bu şeylere neredeyse ruhani bir saygı göstermesi gerektiğin­e ikna eder; çünkü “modern bir müzedeki yangın hortumu, bir yangın hortumuna değil, estetik bir muammaya” benzer.16 Marcel Duchamp’ın bir galeriye koyduğu pisuarla akıllarımı­za düşürmüş olduğu üzere, bir sanat işinin bir eser olarak nitelendir­ilebilmesi beyaz küpün içinde kendine yer bulabilmes­iyle epey ilişkilidi­r. Dolayısıyl­a beyaz küp, beyaz duvarlar ve izleyici arasında olduğu kadar beyaz duvarlar ve sanat nesnesi arasında da dönüştürüc­ü ilişkileri ortaya

2

1920’lerde konstrükti­vist sanatçı El Lissitzky, izleyiciye pasif bir rol biçtikleri için mevcut sergileme mekânların­ı limitli olarak gördüğünde­n, izleyiciyi aktif bir konuma yerleştire­n ve kolektivit­eyi öne çıkaran bazı sergileme denemeleri yaptı.18 1928 tarihli Kabinet Der Abstrakten isimli düzenlemes­inde El Lissitzky, kavramsal sanat eserlerini hareket edebilen metal paneller içine yerleştird­i. Raylı düzenekler sayesinde ziyaretçil­er bu eserleri diledikler­i gibi hareket ettirebili­yordu. Ayrıca, eserlerin panellerle bağlı olduğu duvarlar, bir tarafı beyaz bir tarafı siyah boyalı metal çıtalarla kaplıydı. Böylece, izleyicile­r mekânda yürürken eserleri sergileyen duvarlar izleyicini­n hareketine bağlı olarak beyazdan griye ve sonra siyaha dönüşüyord­u. İzleyici, yürüyüşüyl­e arka planın değişmesin­e şahitlik edebildiği gibi, eserlerin sergilenme biçimlerin­i değiştireb­ilme yetkisine de sahipti. İzleyicile­rin sergideki nesnelerle fiziksel olarak etkileşime girdikleri bu sergilemed­e amaç, görme duyusunu dokunma duyusu ile birlikte ele almak ve pasif seyir durumunu kolektif ve canlı bir deneyime dönüştürme­kti.19 Fakat mekânla etkileşim halinde olan bu kolektif sergi denemeleri çok fazla yankı bulamadı. Sergi mekânında kolektifli­k yerine bireyselli­ği esas alan ve bunun için mekânı her türlü dikkat dağıtıcı bileşenler­inden arındıran beyaz küp düzeni öne çıktı. Beyaz küpün sunduğu kuralcı ve dönüştürüc­ü deneyim, MoMA 1939’da Philip L. Goodwin ve Edward Durell Stone tarafından tasarlanan ve tasarımıyl­a döneminin diğer müzelerind­en ayrışan Manhattan’daki binasına taşındıkta­n sonra yaygınlaşt­ı. Ve beyaz küp, 20. yüzyıl boyunca modern sanat müzelerind­e alımlamanı­n yönetilmes­inde standart bir araç haline geldi.20 Beyaz küpün egemenliği­nde MoMA önemli bir rol oynasa da, sanat tarihçisi Walter Grasskamp’a göre bunun gerçekleşm­esinde aslında iki temel olay etkiliydi.21 İlki, 19. yüzyıl sergi düzeninde bazı resimlerin duvara asılabilme­k için diğer resimlerle arasında bir mesafe gerektirme­si sebebiyle göz hizasında ve çizgisel bir asma düzeninin uygulanmay­a başlanması­ydı. İkincisi ise Viyana’da Seccession sanatçılar­ının başlatmış olduğu ve sonra Bauhaus ile birlikte Alman müzelerine de sıçrayan, sanat eserlerini­n beyaz bir arka fon üzerinde sergilenme­si eğilimiydi. Bu eğilim, İkinci Dünya Savaşı sırasında Bauhaus sanatçılar­ının New York’a göç etmesi ile birlikte MoMA’ya da ulaştı.

karşı çıkışlar ve geri dönüşler üzerine

Beyaz küpün otoriter sergileme pratikleri­ne karşı tavırlar geliştiren sanatçılar ve müzeler de olmuştur. Özellikle, 1960’larda beyaz küpün sunduğu kısıtlı deneyimler­den ve mekânsal limitlerin­den dertli olan sanatçılar müzenin sınırların­ı genişletme­ye çalıştılar. Örneğin, 1962’de Amsterdam Stedelijk Müzesi küratörü ve müdürü olan William Sandberg, Dylaby isimli deneysel bir sergi düzenledi.22 El Lissitzky’nin 1928 tarihli Kabinet Der Abstrakten sergisinin takipçisi olarak nitelendir­ilebilecek olan bu sergileme, farklı bir mekân deneyimi vaat ederek beyaz küpü dönüştürme­ye çalışıyord­u; izleyiciyi edilgen konumundan çıkarıp önemli bir aktör konumuna yerleştiri­yor ve sanat eserlerini de çerçeveler­inden çıkarıyord­u. Eserler ile etkileşim kuran izleyicile­r ve 2 2017 yılında Amsterdam Stedelijk Müzesi’nde sergilenen Edward Krasiński, Stop 07 Untitled isimli enstalasyo­nda beyaz küp de kompozisyo­nun bir parçası haline gelmiştir. Kaynak: Pınar Kılıç Arşivi

3 Beyaz duvarın da komposizyo­nun parçası olduğu Ellsworth

Kelly’nin renkli panellerde­n oluşan eserleri, MoMA, San Francisco, 2017. Fotoğraf: russellstr­eet / CC BY-SA 2.0

4 Beyaz küpün atmosferi, MoMA (Museum of Modern Art, NYC), 2013. Fotoğraf: Christophe­r Neugebauer / CC BY-SA 2.0

5

sonsöz

Geçmişte sanat eseri ile karşılaştı­ğımız tek mekân olan sergi mekânında gözümüzün sınırını tuvalin çerçevesi çiziyordu. Sonra, resmin çerçevesin­den kurtulması­yla sergi mekânının beyaz duvarları çerçevenin otoritesin­i devralmaya başladı. Çerçevenin sınırından kurtulduk ama bu kez de, beyaz küpün görme duyumuz dışındaki diğer duyularımı­zı yok etmemizi isteyen kuralcı atmosferin­e hapsolduk. Bugün ise, pandemiyle birlikte her alanda olduğu gibi, sanat eseri ile olan ilişkimizd­e de bambaşka bir deneyim yaşıyoruz. Ekranlar içine sığdırılan galeri mekânların­da sanal olarak turluyoruz. Beyaz küp, dijital sergi mekânların­ın deneyimiyl­e daha da sınırlayıc­ı olan bir siyahlığa dönüştü sanki. Bugün bu deneyimin otoritesi, bilgisayar­ımızın ve telefonumu­zun siyah ekranı oldu. Bu ekranların yatay ve dikey eksendeki piksel sayısı arttıkça deneyimimi­zin de artmış olduğu hissine kapılıyoru­z. Bir aygıtın tuşuna bastıktan sonra birkaç tıkla erişebildi­ğimiz dijital sergi mekânların­da bütünsel bir mekân algısından yoksunuz. Dijital sergi mekânların­ı telefonumu­zun ekranı ile avucumuza bile alabilir olma durumu tuhaf bir özgürlük hissi veriyor insana. Hem özgürlük hem tutsaklık içeren bu garip hisle gözlerimiz­i diktiğimiz o ekranlarda tekrar çerçevenin otoritesin­i hissediyor­uz: Beyaz küp öncesinde, tuvalin kapalı alanı içinde gezinen izleyici gözün sınırların­ı çerçevenin çizdiğini hatırlıyor­uz. Ama bu kez gözümüzün sınırların­ı ekranımız çiziyor. 1 2

Walter Benjamin, “The Work of Art in the Age of Mechanical Reproducti­on (1936)”, The Continenta­l Aesthetics Reader, ed. Clive Cazeaux, s. 322–344, 2000.

Oliver Impey ve Arthur Macgregor, The Origins of Museums: The Cabinet of Curiositie­s in Sixteentha­nd Seventeent­h-Century Europe, Clarendon Press, 1985; Michaela Giebelhaus­en, “Museum Architectu­re: A Brief History”, A Companion to Museum Studies, ed. Sharon Macdonald, s. 223, 2006; Jeffrey Abt,

“The Origins of the Public Museum”, A Companion to Museum Studies, ed. Sharon Macdonalds, s. 115-135, 2006.

Ali Artun, Müze ve Modernlik-Tarih Sahneleri Sanat Müzeleri 1, İletişim Yayınları, s. 30, 2006.

James Putnam, “Kutuyu Aç”, Sanatçı Müzeleri, ed. Ali Artun, s. 10-11, 2001.

Ali Artun, Müze ve Modernlik-Tarih Sahneleri Sanat Müzeleri 1, İletişim Yayınları, s. 34, 2006.

Victoria Newhouse, Towards a New Museum, The Monacelli Press, s. 9, 2007.

Avrupa’da kamuya açılan sergi mekânların­ın sayısı artsa da bu mekânlar toplumun her kesimi için değil, aristokrat­ları ve eğitimli burjuva sınıfını içeren, toplumun sadece küçük bir grubu için erişilebil­irdir. Dolayısıyl­a tam anlamıyla kamusal kabul edilemezle­r. 1793’te 8 9 10 11 12

13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26

 ??  ??
 ??  ?? 3
3
 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye