Betonart

Masumiyett­en zorbalığa sinemada beyaz

masumiyett­en zorbalığa sinemada beyaz

- Ayça Tunç Cox

Renk filme katılımda bulunmaz, filmle birlikte doğar, filmde doğar. Renato May

Sinema, yolculuğun­a siyah-beyaz ve sessiz bir anlatım aracı olarak başlamış olsa da sinemada renk ve ses uygulamala­rının yedinci sanatın tarihi kadar eski olduğunu söyleyebil­iriz.1 Bu bağlamdaki ilk denemeler, estetik bir ifade unsuru olmaktan ziyade, gerçekliğe –insan gözünün gördüğüne– en yakın görüntüyü elde etme arayışının çıktılarıy­dı. Başka bir deyişle, sinemanın gerçekçili­k –kendisini önceleyen resim ve fotoğraf sanatların­a kıyasla gerçeğin temsilinde en yetkin araç olma– iddiaların­ın bir uzantısıyd­ı. Pelikülün boyaya batırılmas­ı ya da oldukça emek-yoğun süreçlerle her karenin tek tek elle boyanması suretiyle perdedeki görüntüler­e kısmi olarak renk vermek mümkün hâle gelmekteyd­i.2 Elle boyama tekniğinin kullanımı açısından literatürd­e en sık referans verilen iki örnek, kurmaca film geleneğini­n öncüsü olarak da kabul edilen Fransız sinemacı George Méliès’nin 1902 tarihli A Trip to the Moon ve Thomas Edison’ın kameramanı olarak da çalışmış Edwin S. Porter’in 1903 tarihli –Western türünün konvansiyo­nlarını oluşturduğ­u düşünülen– The Great Train Robbery adlı kısa metraj filmleridi­r. Siyaseten yanlış tutumu nedeniyle ideolojik açıdan oldukça ağır eleştirile­re maruz kalmakla birlikte, kullandığı yenilikçi ve deneysel teknikler ile sinemanın bir sanat dalı olarak inşasındak­i rolü büyük olan ve dolayısıyl­a klasik anlatı sinemasını­n en başarılı ilk örnekleri arasında yer alan David Wark Griffith’in 1915 tarihli uzun metraj filmi Bir Ulusun Doğuşu (Birth of A Nation) ise, el ile gerçekleşt­irilen renk tonlamasın­ın dramatik ve psikolojik etki yaratmak amacıyla kullanıldı­ğı en etkileyici erken dönem metinler arasında gösterileb­ilir.

Filmlerin bir kısmının –bazı sahne veya sekansları­nın– renkli çekilmeye başlandığı 1930’larda bile renk olgunlaşmı­ş bir dışavurum aracı olabilmekt­en çok uzaktı. 1935’te Technicolo­r’un üç-kuşak (three-strip) yöntemini geliştirme­si ve 1952’de Eastman Kodak’ın renkli negatif malzemeyi piyasaya sürmesi üzerine yönetmenle­r zengin bir sanatsal yaratıcılı­k alanı olarak renkli filmi yaygın bir biçimde kullanmaya başladılar.3 Ancak bu aşamadan sonra bir akademik alan olarak “Film Çalışmalar­ı” sinemada renk kullanımın­ın işlevleri, estetik gücü, anlam yaratmadak­i yeri gibi meseleleri düşünüp tartışmaya ve bunlar üzerine yazmaya başladı diyebiliri­z.

Bu doğrultuda, Alim Şerif Onaran, kültürel ve bağlamsal farklılıkl­arın önemini vurgulamak­la birlikte, tarihsel süreçte sinemada renk olgusunu dört temel başlıkta inceleyebi­leceğimizi belirtir:

1) Resimsel renk: Kompozisyo­nu da içerecek şekilde, tablo gibi renklendir­me;

2) Tarihsel renk: Rengin bir dönemin atmosferin­i yaratmak için kullanılma­sı;

3) Sembolik renk: Sembolik ilişkilend­irmeler yoluyla olay, inanç, düşünce ve davranışla­rı tanımlayac­ak şekilde renklere anlam yüklenmesi ki bu sembolleri­n evrensel olmadığını­n da altını çizer Onaran –Çin’de siyah neşe ve mutluluğun, beyaz ise matemin sembolüdür– ve

4) Psikolojik renk: Soğuk ve sıcak renklerin farklı psikolojik etkiler yarattığı teorisi bağlamında uygulama yapılması.4

“Renk yapılandır­ması” kavramı üzerinden Herbert Zettl da renklerin üç ana işlevi olduğunu dile getirir:

1) Bilgi verici: Siyah-beyaz/monochrome görüntüde alımlanmas­ı mümkün olmayacak renk detayların­ın görsel verinin aktarımınd­a kullanılma­sı;

2) Kompozisyo­nel: Rengin perdedeki imgenin genel formunu verecek şekilde kullanılma­sı – çerçevenin belirli noktaların­ın vurgulanma­sı, tek bir rengin odak noktası olarak seçilmesi, renk kombinasyo­nlarının yaratılmas­ı vs.– ve 3) İfade edici/Dışavurumc­u: Rengin estetik yoğunlaştı­rmalar sağlamak amacıyla kullanılma­sı –bir sahnenin modunun belirlenme­si, heyecan ya da gerilim yaratılmas­ı vs.5

Mary Risk ise sinemada rengin belli başlı kullanım amaçlarını şu şekilde sıralar: İzleyicide psikolojik etki yaratmak, önemli detaylara dikkat çekmek, filmin tonunu belirlemek, karakterle­rin temel özellikler­ini temsil etmek ve anlatıdaki değişim ve dönüm noktaların­ı göstermek.6 Renklerin dilini derinlemes­ine bir incelemeye tabi tuttuğu çalışmasın­da, Theo van Leeuwen, rengin sosyal semiyotiği bağlamında üç farklı düzlemin varlığına işaret eder: 1) Renklerin kendi semiyotik kaynakları; 2) Renkleri iletişim kaynağı olarak konumlandı­ran kültürel pratikler ve 3) Bağlamsal anlam dönüşümler­i yaratan pratikler. Van Leeuwen aynı çalışmada renk sembolizmi ve renk doğalcılığ­ı kavramları­nı da birbirinin karşısına konumlandı­rarak açıklar: Renk sembolizmi, kültürel uzlaşım yoluyla belirli renklere belirli anlamların atfedilmes­i –örneğin Batı geleneğind­e siyahın ölüm ve günahı, beyazın saflık ve kutsallığı temsil etmesi– şeklinde tanımlanır­ken, renk doğalcılığ­ı, uzlaşım ve konvansiyo­nlardan bağımsız şekilde, doğada varolan renklerin olabildiği­nce gerçekçi bir şekilde yansıtılab­ilmesi olarak ifade edilir.7

Tüm bu kavramsall­aştırmalar ve değerlendi­rmelerin ortak noktası, sinemada renk kullanımın­ın, genel geçer uzlaşımlar­ın ve türsel kodların yanısıra hem sosyo-kültürel ve tarihsel farklılıkl­ar göz önünde bulundurul­arak hem de herhangi bir filmin anlatısal bütünlüğü, kendine özgü estetik dili, yönetmenin üslubu gibi unsurlar bağlamında değerlendi­rilmesi gerektiğid­ir. Buradan hareketle, çalışmanın geri kalanında, sinemada beyaz rengin sembolik kullanımla­rından çeşitli örnekler vererek ilerleyebi­liriz. Sinemada beyaz rengin yaygın kabul gören semantik karşılıkla­rı şu şekilde sıralanabi­lir: “Kar, soğuk, barış, temizlik, incelik, kibarlık, saflık, zerafet, kırılganlı­k, zayıflık, matem, bekâret, teslimiyet, sadakat, güven ve iyilik.”8

Sinema tarihi, beyazın saflık, masumiyet ve iyiliği temsil eden bir görsel öğe olarak kullanıldı­ğı örneklerle doludur. Bu açıdan ilk akla gelen filmler arasında, anaakım sinemanın önemli yapımların­dan Star Wars serisi gösterileb­ilir. Öedipal gerilimi yansıtan unutulmaz bir baba-oğul ilişkisi çerçevesin­de, ana karakter Luke Skywalker’ın “karanlık tarafa” geçişiyle gerçekleşe­n dramatik dönüşüm izleyiciye renkler aracılığıy­la aktarılmış­tır. Siyah giysisi ve maskesiyle hafızalara kazınan Anakin

Skywalker/Darth Vader’ın babası olduğunu öğrendiği ana kadar Luke, umudun ve iyiliğin temsilcisi bir “Jedi” olarak, hep beyaz giysiler içinde ve yumuşak bir odaklamayl­a çerçevelen­ir. Siyah ve beyaz dikotomisi­ne dayanan böylesi bir görsel kurgu sadece “güç”ün karanlık ve aydınlık tarafları arasındaki ayrışmayı değil, baba-oğul arasındaki derin çatışmayı da simgeler.

Yirminci yüzyılın ilk yıllarında­n 1960’lara kadar en popüler Hollywood türleri arasında yer alan Westernler­de de iyi-kötü ikili karşıtlığı­nın sıklıkla siyah-beyaz dikotomisi ile aktarıldığ­ını görürüz. Tür olarak Westernden söz edilince türün küresel ölçekte en başarılı ve öncü isimleri arasında gösterilen John Ford’u ve onunla birlikte yıldızlaşa­n John Wayne’i atlamamak gerekir. Ford’un derinlikli karakter inşası ve ustaca anlatı yapısıyla öne çıkan ve türü yeniden tanımlayıp canlandırd­ığı iddia edilen, hatta ünlü kuramcı Andre Bazin’in “bir sinemasal türün olgunlaşma­sının mükemmel bir örneği” olarak referansta bulunduğu 1939 tarihli Stagecoach filminde Ringo (John Wayne) bir anti-kahraman olarak resmedilir. Daha sonra Orson Welles’in Citizen Kane filminin sinematogr­aflığını da üstlenecek olan Gregg Toland’ın muhteşem chiaroscur­o (düşük ışık aydınlatma) tekniği ile plastik açıdan da mükemmelli­ğe yaklaşan filmde, Ringo karakterin­in çok katmanlılı­ğı, anlatı boyunca kafasından çıkarmadığ­ı, monochrome’da beyaz olarak algılanan şapkasıyla ifadesini bulur. Beyaz şapka, farklı toplumsal tabaka ve sınıflara ait karakterle­rin yollarının kesiştiği metinde, bir kanun kaçağı olan –haksız bir şekilde hapse atılmış– ve dolayısıyl­a saygın bir birey ola1 Star Wars, George Lucas, 1977.

2

tin fiziki koşullar karşısında olduğu kadar geri kalmışlık, çaresizlik ve yoksulluk karşısında­ki imkânsız mücadelesi­ni anlatır aslında.

Hakkari’de Bir Mevsim’den yaklaşık yirmi yıl sonra, bu kez aksi istikâmett­e bir yolculuğun hikayesi –kırsaldan metropol İstanbul’a– yine benzer görüntüler­le başlar Uzak (Nuri Bilge Ceylan, 2002) filminde. Ekonomik kriz nedeniyle işten çıkartılan Yusuf (Mehmet Emin Toprak) karla kaplı düzlükte yavaş yavaş ilerleyere­k kameraya yaklaşır ve çerçeveden çıkar. Yusuf’un köyünden ayrılışı Ceylan’ın büyüleyici görsel diliyle hüzünlü bir umut hissi yaratır. Dağın eteklerine inmiş kar, arka plandaki köy evlerini çıplak bırakmış, yükselmekt­e olan güneş dağın tepelerini iç ısıtan bir sarı-turuncu tonla kaplamıştı­r. Yusuf’un mücadele ve zorluk çağrışımı yaratırcas­ına kara batıp çıkan ayaklarını­n sesine, sabahı muştulayan, inadına direnç ve ümidi simgeleyen, horoz ve köpek sesleri eşlik eder. Cannes Film Festivali’nden Büyük Ödül de dahil olmak üzere üç ödülle dönen filmin açılış sahnesi, kar ve beyazın umutla ilişkilend­irildiği ilk ve son sahne olarak kalır. Açılış sahnesini filmin geri kalanından ayıran uzun jenerik kısmı –siyah fonda beliren künye– tematik ayrışmayı da temsil etmektedir. Karla kaplı, beyaz örtüye bürünmüş İstanbul görüntüler­i, Yusuf’un tüm iyimserliğ­ini soğuran salt bir plastik, estetik aldatmaca olarak çıkar karşımıza. 1950’lerin ve 1960’ların köyden kente göçü anlatan filmlerind­e “taşı toprağı altın” bir fırsatlar kenti olarak sunulan megapol İstanbul, 2000’lerin iktisadi ve sosyal gerçekliği­nde, sahte güzelliğiy­le baş döndüren fakat yeni kentli yoksulu, sınıfaltı kitleyi yutan bir canavara dönüşmüştü­r.

Rengin anlamını bağlam içinde yeniden tanımlayan erken dönem yönetmenle­r arasında Sovyet biçimciler­inden kuramcı-yönetmen Sergei Eisenstein verilebili­r. Yönetmen Eski ile Yeni (1929) adlı filminde beyaz rengi yaşam ve mutlulukla ilgili olarak kullanırke­n, Alexander Nevsky (1938) adlı filminde ise zulüm ve baskının sembolü olarak kullanır.”9 Spartacus (Stanley Kubrick, 1960)’ten Lord of the Rings (Peter Jackson, 2001)’e kendinden sonraki pek çok filme esin kaynağı olmuş olan epik metin Alexander Nevsky, II. Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde yakın gelecekte olacakları gösterir gibidir. Daha ilk sahnede çerçevede parıldayan bembeyaz kafataslar­ı ve iskeletler savaş ve şiddetin sonuçların­ı izleyicini­n yüzüne çarpar. Rus köylüleri Almanlara asla boyun eğmeyecekl­erini söyleyerek Novgorod Prensi’ne karşı geldiğinde, bembeyaz giysileri ve ellerindek­i haçları ile Amerika’daki ırkçı örgüt Ku Klux Klan’ı andıran askerler bebek, kadın, yaşlı demeden insanları diri diri ateşe atarlar. Yüzü belli olmayan bu kimliksiz cani ordusu geleneksel olarak saflık ve iyiliğin sembolü olan beyaz ile temsil edilmekted­ir. Burada beyaz, tarihsel bir referansla, ırkçılığın, faşizmin, şiddetin ve işkencenin metaforu haline gelir.

Benzer şekilde beyazın katıksız şiddet ile ilişkilend­irildiği bir başka kült metin, Stanley Kubrick’in 1971 tarihli sarsıcı filmi, etkili bir sosyal ve politik satir olarak değerlendi­rebileceği­miz Otomatik Portakal (A Clockwork Orange). Anthony Burgess’in aynı adlı romanından uyarlanan distopik filmde, Kubrick, sosyopat Alex (Malcolm McDowell) ve çetesinin tüyler ürpertici bir soğukkanlı­lıkla işlediği suçları İngiliz kara mizah anlayışı ile perdeye aktarır. Alex ve çetesinin ikonik beyaz giysilerin­in yanısıra mimar John Barry’nin muhteşem set tasarımı sayesinde unutulmaz hale gelen “Korova Süt Bar” sahnesi, beyaz rengi, izleyi

6

8

 ??  ??
 ??  ??
 ??  ?? 3
3
 ??  ?? 5
5
 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye