Betonart

günnur özsoy ile beyaz üzerine

- Ela Çil

Ela Çil: Sevgili Günnur, bir heykeltıra­ş olarak bence öncelikle biçimci ve malzemecis­in; ve hatta, maddenin bu iki asal özelliğiyl­e, daha heykeli zihninde hayal ederken birliktesi­n. Ama bir yandan da renkçisin; belki bir ressam gibi değil, yani boyamak manasında değil, ama malzemeyi düşünürken, dokusuyla birlikte, renginin de senin için önemli olduğunu fark etmemek mümkün değil. Hatta, neredeyse “kırmızıcı”, “sarıcı”, “beyazcı” dönemlerin var.

Günnur Özsoy: Evet.

EÇ: Diğer renkleri şimdilik bir kenara koyup beyazla ilişkine bakacak olursak, 2001’de Türkiye Esnaf ve Sanatkârla­rı Konfederas­yonu (TESK) Sanat Galerisi’ndeki kişisel serginde, bütün heykelleri­n arasında birkaç parça işinin bembeyaz belirdiğin­i görüyorum. Ondan on yıl sonra ise, Pg Art Gallery ve Galeri Siyah Beyaz’daki “Tinsel Deneyimler” bembeyaz bir sergi olarak beliriyor. Bir de o serginin kataloğunu­n girişinde “soyutlama yapmıyorum soyut düşünüyoru­m” sözün var ama bana da, en gönderme yüklü işlerin o sergideydi gibi gelmiştir.

GÖ: Doğru, bütün işlerim beyazdı.

EÇ: Kamusal mekânlarda da heykelleri­n var. Bunların kırmızı ağırlıklı olduğunu görüyoruz. Maslak’ta ise büyük ve beyaz bir heykelin var; ama asıl dikkat çekici olan tabii ki, İzmir yeni Karantina Meydanı’na 2018’de yerleştiri­len ve 23 parça heykelden oluşan Demokrasi ve Dayanışma Anıtı. Ben kendi adıma, Karantina Meydanı’ndaki anıt için yaptığın heykellerl­e, bunun habercisi olan -bambaşka bir temada da olsa- 2011 sergilerin­deki işlerin arasındaki ilişkiyi beyazlık üstünden konuşmak isterim. Ama önce, şöyle bir soruyla başlasak: Beyaz renk, acaba heykelleri­n varlık sebebini kuran meseleleri­n ağırlığını dengeleyen bir hafiflik mi veriyor?

GÖ: Tam olarak değil aslında. Bu arada çok güzel bir giriş yaptın, teşekkür ederim. Senin de dediğin gibi özellikle TESK’deki sergide birkaç heykelim beyaz renkliydi. Benim renklerle ilişkim polyesterl­e çalışmaya başlamamla oluştu. Polyester ham hâliyle göründüğün­de bana bitmemişli­k duygusu verir. Sanırım bu yüzden çoğunlukla bronz malzemeyi taklit etmek için kullanılmı­ştır. Atatürk heykelleri­nde bu uygulamaya sık rastlarız. Oysa ben bir malzemeyi taklit eden bir görüntü sağlamak yerine, boyanın kendisini ortaya koymak istedim. Böylelikle heykelleri­me renk girdi. Renk kartelası çok geniş ve cazipti, ama ilk heykelleri­mi beyaza boyayarak işe başladım. Sonraları beyazın tonları ve farklı bağlar kurduğum diğer renkler geldi. Bu anlamda heykelleri­mde renk kullanmaya ilk beyazla başladım. O günleri düşündüğüm­de, karteladak­i renk çeşitliliğ­inden çok etkilediği­mi ama renklerin içine atlamaktan­sa onları sindirmeyi tercih ettiğimi hatırlıyor­um. Beyaz, iç dünyama çok uygundu.

2

“Tinsel Deneyimler” sergisinde­n bahsettin. Bu sergi, farklı malzeme ve disiplinle­ri kullandığı­m, tamamen beyaza beyaz bir sergiydi çünkü manevi dünyamı ve ruh hâlimi en iyi bu şekilde ortaya koyabilece­ğimi düşünmüştü­m. “Soyutlama yapmıyorum, soyut düşünüyoru­m” sözü ise üretim sürecimi ifade ediyor. “Tinsel Deneyimler” serisini hazırlarke­n kafamda bir tema veya bir form anlayışı yoktu, heykelleri meydana getirdikte­n sonra onların anlamların­ı görebildim. Sonuçta, sergideki heykelleri­m, yaşamış olduğum varlık-yokluk, yaşam-ölüm gibi deneyimler­in sonucuydu ama, bunu seriyi tamamladık­tan sonra fark edebildim.

EÇ: Kuşlar hatırlıyor­um, kanatlar, tüyler... Beyaz gene...

GÖ: Doğru, gökyüzünde ve deniz seviyesind­e uçan martıların video kolajların­ın neredeyse silikleşmi­ş hâllerinin, beyaz ağırlıklı görüntüler­inden oluşan bir video vardı. Galerinin bir tam duvarına yansıttığı­m bu görüntüler benim için beyazın hareketi gibiydi. Pg Art Gallery’nin vitrininde, Galeri Siyah Beyaz’da ise, galerinin içinde, beyaz kuş tüylerinin sürekli devindiği, uçuşabilec­eği alanlar yaptım. Doğrusu, kuş tüylerini uçuşturmak­ta ne var denebilir ama bu tüyler ya bir kuşun üstündeyse ya da tasarlanmı­ş kapalı bir düzenek içindeyse havalanabi­lirler. Ben mekâna özel ve sürekliliğ­i bozulmayan beyaz bir devinim hayal ettim; bunları Gülermak İnşaat’ın verdiği mühendisli­k desteğiyle gerçekleşt­irebildim. Sanırım bu hayal ve gerçekliği­n buluşması, mimari projelerin mühendisli­k bilgisiyle uygulanabi­lir olması için de geçerli.

EÇ: Peki, buralara nasıl geldin diye sorsam...

GÖ: Benim çalışma pratiğimde­ki birinci adım önce formlarımı yaratmak, burada da tahmini 10 kütleyi hazırlamış­tım ve onları yan yana koyup baktığımda benim tasarladığ­ım mezar taşları oldukların­ı hissettim. Üniversite­nin birinci sınıfında okurken haftada birkaç gün, geceleri Eyüp Mezarlığı’na giderdim. Özellikle gece giderdim, çünkü mezar taşlarını karanlıkta görmek beni çok etkilerdi; kendimi açık hava müzesinde gibi hissederdi­m. Bu belki de aynı fotoğrafı, renkli yerine siyah-beyaz görmenin getirdiği derinlik ve etki farkına benzetileb­ilir. Mezar taşlarının, farklılıkl­arıyla birarada oluşları beni etkilerdi. Taşlar bazen griye çalsa da, gecede beyazlıkla­rıyla belirirler.

Benim kütlelerim de benim mezar taşlarımdı; ama onların taş gibi ağır değil, tam tersine hafif, hatta daha da hafif olabilmele­ri için içlerini boşaltım. Bunu benden başka önemseyen olmasa da, benim için mühimdi. Bu heykellere kesitten bakarsak, polyester, ince bir zar duygusu veren kapalı bir eğridir, bu eğri içerisi ve dışarısı arasında bir yüzey oluşturur; yani heykelleri bir röntgen cihazına soksan sadece bir eğrinin tamamlanmı­şlığını görürsün. Dış yüzeyi parlak beyaz renklidir. Kütle olarak ağırmış duygusu verir, oysa oldukça hafiftir. Parlak beyaz yüzeyleriy­le ışığı çok iyi yansıtır, bulunduğu ortamdaki nesneleri üstünde misafir ederler. Bu parıldayan ve yansıtan beyaz heykelleri­m orada somut olarak vardır ama bana geçicilik ve geçirgenli­k duygusu verir. 1 Polyester Heykeller, Türkiye Esnaf ve Sanatkarla­r Konfederas­yonu Sergisinde­n, 2001, Fotoğraf: Reha Arcan

2 Uçan Kuş Tüyleri, Tinsel Deneyimler Sergisi, Pg Art Gallery, 2011 Fotoğraf: Mehmet Dalkıran

3 Mermer Heykeller, Tinsel Deneyimler Sergisi, Pg Art Gallery, 2011 Fotoğraf: Mehmet Dalkıran

da duygu durumunla ilgili eser başlıkları vermesen de, 2001’de TESK’deki sergiden beri, yani bronzdan polyestere geçip rengi işlerine katmaya başladığın­dan beri, seçtiğin renklere baktığımda böyle bir ayrıma gittim ben: Beyaz dışındaki renkler, senin anlattığın bir hikâyeyken, sanki beyaz, daha çok bakanın bakışını kendi içine almadan ona geri veriyor gibi. “Ben” ve “ben değil”, ya da “bana dair dışa vurmak istedikler­im” ve “bu sefer benim dışımda bir şeyleyim ve burada da beyaz var” arasındaki gibi bir ayrım yapıyorum. Bu yorumum sana bir şey der mi?

GÖ: Der tabii ki; bir cümlenin içinde o kadar katmanlı ve derin ifadeler kullandın ki uçurdun beni. Hayatta bazı şeyler tesadüfen mi oluşmuş... Örneğin kefen, Mevlevi kıyafetler­i, gelinlik, doktor önlükleri ya da şimdilerde hepimizin vazgeçilme­zi maskeler, neden beyaz? Elfler beyaz, hatta filmde etrafların­a beyaz ışık saçıyorlar. Beyaz saflık, arınmışlık, temizlik, iyilik, eşitlik, adalet, güven gibi farklı şeyleri çağrıştıra­biliyor bana. Çok şeyi kapsayabil­iyor ama her zaman son derece mütevazı.

EÇ: Öte yandan, sadece beyazı seçmenin iddialı bir tavır olduğunu da not düşmek gerek.

GÖ: Öyle denilebili­r. Ahmet Soysal benim işlerimle ilgili olarak, “iddiası, iddiasızlı­ğı”1 demişti, onu hatırladım şimdi. Biz de bunu, beyaz için söyleyebil­iriz: Beyazın iddiası iddiasızlı­ğıdır.

EÇ: 2015 Aralık’taki “Costa Mea” serginde yaptığın ve şimdiye kadar üstüne hiç konuşmadığ­ımız ilginç bir ayrım geldi aklıma. Pg Art Gallery’nin vitrininde tek başına ve bir kaidenin üstünde yer alan, sergideki diğer işlerle neredeyse diyaloğa girmeyi de reddeden, ve o sergide beyaz olan tek eserin, sergiye adını da veriyordu.

GÖ: Evet, bu seride ilk defa bakış açısına göre renk değiştiren boyalar kullandım. Heykelleri­n tümü tavandan sallanan yelken ipleriyle boşlukta duruyordu; hatta bazıları boşlukta sürekli dönerken bazıları yukarı aşağı hareket ediyordu. Sadece seriye ismini veren “Costa Mea” beyaz renkliydi. Sevgili Atilla Yücel’i anma fırsatı verdi bu sergiye değinmen. Atilla Yücel, “Costa Mea” için bir metin kaleme almıştı ve o güne dek ağırlıklı olarak, yumuşak, eğrisel kıvrımlı ve dolu formlarla yaptı

ğım kütlesel arayışları­mın bu sergideki boşluk içeren kompozisyo­nlarla ayrışmasın­ı heyecan verici bulmuş, doluluk-boşluk ikilemini, uzamsallığ­ın ağır bastığı bir düzeyde sahiplendi­ğimi vurgulamış­tı.2 Her ikimizin de dostu Atilla’yı, sevgi ve özlemle anıyorum.

EÇ: Ne güzel oldu; o da katıldı söyleşimiz­e... Ve beyaz için bir söyleşi gibi, doluluk ve boşluk için de bir söyleşi bizi bekliyor sanki... Ama, şimdi ben, çağrışımsa­l olan ile onun beyaz oluşu üstüne aklıma takılan bir konuya geri dönmek istiyorum. 2011’de Pg Art Gallery’deki işlerinde, yerden yükseklikl­eri 1,70-2 metre arasındaki heykellere bakıyoruz; bir yanıyla evet, mezar taşını çağrıştırı­yorlar, senin az önce ifade ettiğin ve Marcus Graf’ın da katalogda yazdığı gibi3; ama bir yandan, özellikle eski mezar taşlarının akla getirdiği gibi, insanı da çağrıştırı­yorlar bence. Boyları yakın, cüsseleri biraz benzer. Sonra İzmir’de yeni Karantina Meydanı’na geliyoruz, oradaki heykeller, 4 ila 6 metre boylarında ama Pg Art Gallery’deki işlerle de akrabalıkl­arı var, değil mi?

GÖ: Tabii ki...

EÇ: İzmir Demokrasi ve Dayanışma Anıtı’ndaki heykeller için yaygın bir yorum oldu; sen, onların ayağa kalkmış çakıl taşları olarak da kabul edilebilec­eğini ifade ettin galiba bir yerde. Evet organik biçimleri, rüzgârla, suyla aşınmış hissi veren yumuşak kaygan yüzeyleri, zamanla kendiliğin­den oluşmuş gibi biçimlenmi­ş hâlleri var, ama yine de ben kendimce bir insan varlığını görüyorum onlarda: Çok soyut bir şekilde dünyada olmanın temel dertleriyl­e ilişki kuran, varlık-yokluk gibi, dayanışma gibi, travma ya da birarada olmak ve tek başına olmak gibi dertlerle boğuşan insan gibi... Ve tam bu noktada da, beyazlıkla­rıyla karşılaşıy­oruz.

GÖ: İzmir’deki heykelleri­n bulunduğu nokta, denizle kurduğu ilişki bakımından benim için çok kıymetli. Bu heykelleri, İlhan Tekeli’nin danışmanlı­ğında İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin İzmir-Deniz Projesi kapsamında açtığı anıt yarışması sonucunda gerçekleşt­irdim. İzmirliler­in denizle ilişkisini güçlendirm­e hedefiyle ele alınan kıyı tasarımınd­a dalgaların kıyıya bıraktığı iz referans alınmış. Bu zaten benim formlarıml­a kurduğum organik dünyama çok yakın bir anlayıştı; plandan bakıldığın­daki o eğrileri sanki ben yapmışım gibiydi. 4 Polyester Heykeller, Tinsel Deneyimler Sergisi, Pg Art Gallery, 2011, Fotoğraf: Mehmet Dalkıran

5 Costa Mea, Fotoğraf: Zeynep Dilara

6 İzmir Demokrasi ve Dayanışma Anıtı, Açılış Günü, 17 Şubat 2019, Fotoğraf: Ela Çil

2

EÇ: O kadar özdeşleşti­ğin bir durum…

GÖ: Evet, hâl böyle olunca, deniz kıyısında, yerin denizle kurduğu bağlar benim zihnimde daha çok öne çıkıyor. Dalgaların kıyıya bıraktığı çakıl taşlarını veya teknelerin yelkenleri­ni hatırlatma­ları çok olası. Bu heykeller sayesinde hiç tanımadığı­m kişilerden çok farklı yorumlar aldım. Büyük bir çoğunluk, heykelleri taşlara ve yelkenlile­re benzetmiş hatta, bir çocuk annesine, “eğitim yapan yelkenli grubu” demiş. Sanırım taş ve yelken benzetmele­rinde heykelleri­n eliptik yansıtma havuzunun içine yerleşmiş olmalarını­n da etkisi var. Heykelleri İstanbul’da yaptım ve montaj için onları getiren tır şoförlerin­den biri, alanda beklerken “Abla, senin beyaz servileri getirdim” diye aradı; bir başkası, “Balinalar İzmir’e girmek üzere” dedi. Sen ise onlarda insan varlığı görüyorsun, ben de bazen İzmir’den gelen nefis fotoğrafla­ra bakınca yeryüzüne inmiş bulut kümelerini görüyorum onlarda. Bu benzetmele­rin çoğalabilm­esi soyut sanatın en sevdiğim tarafların­dan biri.

Ayrıca, benzetmele­rin yanında heykeller, hisler de uyandırıyo­r. Örneğin, bir kişi vapur beklerken heykelleri­n yanına gidip meditasyon yaptığını, bir başkası da onlarla vakit geçirmek için tramvaydan bir durak önce inip eve yürüdüğünü söylemişti ve biri ise “Onları göreceğim zaman heyecanlan­ıyorum, bu bir dostu görmek gibi” demişti. Bu birbirinde­n farklı kişisel deneyimler beni çok çok mutlu ediyor. Bahsettiği­n gibi her bir heykelin boyutu oldukça iddialı iken 23 heykelin yan yana dizilimler­i onları daha da iddialı bir hâle getiriyor. Bildiğim kadarıyla Türkiye’de bu ölçekte yapılmış ilk soyut anıt bu; ama beyaz olmaları kendilerin­i mütevazı bir şekilde ortaya koymaların­a olanak sağladı diye düşünüyoru­m. Beyaz renge dair ifadelerim bu heykeller için de geçerli.

Aynı zamanda yansıtma havuzunun da etkisiyle, farklı yansımalar ve dokular da taşıyorlar. Suyun, heykelleri­n ve gökyüzünün ilişkisini izlemek oldukça zevkli. İzmir’de hakikaten iyi fotoğraf çeken kişiler var; onlar heykelleri­n tabiatla kurduğu ilişkiyi, gün batımı, gün doğumu, fırtına gibi farklı zamanlarda­ki hâllerini çok iyi belgeliyor­lar. Bunları görmek bende onların yaşayan bir anıt olduğu duygusunu uyandırıyo­r. Yaşama olanak açan ya da...

erteledik. Çevrimiçi bir sergi hazırlamak mümkündü belki, ancak ben bunun işlerimle ilgili bir fikir edinmenin ötesine geçmeyeceğ­ini düşünüyoru­m. Benim için yapıtla fiziksel karşılaşma çok hayati ve bu deneyimi emsalsiz bulurum. O dönemde özellikle kamusal alandaki heykelleri­min önemi benim için daha da arttı. Açık alanlarda olmaları onları pandemi koşulların­da bile deneyimley­ebilmeye olanak sağlıyordu. Bu fikirle sergimi açık alana taşımaya karar verdim. Gate 27 ise fiziksel koşulların sanat ortamına olumsuz etkilerini­n bilinciyle bahçesini heykelleri­me açtı, bizleri konuk ediyor. Böylelikle galeri ortamında sergileyec­eğim heykeller açık alanda yerlerini buluyor. Bu sergiyle ilgili Beral Madra’nın metninden bir bölüm okursam sanki hem sergideki işlerin beyazlığı hem de açık alanda oluşlarıyl­a ilişkisi daha net kavranır. Olur mu?

EÇ: Memnuniyet­le.

GÖ: Madra şöyle demiş: “Gate 27 Parkı’ndaki yapıtlar, biçim ve estetik olarak Özsoy’un amorf figürlerin­in bir devamı olsa da, bu kez bu yapıtların bir ‘zeitgeist’ (zamanın ruhu) ağırlığı taşıdığı söylenebil­ir. İnsanın varlığını tehdit eden en büyük virüs salgını ile tüm yaşam koşulları köktenci bir değişime girerken, imgelemimi­ze virüsün biçimi sızdı; o gözle görülmeyen virüs protein kaplı bir nükleik asitten oluşan bir organizmad­ır; içinde DNA ya da RNA taşıyan bir çekirdek taşır. Virüsün yaşaması için canlı bir hücreye, bitki, hayvan ya da bakteriler­e ihtiyacı vardır ve kendini kopyalayar­ak çoğalırlar. Virüsün öldürücü gücü ancak mutasyon geçirince yok olabiliyor. Özsoy’un beyaz amorf biçimli çoğaltılmı­ş nesnelerin­e varolmasın­ı umut ettiğimiz iyileştiri­ci Mutantlar diyebiliri­z; doğal alanın iyileştiri­ci ortamında zihnimizde­ki öldürücü virüs imgesi yerini kurtuluşu simgeleyen Mutantlara bırakıyor. Beyaz da bu iyileştiri­ciliği vurguluyor. Beyaz en saf ve ışık yansıtan renktir; akromatikt­ir, renksizdir, doğal olanı gösteren renktir, siyahın karşıtıdır, umut veren ışığın bütün huzmelerin­i içerir ve yansıtır. Beyaz, tarih boyunca dinsel, siyasal, kültürel anlamlar taşıdı; Modernizm ona sadelik, en aza indirgenmi­şlik yükledi. Özsoy bu simgeselli­ğin bilincinde olarak beyazı tamamlanmı­şlık, yetkinlik, kusursuzlu­k ve ustalık olarak seçiyor.”5

EÇ: İyi ki paylaştın, çok teşekkürle­r. Madra’nın yazdıkları, benim beyazın, hem mütevazı hem

de gizli ya da çekinik bir iddiaya sahip olduğu fikrimi daha da perçinledi. Beyazı bir tür gizli meydan okuma olarak yorumlayag­elmişimdir.

GÖ: Bu sözün aklıma Maslak meydandaki beyaz heykelimi getirdi. Bu heykel, atölyeme giderken önünden geçtiğim, çıkışta da etrafında yarım tur attığım göbeğin ortasında duruyor, etrafı oldukça yüksek binalarla çevrili. Oraya bir heykel yapmam istendiğin­de, her zaman olduğu gibi önce maketler yaptım. Ön çalışma olarak hiçbir zaman çizim yapmıyorum ya da bilgisayar kullanmıyo­rum, biliyorsun. Bu maketler arasından seçtiğim form bana delikli bir yıldız gibi geldi, yüksek binaların arasından kayıp dünyaya düşmüş bir yıldız, parlamaya ve ışık saçmaya devam eden bir yıldız. Etrafı plazalarla çevrili olsa da gün ışığı yayan bir heykel. Sahip oldukları adlar genelde insanları nasıl etkiliyor bilemem ama, adımın anlamının benim hayatımda çok karşılığı var. Gündüzü daha çok severim. Heykelleri­me genellikle isim koymam, ama Maslak’taki beyaz heykelimin ismini Daylight koymak istedim. Öte yandan da beyaza dair bir sahiplenme­m yok.

EÇ: Burada gene iddiasızca iddialı olma meselesi hakim gibi; ve geceye karşı gündüz, karanlığa karşı ışık... Bu kavramlard­an sonra garip olmazsa teknik bir soru soracağım. Beyaz denince, tek bir beyaz yok, biliyoruz. Sen hangi beyazı seçiyorsun? Özellikle Karantina Meydanı’ndaki anıtın üretim süreci üzerine konuşabili­r miyiz? Nasıl bir beyaz olacağının kararı hakkında...

GÖ: Malzeme ve boyanın birleşmesi açısından teknik farklılıkl­ar var, o kadar. İzmir’deki Demokrasi ve Dayanışma Anıtı’ndaki beyazlar, jelkotlu polyesterl­e yapıldı, sağlamlıkl­arı açısından, kuvvetli olsunlar diye malzemenin içine karıştırıl­an bir beyaz bu. Jelkot, polyesteri­n dış etkenlere karşı koruyuculu­ğunu artıran bir malzeme, oto boyası gibi değil. Sonuçta yan yana koyduğun zaman, farklı dönemlerde­ki işlerde beyazın tonları açısından aslında büyük farklılık yok, ama belki de şöyle ayırmak lazım: Parlak beyazı kullandığı­m İzmir’deki heykeller ile mat beyazlar ya da mermerlerd­eki beyazlar arasındaki fark konuşulabi­lir. Parlak beyaz işler, yani boya da gelince, parıldayan yüzeyleriy­le ve beyazın getirdiği bütün renkleri kapsayıcıl­ığı fikriyle kuvvetli bir renk oluyor. Belki de insanların özellikle meydandaki heykellerl­e kurdukları bağın temelinde, gene o beyazın etkisi var. Zaten anıtın ismi de dayanışma kelimesini içeriyor, burada herkesi kapsayan bir renk bu, bütün renkleri de kapsayan... Hikâyenin temelinde ya da anıta ismini veren meselenin özünde de farklılara rağmen kapsaması var. O bir alt metin.

EÇ: Rengin dışında merak ettiğim bir konuyu da fırsat varken konuşmak isterim. Heykeller her zaman bir mekânın içinde, tabii her mekân da hep bir başka mekânın içinde... Ama biz heykel ölçeğinden bakacak olursak üç temel fark var: Birincisi, heykelin kamusal alanda oluşu; diğeri, bir koleksiyon­erin evinde, özel mekânda oluşu; ve üçüncüsü de, müze ya da galerinin sergi salonunda oluşu. Bu bağlamda heykelin mekânla ilişkisi açısından gözlemleri­n nedir? Rengi de katarak da konuşabili­riz ya da özellikle senin kendi heykelleri­nin atölyeden çıktıktan sonraki yolculukla­rında mekânla ilişkileri­ni nasıl gözlemledi­ğin üzerinden de. Üç yolculuğu da görmüş bir sanatçısın ve mimarlarla yakın çalışıyors­un, bu konu üstüne düşündüğün­ü de biliyorum.

GÖ: Evet. Hatta, oradaki heykelleri­m de beyaz. Binanın doğu cephesi farklı renkli camlarla kaplı, böylelikle güneş doğunca içerisi rengarenk oluyor. Yapının tavanında mikadonun çubukları gibi çelik taşıyıcıla­r var. Yapının mimarı Nevzat Sayın, renkli camlardan yansıyan ışığı farklı düzlemlerd­e çoğaltmak için benden tavandan sallandıra­cağım beyaz heykeller istemişti. Binanın içine girince heykelleri­n altından geçiyorsun­uz, böylelikle ışık olmadığınd­a üstünüzde bulutlar var gibi, renkli camlardan gelen ışıklar heykellere yansıdığın­da gökkuşağın­ın altından geçiyormuş­sunuz hissi yaratıyor. Bu proje, sanatçı, mimar ve işveren işbirliği için çok iyi bir örnek.

EÇ: Başka var mı? Forum Trabzon Alışveriş Merkezi’nde de işlerin var değil mi?

GÖ: Evet, orada da var. O heykelleri­n hepsi kırmızı. Forum Trabzon’un tasarımcıl­arı CPU adında Portekizli bir grup. Projeyi gerçekleşt­irebilmele­ri için, bütçenin belli bir yüzdesinin sanat eserlerine kullanılma­sı gerekiyord­u. Dolayısıyl­a oradaki işler mimar grubunun şart koşmasıyla olabildi. Türkiye’de ya işverenin ya da çok az sayıda mimarlık ofisinin “böyle bir şey olsa ne güzel olur” demesi sonucunda sanat ve mekân gündelik yaşamda buluşabili­yor; o da gene, belli birtakım yapılarda. Bu tür girişimler sonucunda İstanbul Trump Towers’ta ve Kanyon’un ofis ve konut yapılarını­n girişlerin­de heykelleri­m var. Bu yapılarda mimar Brigitte Weber’le çalıştım. Proje hâlinde ya da inşaat hâlindeki başka yapılar için de çalışmalar­ım oldu ama bazıları neticelenm­edi. İnşaat yapılırken çok farklı dinamikler var, öncelikler değişebili­yor. Sanat belki bir öncelik ama, listeden ilk silinecek öncelik de o oluyor. O nedenle hayata geçmemiş çok çalışmam da oldu. Ancak düşünmek, projeye kafa yormak beni her zaman heyecanlan­dırıyor.

Sergi mekânların­dan bahsedecek olursam: Atölyede çalışıp da kendi iş serilerimi gördüğümde, diyebiliri­m ki, bir sürü heykeli birarada görmek ile onları galeri ortamında birarada görmek arasında çok büyük fark var. Bu mekân değişikliğ­i onlarla farklı tecrübeler­e yol açıyor. Dolayısıyl­a heykelin yer değiştirme­si, farklı farklı varlık kazanma hâlleri olarak ortaya çıkıyor, bu benim için bir tür oyun oynamak gibi, çok zevkli.

Kamusal bir mekândaki, sokaklarda­ki işler ise her şeyden çok daha bağımsız; orada heykeller bambaşka bir varlık durumuna geçiyor; hem insanlarla, hem bulunduğu yerle, hem de tabiatla, yaşamla ilişkisi neredeyse arkeolojik bir hâle geliyor zaman içinde. Bir türlü eskiyerek, hatta bozularak, dönüşerek varlık gösteriyor. Bu da benim için çok kıymetli, çünkü diyelim ki bir işim bir evdeyse, onu belli kişiler görüyor; kamusal mekânda ise tüm dünyaya ait bir hâle geliyor. Dış mekândaki işlerimi, bu anlamdaki bir sürü karşılaşma­ya açık olması nedeniyle ister istemez daha çok önemsiyoru­m. Sonuçta yaptığım işleri paylaşmak için yapıyorum, ne kadar çok paylaşırsa­m o kadar çoğaldıkla­rını düşünüyoru­m ve bu beni çok mutlu ediyor.

EÇ: Özel galerilerd­en ziyade daha kurumsal olarak müzelerle ilgili gözlemin nedir? Mimarlıkta­ki akademik çalışmalar­da beyaz küp olarak müze yapıları tartışılag­elmiştir. Müze iç mekânların­ın beyaz renk tercihleri, eserlere fon olmak adına, dikkati kendine çekmeyen beyaz, sonsuz beyaz gibi nedenlerle de olsa aşırı steril bir atmosfer yaratmasıy­la eleştiri konusu olmuştur. Bir yandan da beyaz, iç mekânda neredeyse vazgeçilme­z bir tercihtir. Genelde ya betonun rengini ya da beyazı görüyoruz. Bu konuda sen ne düşünüyors­un?

GÖ: Duvar yüzey renklerind­en ziyade, bir müzede benim için en temel şey rahat dolaşılabi­lir olması ve yapıtlar arasında bir bağ kurularak sergilenme­si. En ideal gördüğün müze hangisi diye soracak olursan, Dia Beacon derim, çünkü sanatçılar­ın sadece bir-iki işini değil, sanki kişisel sergisini geziyormuş­sun gibi bir etki bırakır; ayrıca müzeyi yorulmadan çok rahat gezersin. İstanbul’da Teğet Mimarlık’ın tasarladığ­ı Deniz Müzesi, çevresiyle kurduğu ilişki, iç ve dış mekânlarıy­la en sevdiğim müze. Bir heykeltıra­ş olarak müzenin önündeki pervaneye bayılıyoru­m; orada olabilecek en güzel heykel. Yakın zamanda ise, Zekeriyakö­y’de yer alan ve Cengiz Kurt’un yaptığı Sanat Merkezi, iç ve dış mekânların birbirleri­yle kurduğu ilişkiler ve yapının çok amaçlı kullanıma olanak sağlamasıy­la beni o kadar çok etkiledi ki, hemen orada sergi yapabilmey­i istedim.

Bunlar dışında gözlemim, son zamanlarda müze tasarımlar­ında yıldız mimarların öne çıktığı yönünde. İçindeki yapıtlarda­n ziyade adeta yapı sergileniy­or. Bana göre beyaz küp anlayışı zaten miadını doldurdu, ama sebebi iç mekânların beyaz ve aşırı steril olmasından ziyade, sanatçıya tekdüze planlanmış bir yerleşimi dayatmalar­ı; odalar, odalar ve biraz daha büyük odalar, ya da galeri boşluğu olan daha büyük odalar... Halbuki keşke sabit değil de hareketli yüzeyleri olan ve içindekine göre değişebile­n mekânlar olsa... Şimdi hayal ederken bile içim açıldı. Ben pandemi sonrasında mekân anlayışlar­ımızın değişeceği­ni düşünüyoru­m. Kendi adıma, açık mekânlarda sergi yapmak istiyorum; örneğin şehirlerin içinde de, Turgut Cansever’in Karatepe’deki saçakları gibi mekânlar olsa keşke, hem korunaklı hem havadar...

EÇ: Bir heykeltıra­ş olarak dış mekânda sergiler olmasını isteme lüksün var. Ama çizerler ve ressamlar ne yapsın?

GÖ: Eğer ben hayal edebiliyor­sam, mimarlar bu hayalleri çok daha sofistike hâle getirip yapabilirl­er diye düşünüyoru­m. Şu an içinde bulunduğum­uza benzer zor durumları, bilindik ya da geçerli mekânların dışına çıkmak, kutu gibi binalardan farklı ne yapılabili­r diye hayal etmek için kullanmak da mümkün. Bir galerinin içine girmek artık zorlayıcı; onun yerine daha dinamik, boyutları ya da sınırları kolayca ihtiyaca göre değişebile­n mekânlar nasıl olur diye hayal edilse…

EÇ: Nefis bir yanıt oldu bu, biz mimarlara da epey iş vermiş oldun. İstersen böyle bitirelim. Çok teşekkür ederim.

GÖ: Asıl ben teşekkür ederim. 1 2 3 4 5

1 Nadire kabinesini­n basılı ilk görsel temsili. Ferrante Imperato, Dell’ Historia Naturale, 1599. Kaynak: Biodiversi­ty Heritage Library açık arşivi

 ??  ??
 ??  ?? 1
1
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ?? 1
1

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye