akdeniz’de beyaz mitinin kültürel inşası
Işığın sahip olduğu farklı dalga boylarının insan gözünde oluşturduğu renk spektrumu, 17. yüzyıldan beri fiziksel ve fizyonomik açıklamalarla, yani her insanın görmeye yönelik algısal farklılıklarından âzâde nesnel ve bilimsel bir olgu olarak açıklanagelmiştir. Bu nedenle beyaz, modern dünyada bir renk olarak değil, daha çok içinde tüm renkleri barındıran bir “çoğulluk,” tüm renklerin karışımı ve taşıyıcısı, kısacası “ışık” olarak alımlanmaktadır. Bilimsel buluşlar ile üretilen bu modern kavrayışa göre, renklerin varlığı (beyaz) ve yokluğu (siyah) da ışığın varlığına ve bu ışığın içindeki renkleri ayrıştırarak alımlayabilen insan gözünün yapısına bağımlıdır. Bu fiziksel ve fizyonomik tanımlardan farklı olarak beyaz, sözlüklerde sıklıkla “maksimum ışığın yarattığı anakromatik renk” olarak tarif edilse de hem siyah ile olan gerilimli ilişkisinden, hem psikanalitik anlamda barındırdığı örtük saflık idealinden ve özcü ideolojilerden, yani saf form arayışlarından, hem de görme eylemine ket vurarak ve nesnelerin sınırlarını eriterek maddesizliği çağrıştıran şiddetinden ve gücünden pek bahsedilmez. Bunlara ek olarak, “buz beyazı”ndan “kırık beyaz”a, “kar beyaz”ından “kirli beyaz”a türlü hâllerine ve tonlarına, ama daha da beteri “beyazlık” söylemi üzerinden sahip olduğu ideolojik ve ayrımcı çağrışımlara sözlüklerde yine pek rastlanmaz. Sözlüklerde iki üç satırlık açıklamaların içine sıkıştırılıp anlamı dondurulan her olgu ve kavram gibi aslında beyaz da semantik, ontolojik ve sembolik anlamlarını dildeki bitmeyen performansından, gündelik hayatın içindeki öngörülemeyen pratiklerinden kazanır. Diğer renkler gibi toplumsallığın bir ürünü olduğu için beyazın anlamları, kullanım biçimleri ve çağrışımları da zamana, mekâna ve kültürlere göre değişir, dönüşür ve sürekli çoğullaşır. En azından 20. yüzyılın ilk çeyreğinden beri renklere verilen değer ile onlara yüklenen sembolik anlamların birer kültürel inşa oldukları ve tarih içinde toplumdan topluma değişim gösterdiklerini kavram tarihi, kültür tarihi ve materyal kültürü gibi çalışmalar sayesinde biliyoruz. Bu çalışmaların gösterdikleri güzergâhlar sayesinde, beyazın Akdeniz imgesi ile bütünleştirilmesinin peşinde dolaşmayı hedefleyen bu çalışma, öncelikle binlerce yıldır çevresinde farklı medeniyetlere ve kültürlere ev sahipliği yapmış Akdeniz havzasının bütüncül ve ortak bir hayali imge etrafında nasıl tahayyül edilmeye
başlandığına kısaca değinmek; ardından da 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren mimari söylemlerin polikromatik dünyanın içinden beyazı nasıl modern mimarlığın kurucu öğesi olarak yücelttiğine odaklanacaktır. Çalışma, beyazın pre-modern dünyada sahip olduğu semantik derinliğe kısaca değinip, mimarların vernaküler mimarlık üzerinden bu semantik dünyayı boşaltıp, içini modernist ideoloji ile nasıl doldurduklarına bakmayı deneyecek. Bu hedef doğrultusunda, Akdeniz coğrafyasını ziyaret eden mimarların, farklı Akdeniz’leri nasıl alımladıkları ve modern mimarlığın kökeni olarak çeşitli vernaküler mimarlık örneklerinden, ama en çok da kübik yalın formlardan ve kireç badana beyazından nasıl etkilendiklerinin izlerini takip edecek. Modern mimarlığın beyazı nasıl normatif hale getirdiğine baktıktan sonra, 1945 sonrasında gelişen turizm olgusunun bir pazarlama aracına ve arzu rengine dönüştürdüğü beyazın, yapılı çevreleri hızla dönüştüren hegemonik yapısına, polikromatik Akdeniz havzasını monolitik ve homojen bir dünyaya dönüştürmesine değinilecek. Bu ivmenin başlangıç noktası olarak, hijyenik amaçlarla yapılarda kireç badana (beyaz renk) kullanımının kural haline getirildiği 1930’ların Yunanistan’ına ve Oniki Adalar’dan başlayarak tüm Akdeniz coğrafyasına sıçrayan beyaz mitinin modern üretimine Yunanistan’ın turizm hikâyesi üzerinden bakılacak. Ama hikâyeye en başından başlayıp, tüm bu değişimlerin öncesine gidip binlerce yıldır kültür tarihi içinde beyazın edinmiş olduğu farklı anlam katmanlarına ve sembolik değerlere kısaca göz atalım; ardında da erken modern mimarlık söylemlerinin bu semantik içeriği nasıl boşaltarak, yerlerine farklı anlamlar inşa ettiğine bakalım.
“doğal renk tarihi” ya da renklerin sosyal tarihi
Ünlü Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein son eseri Remarks on Color’ı 1950’de Viyana’ya yaptığı bir ziyaret sırasında, Cambridge’de kanserden ölmeden bir yıl önce yazmıştı. Bu incecik kitap onun ilk yazılarında ele aldığı bir temaya, Tractatus PhilosophicoMathematicus’da (1908) dert edindiği “renk kavramlarının mantıksal yapısı” sorunsalını yeniden irdelediği için külliyatında bir geri dönüşü de temsil ediyordu. Wittgenstein bu sorunsala “bulmaca soruları” adını vermekteydi: “Neden beyaz bir renk olarak kabul edilmiyor? Parlak renkleri parlak yapan nedir? ‘Saf’ renkler, gerçekte asla bulunmayan soyutlamalar mıdır? Nesneler dünyası ile bilinç dünyası arasındaki ilişki nedir? ‘Doğal renk tarihi’ diye bir şey var mıdır?... Cevaplardan daha fazla muamma ile karşı karşıya kaldım.”1 Wittgenstein, renk algılarının mantığının açıklığa kavuşturulabileceğinden umutsuzluğa kapılmıştı: “Sadece kavramları bir düzene sokmanın yetersizliği var. Orada yeni boyanmış durak kapısının önünde öküz gibi duruyoruz.” diyerek çaresizliğini dile getiriyordu. Bu inançsızlık, Wittgenstein’ın renk üzerine düşüncelerini bir fay hattı ayrımının üzerinden ilerletmesine neden oluyordu. Bir tarafta Johann Wolfgang von Goethe’nin (17491832) “renkler dünyadadır” ifadesine eğilim gösteriyor, diğer yandan ise Isaac Newton’un (1642-1727) “renkler zihnimizdedir” anlayışı arasında gidip geliyordu. Wittgenstein, Newtoncu soruları ilginç bulduğunu ancak sürükleyici bulmadığını belirtiyor, diğer yandan ise Goethe’nin niyetlerine sempati duymasına rağmen, Renk Teorisi’ni (1810) geçici bir taslaktan başka bir şey olarak görmüyordu: “Bu gerçekten bir teori değil. Onunla hiçbir şey tahmin edilemez... Teori lehine veya aleyhine karar verebilecek herhangi bir deneysel kritik de yoktur.”2 Kesinlik ve tahmin edilebilirlik arayışında olan Wittgenstein için durak kapısı önünde öküz gibi durmamıza neden olan ve beyazın neden renk sayılmadığına yönelik ikna edici bilimsel açıklamalar, yani renk bilimi ancak 19. ve 20. yüzyıldaki fiziksel buluşlar ve teoriler sayesinde gelişecekti.3
Büyübozumu anlamına gelen her bilimsel buluş ve keşif, varolan inanç sistemlerini, değer yargılarını ve semantik dünyaları çözüp, parçalamak ve yerlerine yeni anlam ve sembolik değer kategorileri inşa etmek anlamına gelmektedir. Buluşlar ve keşifler çağı öncesinde renklerin ve özellikle de beyazın edinmiş olduğu anlam evreni, yüzyıllar boyunca ancak çok ufak nüanslar ile değişim göstermiştir. Modern dünyada renk olarak kabul edilmeyen beyaz, siyah ve gri, pre-modern çağların en temel renkleri arasında sayılagelmekteydi. Bu çağlarda beyaz, siyah ve kırmızıdan sonra en çok bahsedilen renkler ise yeşil ve sarıdır.4 Konfüçyüs döneminden beri Çin’de kanonik “beş renk” (wucai) olarak kabul edilen bu renkler hem Kur’an’da adı geçen renkler olarak tüm Müslüman coğrafyasının, hem Ortaçağ Avrupa’sının, hem de Kolomb-öncesi Mezoamerika’nın en temel renkleridir.5
Ortaçağdan itibaren beyazın elde edilmesine, yani materyal tarihine bakmadan evvel, Müslüman coğrafyasında edindiği derin anlam evrenine yakından bakalım... Hirsch’e göre Müslüman coğrafyasında renklerin sembolik anlamları, giysilerde kullanım için tercih edilen, izin verilen veya yasaklanan bir ölçek üzerinden belirleniyor ve Müslüman toplumların ataerkil ve hiyerarşik doğasına uygun olarak, cinsiyete dayalı farklılaşmayı oluşturmak ve pekiştirmek için bir araç olarak kullanılıyordu. Renklerin bir diğer kullanımı ise, Müslüman yönetici seçkinler arasında dinipolitik farklılaşmaları yaratmak, sosyal statü ayrışmasını keskinleştirmek, Müslümanlar ve Gayri-Müslimler arasındaki ayrışmayı görünür kılmaktı.6 İslam-öncesinin Arapça vokabülerinde renklerin “abyad” (beyaz), “aswad” (siyah), “ahmar” (kırmızı), “aṣfar” (sarı) ve “akhḍar” (yeşil) olarak ifade edilmelerine ve Hz. Muhammed döneminin Arapçasının oldukça zenginliğine karşın, Kur’an’da “mavi” ile birlikte bu beş renkten dokuz kez bahsediliyor olması ilginçtir.7 Öte yandan beyazın, Müslüman coğrafyasında diğer renklerden sembolik olarak bir üstünlük kazanmasının ve öncelikli hâle gelmesinin nedeni, Kur’an’da “yaratıcının rengi,” “cennette içilecek suyun niteliği,” “Allah’ın lütfunun bir işareti olarak Musa’nın elinin beyaz olması,” “Kıyamet Günü’nde gerçek inananların yüzlerinin rengi,” “bu dünyadaki düz yolu takip ederek ve bu dünyanın engellerini ve zorluklarını aşarak öbür dünyaya olan inançları”nın rengi olması gibi ayrıcalıklı dini sembolik anlam katmanlarını barındırmasıdır.8
Müslümanlığın inanç evreninde “Abyad” terimi, yalnızca beyazı değil, çeşitli parlak tonları da ifade eder. Beyaz, Müslüman coğrafyasında hem yaşamda hem de cenaze törenlerinde erkekler ve kadınlar tarafından en çok tercih edilen renktir. Bunda Hz. Muhammed’in “En iyi kumaşınız beyazdır, bu yüzden yaşarken giyin ve ölülerinizi onunla gömün” hadisi oldukça etkili olmuştur.9 Beyazın toplumsal değer sistemi içinde cinsiyetsiz alımlanışı ve pozitif bir sembolik anlam taşıması bu inançsal kökenden kaynaklanır: “Kur’an’daki sûrelerden günümüze kadar beyazın taşıdığı olumlu çağrışımların başında, pozitif ve saf olanı sembolize etmesi, buna karşın siyahın da negatif ve kötü olanı temsil etmesi gelir. Arapçada yüzünün neşe ve memnuniyetten beyazlaştığı, hakarete uğradığında ise karardığı anlamına gelen kelimeler vardır. Beyaz ve siyah arasındaki bu zıtlık, ışık ile karanlık, iyi ile kötü, saf ve saf olmayan arasındaki ikiliği göstermek için de kullanılır. Kur’an’da olduğu gibi İncil’de de beyaz kötülüklerden arındırılmış, saf bir zihni temsil eder, masum ve zararsızdır. Beyazla ilgili diğer anlamlar temizlik, bekâret, öncelik ve kutsallıktır.”10 Hem İslam öncesi Arabistan’da hem de Müslümanlığın doğuşundan itibaren, Sünnilik ve Câferîyye Şiîliği mezheplerine göre İslam’ın beş şartından biri olarak kabul edilen Hac ibadeti sırasındaki giyim için en uygun renk olarak beyaz seçilmiştir. Böylelikle beyazın sembolik anlamları ile Müslümanlığın inanç evreni arasında güçlü ikonografik bağlantılar da kurulmuş olur. Hac sırasında Müslüman erkekler, Allah’ın huzurunda sosyoekonomik veya dini farklılıkları olmaksızın eşitliklerini ve alçakgönüllülüklerini ifade eden, saflıklarını ve arınmışlıklarını yansıtan, dikişsiz iki kumaştan oluşan “ihram” adı verilen beyaz elbiseyi giyerler.11