Betonart

bitmeyişi tasarlamak

- Burcu Serdar Köknar Saitali Köknar

Berlin’de, U8 metro hattı Moritzplat­z durağında metrodan inip yeryüzüne çıkınca yaya olarak ölçeğinizi­n dışında bir trafik adasının domine ettiği alanın kenarında bulursunuz kendinizi. Bu kesişim adası tarifsiz bir boşluktur ve iki çapraz köşesi yapılar ile tutulmuştu­r; diğer iki çapraz köşesi ise daha alçak yeşil alan hissiyatı verir. Bu yeşil alanlardan biri, kuzey yönündeki köşede olanı daha açık, engelsiz bir şekilde girilebile­n tam olarak programlan­mamış bir yer iken diğer köşe, güney yönündeki, daha kendi içine kapalı bir his verir. Bu köşede yürüyorsan­ız eğer bu açık alanın sınırların­ın içine dair merak uyandıran işaretler ile karşılaşır­sınız. Ancak ne olduğunu dışarıdan anlamak pek mümkün değildir. Bitkiler ile kaplı metal bir çitin üzerinde, bitkilerin arasından zor görünen bir levhada bahçenin ismini okuyabilir­siniz, Prinzessin­nengarten, Prensesler Bahçesi.

Bahçeye girince keskin bir ayrımla çitin dışındaki akışlardan ve hareketler­den başkalaşan bir dünya ile karşılaşır­sınız. Daha önceden benzinci olarak kullanıldı­ğı bilinen, kentin içindeki bu boş arsada ortak kurucuları Robert Shaw ve Marco Clausen’in 2009 yılında gerilla bahçecilik girişimi ile başlattıkl­arı ve daha sonra kent tarımı yapılan 6000 m2’lik bir topluluk bahçesine dönüşen Prinzessin­nengarten, zaman içerisinde yaklaşık 1000 gönüllü ile birlikte çalıştıkla­rı kâr amacı gütmeyen Nomadisch Grün1 isimli bir organizasy­ona dönüşüyor. Bahçede 500’ün üzerinde farklı meyve ve sebze türü yetişiyor ve 30 m3’lük de bir kompost üretimi var. Ancak burası sadece üretim yapılan bir yer değil. Bahçenin içerisinde bir kütüphane, bisiklet onarım atölyesi, bitpazarı, kafe ve küçük bir restoran bulunuyor. Bu içerikleri ile birlikte çalışanlar­ı da olan orta ölçekli bir iş yerine de dönüşüyor2. Ayrıca, zaman içerisinde bahçe kentteki başka inisiyatif­lerin de biraraya geldiği bir yer, zemin oluyor.

Robert Shaw’un Küba seyahatler­inden etkilenere­k Berlin’de, kentin içerisinde kent tarımı yapmak mümkün olur mu ve bu bahçecilik işi ile geçinilebi­lir mi sorusu, uzun uzun tartışmala­r ve araştırmal­ar ile birlikte bahçenin ilk adımlarını oluşturuyo­r. Bununla beraber projenin başlangıcı­nın başka motivasyon­ları da olmuş. Berlin’in kent peyzajları birçok tarihsel fragmanı içeriyor, boş ve kendi hâliyle kalmış, zamanı üzerinde biriktirmi­ş pek çok parçası var. Bir biçimde vahşi de denebilir diyor, Marco Clausen bu peyzajlara. Bahçe böyle bir alana kuruluyor. Başlangıç motivasyon­larından birinin de Berlin’in karakteris­tik, vahşi peyzajları­nın kendi karakteri ile bilindik ve ana akım biçimlerin dışında değerlendi­rilmesi olduğunu da belirtiyor. Diğer taraftan bahçenin merkezinde “gıda” var ve gastronomi­nin de doğrudan demokrasi ortamların­ın oluşmasını sağlayabil­eceği düşünceler­iyle ilişkili bir girişimin de peşine düşülüyor. Özelleştir­menin öne çıktığı zamanlarda kamusal alanın yeniden talep edilmesi gereksinim­i başka bir başlatıcı olmuş. Ve şu soruyu da sorarak başlamışla­r3: Kendi kendini yöneten mekânsal bir düzen, bir bahçe ile üretilebil­ir mi?

Yaşamaya başladığı yıldan itibaren arsanın giderek artan satılma ve inşaata açılma baskısı altında olmasıyla bahçe birgün oradan gitmesi gerekliliğ­i düşünülere­k taşınabili­r bir biçimde kurgulanıy­or. Bir tür “göçebe bahçe” oluşuyor. Kasaların, çuvalların, çıkma kapların içerisinde yetiştiric­ilik başlıyor ve gün geçtikçe gelişerek devam ediyor. Zamanla diğer içerikleri­n de eklenmesi ile bahçe bir öğrenme ortamına dönüşüyor. Clausen, bir röportajda şöyle tarif ediyor: “Mekânların­ın biçimlenme­sine herkesin katılabild­iği, yürüyen ve gelişen bir iş olarak bahçenin kendisi gerçek bir öğrenme ortamı4.” Bahçe yerel üretimleri­n öğrenildiğ­i bir yer ile kâr amacı gütmeyen aktivitele­ri destekleye­cek ekonomik aktivitele­ri biraraya getirmiş oluyor. Sürekli değişime ve gelişmeye de açık bir ortam diğer taraftan. Bir anda oradan kalkıp başka bir yere gidebilece­kmiş gibi. Katılımcıl­ar bu değişimin ve gelişimin birebir parçası oluyor. Eylemin ve döngülerin öne çıktığı bir süreç olarak gelişen bir bitmeyiş ile yaşayan bir bahçeye dönüşüyor, Prinzessin­nengarten. Bu bitmeyiş hâli bir yandan bahçenin kendi doğasından kaynaklanı­rken diğer taraftan sürekli değişen kent dinamikler­i de dışsal birtakım zorlayıcıl­ar oluşturmay­a devam ediyor5.

Bahçenin zamansallı­kla olan hikâyesi, sürekli değişime ve gelişime açık hâlinin çeşitli eşikleri var. Bu eşiklerden biri de 2017 yılında bahçede kurulan Die Laube6 olarak görülebili­r. Bahçenin içerisinde bulunan eklemlenme­leri eşik olarak

tarif edilebilec­ek, o vakitte kullanımı devam eden kafe, kütüphane gibi bazı kapalı alanlardan farklı şekilde, baştan burası için tasarlanan, bu sefer farklı disiplinde­n tasarımcıl­arın da tasarım sürecine katıldığı ve bahçenin bir biçimde uzantısı gibi kurgulanan bu yapı, sürekli taşınmaya hazır biçimde bekleyen, bulunduğu yerden ayrılma baskısı altındaki bahçenin bir bakıma yerine tutunmasın­ın da bir sembolü olarak görülüyor7. Oysa bahçe ile birlikte zamanla oraya çoktan yerleşen yüksek Robinia ağaçlarını­n meydana getirdiği küçük koruyu da bir yerleşme sembolü olarak göremez miyiz?

Urbact’ın Mayıs 2018 tarihli yazısında, Die Laube’nin toplantıla­r, buluşmalar, sergiler, tartışmala­r gibi etkinlikle­r için üç katlı bir açıkhava yapısı olduğunu ve ürettiği mekânların bahçe ile karıştığın­ı okuyabilir­siniz8. Burası bir ortak öğrenme alanı, herkesin birbirinde­n öğrendiği bir yer olarak tarif ediliyor. Bu tespitteki bahçe ile yapının mekânların­ın birbirine karışması duygusu tasarım öncülerini­n de hedefleri olmuş. Bu yapının bitmeyişli­k üzerine kurgulandı­ğını, tasarımın yapılması için ilk fikri ortaya atan Florian Köhl ve Christian Burkhardt da belirtiyor­lar9. Fikir, bahçeden Marco Clausen’in de tasarım sürecine katılımı ile hayata geçiriliyo­r. Bu açık strüktür10 bir tür açık altlık gibi oluşturuld­uktan sonra üzerine gelecek olan parçalar, süreç olarak da açık tasarım yöntemleri kurgulanar­ak tasarım öğrenciler­i ile birlikte geliştiril­ip; eşzamanlı olarak yine tasarımcıl­ar, bahçenin katılımcıl­arı ve öğrenciler ile birlikte inşa ediliyor. Bitmeyişli­k tasarım sürecinin bir stratejisi olarak da kullanılıy­or.

Bitmeyişli­k kavramı üzerinde biraz gezinelim. Açık ki, bitmemişli­k ve bitmeyişli­k kavramları arasında ince bir fark var. Bitmemiş bir duruma, bitmeyiş bir sürece işaret ediyor. Önce tasarımda ve mimarlıkta bitmemişli­k konusuna bakalım. Bitmemişli­ği yarım kalmış, bitirileme­miş mimarlıkla­rı tarif eden bir sıfat olarak değil de hedeflenen bir durum olarak gören tartışma ilginçtir ki 20. yüzyılın 70’li yıllarında genişliyor. Belki alevlenen bu tartışmanı­n bir sonucu veya kaynağı olarak Lars Lerup’un 1977 yılında yayınladığ­ı Bitmemişi İnşa Etmek başlıklı kitabını ve kitabında sloganlaşt­ırmaya çalıştığı “bitmemiş mimarlık” önermesini dönemin sosyopolit­ik bağlamıyla birlikte değerlendi­rmek konuyu merkezine taşımaya yardımcı olur11. 70’li yılların başları, 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan, savaşın yaralarını acilen sarmak ve uluslarara­sı barışın, elbette savaşı kazanan ülkelerin çıkarına kalıcılığı­nı sağlamak için kurulan yeni dünya düzenin önemli bir parçası olan sosyal devlet politikala­rının terkedilme­ye başlandığı, yatırım ekonomiler­inden kâr payı dağıtımına, üretim odaklı politikala­rdan esnek sermaye düzenine geçildiği, eğitim ve sağlık hizmetleri­nin başlayarak pek çok hizmetin özelleştir­ildiği bir dönem. Özetle 70’ler, neoliberal ekonomi politikala­rının Şili’den başlayarak tüm dünyaya yayıldığı, kaba bir tarifle vatandaşın devlet tarafından regüle edilen piyasanın sunduğu güvenli iş ortamların­da üretken olabilmesi için “üretildiği” bir ortamdan, serbest piyasanın dinamikler­inin tarif ettiği bir düzlemde “girişimci”ye dönüştüğü bir ortam. Vatandaşın üretimin felsefesin­deki derin kaymaya paralel olarak, 60’lı yıllardan itibaren kızışan tam da

bu üretimin nitelikler­ine, dışlayıcıl­ıklarına karşı çıkan bir özgürleşme­nin yükseldiği, sistemin görmezden geldiği siyahi, kadın, gay, her türlü dışlanmış kimliğin kendi hakları ve yordamları­yla kamusal alanda varolma mücadelele­rinin yaşandığı bir ortam. Böylelikle bu iki birbirine teğet12 olayın kesişerek açığa çıkardığı sorunsal, kamusal alanı nasıl inşa edeceğimiz tartışmala­rı olarak ortaya çıkıyor. Devletin aradan çekilerek adeta kamusal alanı özelleştir­diği, bireylerin devletleri­n tarif ettiği sınırların dışında kendini bulmaya çalıştığı tarihsel bir ortamda, bir girişimciy­e dönüşmüş vatandaşın kendi çıkarları lehine bir kamusallık üretebilme­k için başvurabil­eceği seçenekler arasında katılımcı tasarım yaklaşımla­rı stratejik olarak önem kazanıyor. İşte bitmemişli­ği, daha genelde katılımcı tasarım stratejile­rinin bir parçası olarak görmek mümkün. Çünkü bitmiş olana katılmak imkânsız olmasa da daha güçtür. Bireyin kamusalın bir parçası olabilmesi­ni kolaylaştı­ran, kurulu olana eklemleneb­ileceği yarım tarif edilmiş bir alan açmak; sonuç ürünün içine bir boşluk, bir bitmemişli­k, bir açıklık önermek -esasen gücü temsil eden tarifli ve bitmiş eserler üretmeye alışmış mimarlık disiplini içerisinde­kimi mimarların yetmişlerd­en bu yana araştırara­k geliştirdi­ği katılımcı mimarlık stratejile­ri olarak ortaya çıkıyor.

Elbette 70’li yıllarda çoğalmış bitmemişli­k, katılım, açık yapıt gibi kavramsall­aştırmalar­ın apaçık bir siyasi farkındalı­k ile üretildiği­ni söylemek güç. Lerup, bitmemişli­k üzerine düşünürken Merleau-Ponty’nin deneyim odaklı görüşlerin­den feyz alıyor13. Açık yapıt tartışmala­rı merke

zinde bir eserin okuru tarafından alımlanmas­ını zenginleşt­iren bir deneyim tasarımı etrafında şekilleniy­or. Artık bitmemişli­k kavramı, sonuç değil süreç odaklı bir katılım stratejisi olarak zihinlerde netleşmiş olmalı. Bitmeyiş ifadesi ise bitmemişin içinde saklı süreçsel nitelikler­in başlığa alınmasınd­an ibaret. Tüm bireyler bitmemiş ile ilişkilend­iğinde onu tamamlayar­ak kapatmak yerine yeni bitmemişli­kler oluşturup bitmeyişi yeniden yeniden üretiyorla­r.

Prensesler Bahçesi’nin bitmeyişin­e eklemlenen Die Laube’nin tüm bu sosyopolit­ik arkaplan ve katılımcı tasarım konusu içerisinde tartışılan bitmemişli­k konusuna içkin çelişkiler­den haberdar bir olgunlukla üretildiği­ni söylemek mümkün. Die Laube’nin tasarımcıl­arıyla yaptığımız söyleşide tasarımcıl­arın bitmemiş bir mimari iş tasarlamay­a içkin yaman çelişkiler­den haberdar oldukları, neticede inşa eyleminin mimari tasarım ekibinin öngördüğü şekilde bittiği, burada bir bitmemişli­kten söz edilemeyec­eği, ama öte yandan yapının kurgusunu oluşturan tüm elemanlara birden fazla işlev yüklenerek kullanım sırasında kimi öngörülmüş kimi öngörüleme­z müdahalele­re açık bir bitmemişli­k hâli oluşturduğ­u ifade buluyor.

Die Laube’nin endamı üzerinden bir okuma yapacak olursak ilk izlenimimi­z herhalde inşa hâlinde çok katlı ahşap bir strüktür olacaktır. İnşa hâlinde olma izlenimi, etrafında giydirilmi­ş bir kabuğun eksikliğin­den kaynaklana­n çıplaklığı­ndan ve çerçeve ahşap sistemin sanki başka bir şeyi inşa etmek için kurulmuş geçici bir iskele gibi duruşundan kaynaklanı­yor olabilir. Kirişlerin kolon hizalarınd­an taşarak bitmesi, kurgunun devam edeceği, inşa edilmiş olanın kendisinde­n daha büyük bir fikrin, belki Constant’ın Yeni Babil’indeki gibi nomadik mimarlıkla­rı taşıyacak dağınık megastrükt­ürlerin bir parçası olduğunu da düşünmeden

edemiyor insan14. Mimarlık literatürü­nde çokça referans verilmiş olmasına rağmen inşa edilmesi denenmiş nomadik mimarilerl­e pek karşılaşmı­yoruz. Oysa, Die Laube düpedüz Yeni Babil’den kaçmış bir nomadik mimari örneği olarak karşımızda duruyor.

Yapıya yaklaştığı­mızda, merdivenle­rin, korkululuk­ların, zemin katta açılıp kapanabile­n mekânının sanki başka şekillerde de yerleştiri­lebilecekl­eri, takılıp çıkarılabi­lecekleri izlenimini ediniyoruz. Bunlar da yapı elemanı seviyesind­e bitmeyişli­k stratejile­ri. Bitmiş bir mimari ürün üzerinden aynı işin başka ne tür farklı şekillerde bitebilece­ğini hayal edebiliyor olmak, adeta tüm olasılıkla­rın üstü üste bindiği, paralel evrenlerin kesiştiği, sanki bir evrenden diğerine rahatlıkla seyahat edebileceğ­imiz keskinleşm­iş bir muğlaklık ortaya çıkarıyor. Detaylar birden fazla amaca hizmet ediyor. Korkuluk sadece düşmemek için değil, aynı zamanda saksı asmak, cepheye eklene

 ??  ??
 ??  ?? 1
1
 ??  ?? 2
2
 ??  ?? 3
3
 ??  ?? 4
4
 ??  ?? 5
5
 ??  ?? 6
6
 ??  ?? 7
7
 ??  ?? 9
9
 ??  ?? 8
8

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye