yolun sonu: bitmemişlik ve eskiz üzerine
“Essay” ile “esquisse”in yani “deneme” ile “eskiz”in aynı kökten geldiklerini farkettim. Sanki aynı nehirde aktıklarını, anlam olarak birbirlerine ne kadar da benzediklerini düşündüm. Yaşamın belki de bir anlamda eskiz gibi olduğunu, bununla ilgili yazdığımı1, eskiz üzerine çalışmaların makalelere dönüştüğünü, sunuşlarla paylaştığımı hatırladım. Bazılarını tekrar okudum, izledim.2 Öyle bir deneme, öyle bir eskiz yapmalıydım ki, ucu açık olmalıydı, bitmemeliydi, her nasıl bitmeyecek ise!
Geriye dönüp baktığımda sanırım yıllar önce yaşadığım ve hiçbir zaman unutamadığım bir Rum evi bu yolda bir nirengi noktasıydı. Yüz yılını bizim bildiğimiz ondan öncesinde de kimbilir kaç yıllık geçmişi olan bu yapı bir eskiz gibiydi ve bu eskizi oluşturan bir çizgiler dünyasıydı. Mekânlarıyla, mimarisiyle, malzemesiyle ve içindeki hayatın akışıyla, bana eskizi, eskiz mimarlığını aşıladı hiç farkında olmadan. Bu ev sanki ilk mimari okulum oldu, çevresiyle de. Sonra da kayboldu gitti. İçiyle, dışıyla... Eski hâlinden eser kalmadı. Caddedeki diğerleri gibi…
Yaşananları biliyoruz! Bu evin olduğu Gemlik yani o zamanki Rumca adıyla Kios, eskiden büyük çoğunlukla Rumların yaşadığı bir kasabaymış. Savaşlardan sonra buralara aralarında benim büyüklerimin de olduğu insanlar göç etmişler, bu sahil kasabasının yeni sakinleri olmuşlar. Kasabanın eski sakinleri ise bizimkilerin geldikleri karşı kıyılara gitmişler. Karşılıklı savaşlardan kaçmışlar, canlarını kurtarmak için.
Aşağıdaki fotoğraf, kayıtlara göre 1920’li yıllara ait. Benim küçük yaşlardan başlayarak, İstanbul’dan oraya taşındığımız ilkokul üçüncü sınıftan, mimarlık okuluna girme öncesi birkaç yıl hariç, yaşadığım ve her yanını bildiğim, Rumlardan bize kalan bu sokağın orijinal hâli de böyleymiş. İşte, bu resimde solda görülen beyaz cumbalı evin ilerisindeki evi dedem bir Rum’dan satın almış. Soldaki yüksek ağacın hizasında, cumbalı üçgen alınlıklı pencerelerin, üstte balkonun ve en altta dükkânın olduğu, bu gizemli Rum evinde üç aile birlikte yaşadık. Ben de dahil çocuklar, tek olan teyzemle yola bakan büyük baş odada, büyük
lerim en üstte, dedem ve anneannem oturma odasının üzerindeki sofadan yarısı buzlu camlarla ayrılan odada kalırlardı. Zaten günlük hayat türlü renkleriyle, hep birlikte, alttaki yaşam katlarında geçerdi. Ara kat, taşlık, arka avlu ve öndeki dükkân, okullarımız, kitaplığımız ve hâlâ birçok yanı Rumlardan kaldığı hâliyle gittiğimiz birçok yer gibi.
Bu evi tekrar hatırladığımda onun sanki bir ucundan diğer ucuna çekilmiş, uzamış, uzatılmış volümetrik bir çizgi olduğunu düşünürüm hep. İncecik, 4 m genişliğinde 24 m uzunluğunda, dört katlı, ahşap, kendisi gibi diğer komşulara yaslanan dar bir evdi. Arka girişinin yanına inşa edilen tek katlı ocaklı bir bölümle uzunluğu 27 m’ye ulaşan bu ev yanındaki kendisi gibi simetrik olan ikiz sıra evin doğrudan yola, meydan tarafına ve camiye bakanıydı. Eskiz plan çizimlerinden de evin katlarını takip edebilirsiniz. Ama buradaki çizgiselliği, eskiz hâli ve bitmemişliği hayal etmeniz için, adeta aşağıdan yukarıya iki duvar arasında geçen atmosferi daha detaylı anlatmak istiyorum.
Önde ve arkada geniş odalar, onlara bitişik uzun sofalar vardı. En altta ise bir tarafında kasabanın en önemli yolu olan resimdeki İstiklal Caddesi geçerdi. Bugün gibi hatırladığım ahşaptan, iç mobilyalı, yüksek tavanlı, sıra sıra raflı, oldukça çağdaş bir marketi andıran, o çocuk kafamla sanki bütün dünyanın geldiğini düşündüğüm dükkân da oraya açılırdı. Dükkân ile evin arasında iki mekânı bağlayan dev fıçılarında zeytinlerin tuzlandığı uzun bir ara mekân, ardiye bulunurdu. Ardiye hem dükkâna hem de eve kapısı olan iki tarafa da geçilen bir mekândı. Yan yana diğer uzun evlerle birlikte, yine Rumlardan kalma bir yağhanenin kapısına ve önünden geçen yola kadar uzanan, geniş bir ortak avluya açılan evin arkadaki girişi de bir başkaydı. Bu girişin bir kat üstündeki yaşam odası penceresinin üst hizasındaki metal konstrüksiyondan sarkan üzümlerin yetiştiği asma vardı. Gölgelik olurdu, girişin üzerindeki yaprakları ile. Yandaki duvarı kaplayan sarmaşıkların yanından, asmaların altından kapıya varırdık.
Kapının arkasındaki bir baştan bir başa geceleri çekilen siyah kol demiri bu evin sembolüydü. Önde dükkânın kepenkleri özel sesi ile indirildiğinde ve de bu demir çekildiğinde ev kale gibi kapanır, çoluk çocuk bütün aile kendi içimize, kendi dünyamıza dönerdik, eğer o akşam komşular, akrabalar gelmez ise. Çat kapı gelen çok olurdu. Sabah ise yine aynı demir ve kepenk sesleriyle uyanır, güne başlardık. Normal zamanlarda yarısı kullanılan ahşap büyük kapı, iki kanadı ile taşlığa açılırdı. Zeytinlerin seçildiği taşlığın bir yanında ise diyagonal doğrultuda tasarlanmış, zarif ahşap kafes bölüntüleri ile bu mekâna açılan, ocaklı eski mutfak vardı. Bazen taşlığa özel günlerdeki toplantılar için büyük yemek masası konulurdu. Zeytin zamanı dev seçme tahtası gelirdi. Küfelerdeki, sepetlerdeki
zeytinlerin seçilmek için bu tahtaya dökülme öncesi, zeytinliklerden toplanması ve sonrası, fıçılarda tuzlanması, her yanıyla tam bir serüvendi. Yanda yaşam katına çıkılan genişçe tek kollu merdiveni onun yanındaki geçişin sonunda ise ardiyenin kapısı bulunurdu. Ara kat üst katlara oranla basıktı ve önde avluya bakan kış odasının girişindeki holün devamında hep kullandığımız, yemek yediğimiz mutfak ve büyük masa yer alırdı. Mutfağın arka iç penceresinden ise bu iki kat yüksekliğindeki dükkânın köşedeki dar merdivenle dönülüp çıkılan üst arka galeri katına küçük kare bir pencere ile bağlanılırdı.
Bu ahşap evde bir çizgiler dünyası bizi sarıp sarmalardı. Tavanların, döşemelerin, ahşapların, merdivenlerin, tırabzanların, kafeslerin çizgileriyle yaşardık sanki. Bütün katlarda, sofalarda uzunlamasına bir baştan bir başa giden uzun ahşap döşemelerin izleri, dar cephelerin pencerelerinden gelen gizemli ışıklar altındaki yansımaları, yüksek ahşap tavanlardaki bu yer döşemelerine zıt, enlemesine 35 ya da 40 cm aralıklarla yine bir baştan bir başa giden alttan ahşap kesitli, oldukça derin ve gölgeler veren duvardan duvara 4 m uzunluklardaki sayısız derin kiriş çizgilerinin ritmi hepimizi içine alırdı. Evin özel bir kokusu vardı. Hele temizlik yapıldığı günlerin hissini, arap sabununun kokusunu hiç unutmadım. Ev adeta nefes alıyordu. En üst katın uzun sofasına yine uzun bir son merdiven ile çıktığımızda rüzgârın sesini duyar ve sanki içeride hissederdik. Hatta sallanıyordu bazen, öndeki İstiklal Caddesi’nden arabalar geçtiğinde. Özellikle akşamları yatarken, etrafta ses yok iken farkına varırdık bu sallanmaların. Kimin geldiğini anlardık merdivenden inişinden, çıkışından, ahşap döşemedeki ayak seslerinden ve ayak seslerinin temposundan. Ev sanki hareket ederdi bazen insanların dolaşımıyla. Birkaç kere çok şiddetli deprem yaşamıştık. Çocukluğumdaki meşhur Varto depreminin olduğu anlar ise hiç aklımdan çıkmaz. O komşu evlerle sağa sola savruluşlar, merdivenlerden kaçarken iki tarafa gidip gelmemiz, o çivilerin birbirine geçiş sesleri, en üst kattan
gelen metal parçaların birbirine vuruşları hiç unutulacak gibi değildi. Koşturduğumuz sanki uçsuz bucaksız sofaları, her biri farklı merdivenleri, saklandığımız merdiven altları, özel mekânları yani kısacası her yanı ile yaşayan bir evdi.
Sofaların ucundaki odalar, baş odalardı. Döne döne, dolaşa dolaşa o ayak seslerimizle üçüncü ve dördüncü katlara çıkmak tam bir maceraydı. En üst kattaki uzun sofa da hep bağ yerinden taşınan meyveler olurdu. Ayvalar, elmalar, incirler, üzümler vs… Bizden önce evin eski sahipleri Rumlar döneminde son katta ipek böcekçiliği de yapıldığını duymuştuk. Hem fiziksel hem de mental olarak bu ev ile birlikte eskinin izleri hep bizlerleydi. Bizimkilerin de gelirken getirdikleri ve bütün detayları ile anlattıkları hikâyeler, yaşananlar biraraya gelirdi. Alttaki dükkânın üzerinde cumbalı, onun üzerine de balkonlu odalar vardı. Bunlar evin 180 derece her yeri gören gözleriydi. O hiç bitmeyen kurtuluş günlerinde, fener alaylarını, ellerdeki meşale ateşlerinin savrulmalarını, bandonun her yeri çınlatan marşlarını çala çala, ağır ağır törene katılanlar ile önümüzden geçişlerini gece yukarılardan bu balkondan izlerdik.
İşte böyle bir dünyada her katıyla upuzun dürbün gibi olan evin çok önemli bir caddeye açıldığı; yaklaşık 150 m ötedeki meydanın bir yanındaki Çarşı Camisi’nin her namaz öncesi duyduğumuz ezan seslerinin, selaların evin içinde çınladığı; arkadaki ortak avlunun yanından geçen yedi dönemeçli dere boyunun sazlıkları ile uzaklara, kaynağına giden kıvrılışlarının temposunda, mahallenin çocuklarıyla oyunlar oynadığımız; paket taşlarıyla döşenmiş caddelerinde dolaştığımız; sanki o birbirine omuz omuza yaslanmış dar evlerin, bütün gözleriyle sabah akşam sahile baktığı, sarıdan turuncu ateş topuna dönen güneşin batışını izlediği bu sahil kasabasında yaşadık.
Zamanı gelip İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’nün yetenek sınavlarına kayıt için gittiğimde ilk kez Osman Hamdi Bey Salonu’na girdiğimde ve daha sonra o boğaz kenarındaki bu uzun binayı hissetmeye, tanımaya başladığımda, her şey şaşırtıcı bir şekilde çok tanıdık gelmişti. Tavanlarda üzerimizdeki, birbiri ardına sıralanan ince beton nervürlerin perspektiflere giren geriye doğru giden derinlikleri, yerlerdeki taşların uzun derzleri, birbiri ardına gelen açık kapalı mekânları ve en önemlisi de burada da herkesi saran bu çizgiler dünyası ne kadar da etkilemişti, şaşırtmıştı beni yıllar sonra tekrar aklıma geldiğinde.
Okuldaki hocasından öğrencisine, çalışanından yöneticisine herkesi toplayan, ders aralarında uğrak yerimiz olan, o her zaman güler yüzü ile gelenlerle sohbet eden sevgili Ahmet Amcamızın Çay Kürsüsü ve ocağının olduğu, bizim evdekilere benzer saklı köşeleri, türlü merdiven altları, kattan kata yan yana çaprazlama merdivenleri, açık avlulara doğru şeffaf cam tuğlaları, dev tavanları, o tavanlarda tekrarlayıp duran çizgileri, ip gibi uzayan mekânları, asma katları çocukluk ve gençlik evimdeki, benim Rum evimdeki benzer, upuzun, herkesi içine alan çizgiler dünyasıydı. Her ikisinde de çıkmalarından yine çepeçevre etraf gözükürdü. Çocukluğumun Rum evinin
önünden geçen, sanki bir nehir gibi akan İstiklal Caddesi’ne yukarıdan bakardık, penceresinden göz göze olduğumuz Çarşı Camisi ve Çarşı Meydanı ile. Akademi’nin bizim Bina Bilgisi kürsüsünün önünden bir baştan bir başa boğaz akıp giderken, bir tarafından Kabataş, Beşiktaş bir tarafından da Sarayburnu, Ayasofya, Sultanahmet, Topkapı ve diğerleriyle eski İstanbul gözükürdü.
Peki diyeceksiniz Rum evinde, dede evinde bulduğun eskizlik, bu Akademi denilen binanın neresinde? Haklısınız! Benimkisi çok güçlü ve derinde bir histi ama aslında iki büyük de farkı vardı. Akademi’nin iç dünyası bembeyazdı, modernistti. Kürsülerdeki bazı iç kaplamalar, asma katlara çıkışlar ve konferans salonumuzun ahşap koltukları ve bazı ahşap kaplamalı duvarlar ve diğer ahşap ekler dışında. Tabii ortasındaki kitaplık ile bütünleşen iki parçalı yapının boşluk ve doluluklarda bir baştan bir başa sıralanan ritmik ince uzun kolonları, perde duvarları betondandı. Bina ahşap değildi. Ölçekleri de farklıydı. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi git git bitmezdi, bizimkinin kimbilir kaç katıydı ama her iki bina da şaşırtıcı derecede incecik mekânlarıyla upuzundu, ip gibiydi. Bunların yanında, benim asıl vurgulamak istediğim ise özellikle iki binanın ruhundaki benzerliklerdi, ben de bıraktıkları hisler, duygulardı. Elbette bir eskiz değildi benim Rum evim gibi Akademi. Dışa vuran geleneksel bir kabuk içinde modernist, çağdaş olma niyetindeydi. Hocamız Sedad Hakkı Eldem’in tarihi bir Osmanlı Sarayı’ndan, sonra parlamento olarak da kullanılan binada birkaç hamle, birkaç dokunuş ile adeta mucize yarattığı, yenilediği yapıtı bence uzun kariyerinin en büyük eserlerinden oldu. Her şey, uzadıkça uzayan rafine çizgiler içinde boşluk doluluklar, geliş gidişler, sürprizli mekânlar ile çözülmüştü. Eskinin içinde çağdaş bir dünya yaratılmıştı. Ama mimarlığın kapısını aralayıp o Akademi’ye girdikten sonra bana çok tanıdık gelen bu binanın içinde beni bekleyen ve mesleki yaşamımı asıl etkileyen eskizle ilgili başka büyük bir sürpriz vardı.
Eskiz beni bırakmıyordu, ya da ben eskizi takip ediyordum, ya da öyle hissediyordum. Eskiz dünyaların kapılarını, hep eskiz ile ilgili bir şeyleri buluyordum. Üzerime sinen eskiz hikâyesi şimdi bu binada saklıydı. Biz bir sanat okulundaydık. Mimarlık onun bir parçasıydı, mimarlığın önemli bir yanı olan eskiz de. Eskiz özgürce akıp gidiyordu. Bitirilmiş hikâyelerden hoşlanmıyordum. Projeler böyle hikâyelerdi, hatası olmayan, yanlışsız, pürüzsüz binalar da. Proje notlarım baştan sona çok iyiydi. Çok severek projeler, tasarımlar yapıyordum tabii, her öğrenci gibi hem okulda hem de okul sonrasında, tabii bitmiş binalar da, her türlü detaylar da. Ama istisnalar bir tarafa, bir terslik vardı, sıradan ve doğal olma hâli ile, tasarlanmış pürüzsüz dünyaların arasında3, Kurşun kalem yapı projem dahil 6 MSGSÜ’nün ikinci ana giriş holünden, 2020. Fotoğraf: Hüseyin Yanar
7 MSGSÜ’nün giriş holü: Sağda üst katları bağlayan köprü daha inşa edilmemiştir. Kaynak: Aykut
Köksal Arşivi.
Orijinali Akademi Arşivi’ndedir.
ilk projelerim o zamanın kalemleri rapidolarla da olsa eskiz çizimlerle doluydu. O zamanın farklı kalınlıkta çizgi çizen rapidoları ve üzerlerine çizdiğimiz aydıngerleri hiç ama hiç sevmemiştim.5 Allahtan da grafozlara, trilinlere yetişmemiştik, bazı hocalar o zamanları hâlâ anlatsalar da. “T” ya da “paralel cetvel”lerden saparsanız çizdikleriniz serbest elle adeta buz üzerinde kayıyor, patinaj yapıyor gibi gelirdi bana komik bir şekilde. İtiraf etmeliyim, uykusuz gecelerin bazı anlarında adeta ürpererek çizdiğim zamanları da hatırlamıyor değilim. Bazı hocalar çok seviyordu ama aydıngeri, rapidoları, rapido çizimlerini. Hatta jiletle hatalı çizimleri kazımayı keyifle birebir bile gösterenler olmuştu. Ne el kalıyordu ne çizim bazen. Onlar zamanın bilgisayar çizimlerine benzer tertemiz, mükemmel çizmenin, mükemmel olma hâlinin sembolleriydi. Kalın, yumuşak uçlu eskiz kalemleri, dolma kalemler başkaydı. Elime bunları alınca rahatlıyordum.6
Zamanı gelmişti. O zamanki beş yıllık mimarlık okulunun ilk iki sınıfı sonrasındaki barajı geçmem, proje sınıflarına başlamam ve ilk ikisinden sonra stüdyosunu adeta eskize adamış bir kişiyle karşılaşmam gerekiyordu. Sanki aynı gezegenden geldiğimiz çok önemli biriyle, bu zamana dek yaşamımda gördüğüm en özel, en önemli mimarlık hocalarından biriyle karşılaştım. Kendisinden habersiz onu dinleyen bazı arkadaşlarla birlikte masasına oturdum, tashih verirken defalarca çok dikkatle dinledim. Kura çekimlerinde onu seçtim. Muammer Onat Hocam7 ile daha sonra yıllarca asistanı olduğum bir yolda, öğrencilerin karşısında, eskizler arasında birlikteydik. Ondan ve bu birliktelikten çok şeyler öğrendim. Tabii birçok bitenleri de vardı ama projeler bitmezdi, bitmeyebilirdi, devam ederdi, bitse bile. Bitmemişlik projeyi daha geliştirmek içindi, sınırları da oldukça geniş olurdu. Bitmişliklerin
kol gezdiği bir dünyada bir bitmemişlik rüzgârı eserdi hocamın okuldaki atölyesinde. Tabii bütün hocalarımızdan çok şey öğreniyorduk, alacaklarımızı alıyorduk. Hepsi ayrı ayrı çok değerliydi. Muammer Hocam ise adeta eskizcilerin yollarını açan bir ustaydı. Yani Gemlik’teki Rum evimden sonra bana çok tanıdık gelen, çizgilerin etrafımızı sardığı Akademi’de bir eskiz dünyası, eskiz çizgiler dünyası da bulmuştum, tabii sadece fiziksel olarak değil mental olarak da.
Akademi’nin sürprizleri bitmemişti. Örneğin şimdi hepsini belki sayamam ama, Baragan, Scarpa, Candilis, Kostandinidis, Sharon gibi ustaların arasında Finli usta Alvar Aalto’yu tanıttı bana. Tabii hocamın da çok etkisi olmuştu. Hoca Aalto’yu çok başka bir yere koyardı. Hatta yıllar sonra yaptığımız doktoramın bir görüşmesinde Aalto için “Hocaya bir bak!” demişti. İlk defa Muammer Hocamın bir mimara “hoca” dediğine tanık oldum. Yumuşak kurşun kalem uçları ve o kalın eskiz kalemleriyle Aalto’nun çizdikleri yol açıcıydı ve eskizleri çok özeldi. Sanki binalarını bir tarafa bırakmış o eskizlerinin arasında dolaşıyor ve hissediyordum. O sanki bir özgürlük savaşçısıydı o zamanki kalıpların, kutuların, düzenin dışına çıkmak için. Onun yıllar sonra ülkesinde ve mekânlarında yaşarken Aalto’yu yazacağımı da bilmiyordum.8 Ve birgün Raili ve Reimä Pietilä isimlerine rastladım Akademi’nin kütüphanesinde. Binaları ve projelerinin eskizleri Dipoli öğrenci merkezi ile ilgiliydi. İlk bakışta Aalto’nun bir yapıtı sandım ama değildi ve ondan çok farklıydı. Özellikle bu bina aklımdan hiç çıkmayacak bir yere oturmuştu. Yıllar sonra binayı yerinde gördüğümde, sonra hayatta olan eşlerden birini tanıdığımda, onunla bir söyleşi yaptığımda, hatta dostluğumuz sohbetlerle ilerleyip diğer birkaç hoca ile birlikte Tampere’de inşa ettikleri bir diğer ünlü
yapıtları Kaleva kiliselerinin kırkıncı yapılma törenine katıldığımda Pietilä’ların mimarilerini kendi topraklarında daha iyi tanımış ve Dipoli’yi çok daha yakından hissetmiştim.9 Hatta Dipoli çabalarının adeta mimarlıkta sessiz bir devrim olduğunu düşündüm. Eskiz bir binaydı, bitmiş ama eskiz bir binaydı. Aalto bir yol göstericiydi ama Pietilä’lar da çok başka ve çok özeldiler ona göre çok daha az gerçekleştirdikleri projeleri ve binaları ile. Eğer Pietilä’lar kuzeyde değil de daha merkez ülkelerden birinde yaşasalardı eminim onlar için bugün zirveye çıkarttığımız eskimeyen ustalar gibi çok başka hikâyeler yazabilirdik.
Akademi’de hocam ile birlikte yaptığımız atölye çalışmaları ve onu takip edenler hatta diploma projem gönül verdiğim eskizle ilgili tam bir şölendi. Hoca ile birlikte ve sonra hepsi kurşun kalem ve eskizlerle, serbest elle çizildi pelur ve eskiz kağıtlarına. Okul sonrası ise Bina Bilgisi kürsüsünde kalmış ve öğrencilerle birlikte olmuştum yıllarca. Eskiz yine
öğrenci projelerinde, tashihlerde devam ediyor ve duvarlar, eğik açılar yolunu buluyordu. Dolma kalemlerle, yumuşak uçlar ile çizdikçe çizerdik tashihlerde. Tabii akademisyenliğe paralel okul dışında da sevgili meslektaşım Ayhan Böyür ile paylaştığımız atölyemizde yaptığımız proje çalışmalarında, her zaman eskizin derinliklerindeki çok yerde birlikte dolaştık, durduk. O çabalar tam anlamı ile bizi geleceğe hazırladı, başka kapıları açtı. Sonrasındaki uzun yıllar her bakımdan yine bitmeyen sürprizlerle dolu yıllardı. Türkiye, İngiltere, Güney Kore ve Finlandiya gibi birbirinden farklı yaşam ve mimarlık geleneğindeki dört ayrı ülkede, ve İstanbul, Oxford, Busan ve Helsinki gibi birbirinden çok farklı dört ayrı kentte geçen yaşam serüveni boyunca gerek akademisyenlikte gerekse mimarlıkta, hem öğrenme ve öğretme hem de proje, yarışma ve inşa etme arasındaki çizgide, eskiz ile ilgili başka kanallar açılmıştı. Güney Kore’nin okyanus kenti Busan ve orada hocalık yaptığım Dong-Eui Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi
sonrası bulduğum ve yıllarca arkasına takıldığım “Eskiz” hikâyesi ise bambaşkaydı.
Uzak doğudaki Korelilerden, oradaki çevrenin de etkisiyle adeta yürümeyi başka biçimi ile yeniden öğrenmiştim. Yürüme ile birlikte eskiz, bir hobi olmuştu. Hobi dediğime bakmayın. Hobiler kendiniz olduğunuz, çok özgür olduğunuz hikâyelerdir. Yürüme ile birlikte duygular, hissedilenler eskizlere yansımaya başladı. “Yürümenin Mimarisi: Urban Meditation” isimli makaleyi yıllar sonra bunu anlatmak için yazdım.10 Sonra da oradaki çalışmalar Tampere’deki stüdyolarımıza yansıdı. Eskiz yürümek, kısaca yol demektir, yolunuzu bulmak demekti. Eskiz de bu yol hâlinin, 2014’ten sonra başlayan bir başka serüvenin hâlâ devam eden aktörü oldu hatta salgın günlerinde kırmızıya dönen salgın çizimleri ile. Bu arada araştırma çalışmalarımı, “Ritim” ile ilgili tezlerimi unuttum.11 Yıllarca, İstanbul’da ve Oxford’da yaptığım birisi doktora iki ayrı tezde adeta çizginin dönüşümünü ve mimarlıktaki farklı seviyelerdeki çeşitlemelerini farklı boyutları ile antik dünyadan çağdaş mimariye doğru çok sayıda örnekle analiz etmiştim birçoğu serbest el ve eskizlerle. Bu çalışmaların, takip eden özgür ve serbest diye tanımlayabileceğim yazılarım ve çizgilerim öncesi, mimarlıkta “ritim” kavramı aracılığı ile ciddi antrenmanlar olduğu söylenebilir bir açıdan. Tezlerimin bu dönüşümde çok yararı olmuştu.
Toparlamalıyım, zaman azalıyor diye aklımdan geçiyor. Sanki uzun bir yoldan gelmiş gibiyim. Yola devam etmeliyim. Yine bir yol hikâyesiyle de bu denemeyi, bu eskizi hayale açık bir şekilde bırakmak en iyisi. Eskizi de, bitmişliği, bitmemişliği de yine orada bulabilirim, anlayabilirim herhalde. Aklımdan geçen çok basit. Çevredeki en yüksek yere çıkıp etrafa bakmak ve bir yol bulmak. Bizim mahallede Kallio’daki Noel Ayini’ne gittiğimiz, Fin dünyasının eski ustalarından Lars Sonck’un tasarladığı tepedeki Hakaniemi Kilisesi’nin önündeki yolda kendimi buluyorum. Kiliseye arkamı vermişim. Tepeden aşağı bakıyorum. Evet, yol hâline ve gizemine inanmalıyım. İşte önümü göreceğim uzun bir çizgi, uzun bir yol, kilometrelerce hiç sapmadan, kesilmeden, sanki hiç bitmeyecek gibi, uzayıp giden bir Siltasaarenkatu (Köprü Adası Caddesi). Bir solukta, bayır aşağı düzlüğe iniyo
rum. Hep gittiğimiz dairesel formdaki alışveriş yerimiz olan S market ve içki satan tekel ALKO’nun giriş katında olduğu Kaisa ve Heikki Siren tasarımı Ympyrätalo (Yuvarlak Ev) bir yanda, Eymen ile hep gittiğimiz Rytmi Cafe ve yine kilisenin mimarı Lars Sonck’un tarihi üçgen apartman bloğu diğer yanda. Sanki bu uzun yolun ana kapısından geçiyorum. Sonra Hakaniemi Meydanı ve köprü hızla geride kalıyor. Yollar Kaisaniemi Parkı önünde sağa sola dönerken birdenbire tam önümdeki pek aracın geçmediği sakin bir yerindeyim. Burası mahalledeki bizim kiliseden bu bölüme kadar gelen dümdüz yolun Unioninkatu (Birlik Caddesi) olarak değişen yine dümdüz giden devamı.
Her şey kafamda, düşünüyorum, dalmışım, önüme bakıyorum. Yerdeki çizgiler yine dikkatimi çekiyor. Kaldırıma, kaldırım taşlarına adeta gözlerim yaklaştıkça yaklaşıyor. Hiçbir detayı kaçırmak istemiyorum. Neler buluyorum neler. Daha dikkatle yerler bakarken, şimdi hafif yukarı doğru tatlı bir eğimle yürüyorum. Solda geçen yıl içine girip tanıdığım küçük Ortodoks Kilise. Birkaç kişi kapısında asılı olan duyurularına bakıyor. Gözüm hâlâ yerde, kaldırımın üzerindeki hiç görmediğim, görsem de üzerinden kimbilir kaç kez geçsem de dikkatle bakmadığım düzende granit taşlar sıralanıyor. Kaldırımın ortasında birbiri ardına sanki adımlık büyük parçalar sıralanmış. Bu taşların iki yanı da özenle küçük paket taşlarıyla döşenmiş. Sağda ve solda büyük taşları bitiren iki tür sınır çizgisi var. Sağa doğru olanı, düz olmaya eğimli bir çizgi denilebilir. Soldaki ise daha serbest ve özgürce biten çizgi, girintileri ve çıkıntıları ile, taşların boyutlarına bağlı olarak. Ortadaki her bir büyük taşın genişliği ve derinliği farklı olduğu için düz olmayan irrasyonel bir bitiş sağlanmış. O kadar farklı ve artistik gözüküyor ki, onları sanki bilinmeyen bir çizginin, bir maceranın peşinden giderek çocuk gibi takip edi
yorum. Kaldırımlarla kaplı yolun diğer tarafında da bu düzenin asimetriği döşenmiş. Hatta bir paralel yolda da aynı kaplama sistemi var. Ama buradaki daha orijinal. Taşlarla oynayarak eskizler yapılmış gibi sanki. Nadir de olsa arabaların geçişlerini farkediyorum. Bu özel tasarımlı kaldırımların uzunluğu yaklaşık 500 ya da 600 m. Bütün buraları, biraz sonra varacağım Senato Meydanı’nı, etrafındaki binaları Lüterik Tuomiokirkko’da (Beyaz Katedral) dahil hatta ilerideki Esplanade’ı tasarlayan mimar Carl Ludvig Engel ya da kiliseyi Engel ölünce 1852 yılında bitiren Ernst Lohrmann bu işin neresinde, acaba buralarda yürüdüler mi, yürüdülerse neler düşünmüşlerdir, diye de aklımdan geçiyor!
Şimdi de tatlı bir eğimle aşağı doğru iniş başladı. İşte solda Beyaz Katedral’in yan merdivenleri var. Sağ tarafta da Fin Milli Kitaplığı’nın girişinde birkaç basamak farkediliyor. Ara sıra birileri gelip geçiyor. Bakıyorlar nelerin resimlerini çekiyorum diye. Neredeyse biraz sonra, solda katedralin dev merdivenleriyle Senato Meydanı önümde olacak. Yanından yola devam edeceğim. Meydana çıkmadan arkamdan sesler geliyor. Dönüyorum! Uzakta birkaç kişi var. Yaklaşıyorlar bana doğru. Üç kişiler. Gölgeleri seçmeye başlıyorum. Zaman mekân hepsi karışıyor. Gelenler tanıdık simalara dönüşüyorlar: “Aaa Akademi zamanlarımızdan, salgın öncesi İstanbul’da da görüştüğümüz Aslı (Özbay). Kapadokya’da değil miydi? Ya yine hocalık yılları ve öncesinde Yapı kürsüsünden Nüshet (Ak) Ağabey! Cunda adasında yaşamıyor muydu? Oradan paylaşmamış mıydı geçen gün? Eski İTÜ yıllarından tanıdığım Türkan (Ulusu Uraz)! Nasıl gelir taa Gazi Mağosa’dan? Niye gelirler bu salgında? Neden gelmişler, neden maske takmamışlar, neden hep birlikteler? Ya Eymen (Homsi) onları nereden tanıyor? Daha geçen gün Hakaniemi meydanındaki kafede görüşmedik mi uzun uzun, neden bana söylemedi?” diyorum kendi kendime. Kafam karışıyor! Hiç konuşmuyorlar. Birdenbire şimdi de pazar ayini için Beyaz Katedral’in çanları çalmaya başlıyor yanımızda. Aslı, sesin geldiği kuleyi bulmaya çalışıyor bakışlarıyla. Nüshet Ağabey düşünceli. Türkan onlara bakıyor. Eymen’in gözü ise çantasında. Sahne birden değişiyor. Çan sesi yok artık. Bana hâlâ hiçbir şey demiyorlar. Hepimiz şimdi birlikte sözleşmişcesine dikkatle yerlere, o izlere bakıyoruz. Kafamı
kaldırıyorum, cep telefonumla çektiğim fotoğrafı gösteriyorum. Elden ele dolaşıyor. Üçünün de kafaları biraraya geliyor, dikkatle bakıyorlar.
Aniden hatırlıyorum bir süre önce imajlardan birini Facebook sayfamda da paylaştığımı. Altına şöyle yazmışım: “Yolda… Bütün düzensizlikler hoş gelsin.” Çok sayıda beğeni var. Nüshet Ak şöyle yorumlamış: “Düzenli olanın da hakkını vermeyelim mi!” demiş. “Günaydın Nüshet Abim” diye yazmışım, “Tabii verelim. Bazen düzensizlikler de, raydan çıkmalar da güzel. Hatta çoğu düzensizliklerin de çok hassas dengeleri var herhalde”. Sohbetimize Aslı da katılmış: “Düzensizlikler iyi kurulmuş, işleyen bir düzenin içinde güzelleşiyorlar ve zenginlik yaratıyorlar. Sıradanlığı statükoyu sorgulayıp gelişimi sağlamak konusunda hep bir yararı var bu tür düzensizliklerin” demiş, çok beğendiğini de ilave etmiş ve bir mutlu yüz işaretiyle bitirmiş. Türkan en sonunda sohbetin finalini yapmış: “Sıradışı, bu yüzden dikkat çekici ve de bu nedenle düşündürücü”. Burada yaşayan aynı mahallede oturduğumuz ve sık görüştüğümüz Eymen ise hiç ama hiç konuşmuyor. Yine gözü çantasında, o her zaman taşıdığı eskidikçe güzelleşen siyahtan koyu griye çalan Marimekko çantasının fermuarını dikkatle, yavaş yavaş açıyor. Özenle elindeki tuttuğu kitabı bana uzatıyor. Hatırladım! Yolculuklarla ilgili unutulmaz bir köşe taşı bu! Robert M. Pirsig’in Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı. Aklıma bir başka özel yol kitabı, Jack Kerouac’ın Zen Kaçıkları geliyor nedense. Kitap elimde kalakalıyorum. Uzun uzun orasından, burasından ona bakmışım. Kafamı kaldırdığımda hiç kimse yok. Hepsi sözleşmiş gibi ortadan yok oldular. Bu paylaşımlar, bu sözler arasında kaldırımdaki adeta eskiz çizgiler arasında galiba düzeni, düzensizliği, bitmişliği, bitmemişliği buluyorum, herkesin durduğu yerde, baktığı açıya bağlı olarak.
Yolu bitirme zamanı. Meydanın yanından biraz daha yürüyorum. Arkama baktığımda sanki bu yolda farklı zamanlar, farklı anlar iç içe girmiş. Acaba bunun resmi nasıl olurdu diyorum. Yolun sonunu bulmalıyım. Biliyorum ama belki de hiçbir şey bilmiyorum. Bildiğim ve haritada da gözüktüğü üzere bizim mahallenin tepesindeki kilisenin önünden başlayan ve dümdüz giden Unioninkatu yolunun en sonunda bir parkta sona ereceği. Hatta bu yolun oradaki bir bina ve o binanın avlusu ile
biteceği. Yine yola koyuluyorum. Geldiğim kadar yürüyerek, hızla hiçbir yerde durmadan yolun sonundaki parka varıyorum. İşte solda biri kapısının üzerinde biri de daha yüksek kuleleriyle yine Lütherik bir kilise ve onun park tarafında mimar Juha Leiviska’nın kendine özgü tasarladığı duvarlarla biten kilisenin ekleri var. Devam edip her yeri yemyeşil olan parka giriyorum. Karşımdaki U şeklindeki bina, buraya adını vermiş ve ismi Tahtitorninvuoren puisto (Yıldız Gözlem Kulesi’nin olduğu Tepedeki Park) olmuş. Yolun sonu yoksa bu kule ile uçsuz bucaksız evreni gözleyen, yıldızlara bakılan bir yer mi diye aklımdan geçiyor. Gülmeye başlıyorum.
Parkta, yaşlı, genç, tek, çift, kadın, erkek, çoluk, çocuk dolaşıp duruyorlar. Hava güzel. Önümdeki yol kavisleniyor ve farklı yönlerde başka yollara açılıyor. Yollardan yukarı tepeye doğru çıkan sola doğru giden yine kavisli birini seçiyorum. Tepede de bir sürü yol var. Geldiğim yolun hizasında bu defa Kaivopuisto yani kuyu parkı tarafına, tepedeki bayır aşağı geniş merdivenlerden inmeye başlıyorum. Solda bir yarısı yapraklarını dökmüş bir söğüt ağacı geride kaldı. Şimdi de Solda Milli Romantik akımına göre yapılmış tarihi evlerin olduğu bir sokaktan geçiyorum. Bu parkın da girişinin benim geliş yönüme doğru olan karşı köşesinde bu defa bir Katolik kilisesi var. Her mezhebinden ama çok kilise gördüm, diyorum. Kilise’nin önünde yılbaşı süslemeleri, mumları, çörekleri satan tenteler kurulmuş. Tentelerin önünden ve kiliseye maskeleriyle girip çıkan kişilerin arasından geçip Kaivopuisto’nun (Kuyu Parkı) yine uzun yoluna kendimi atıyorum. Orada da bir önceki parkın girişinde olduğu gibi yol bir sürü yollara açılıyor. İleride istenirse çıkılacak bir tepe, gidilecek bir deniz kenarı ve parkın yolları ve etraflarında bir sürü bina ve onların aralarında da diğer yollar var.
Yazının bir yerinde şöyle demişim: “Eskiz yürümek, kısaca yol demektir, yolunuzu bulmak demektir”. Galiba büyük sır herkesin durduğu, baktığı, gittiği, gitmek istediği yerde. Bu defa ben yine tepeyi, Kaivopuisto Tepesi’ni seçiyorum. Ama oraya çıktığımda da yine farklı yerlere giden birbirine bağlanan diğer yollar var. Geldiğim yol bir ağacın dalından çıkan ve çoğalan diğer dallara benziyor ve bitmiyor, yazılar, çizgiler, eskizler, yollar gibi… Bir yol kimbilir kaç yol demektir?.. İçimden daha da ileri gitmek geliyor. Sanırım o yürüdüğüm gün Kaivopuisto’da çektiğim bu fotoğraf ise bütün bu hikâyenin özeti. Şöyle yazmışım günün akşamı Facebook’ta: “Kaivopuisto’dan… Çizgiler ne de güzel akmış”. Paylaşımı görüp bütün bu olanların, bütün bu hikâyenin, bütün bu yolun hiçbir yanından habersiz, Doğu Karadeniz’in Çinçiva Vadisi’nin saklı bir köşesinde uzaklardan kısa ama çok önemli bir yorum yazan kadim dost Timur Danış belli ki bu denemenin, bu eskizin son kelimelerini söylemiş. Şiirsel ve tek bir cümlesi ile yeniden yolları açmış bitmemişlik ile ilgili:
“Düşünsene o ağacın en ucundasın ve devamlı ilerliyorsun.”
1 H. Yanar, “Yaşamın Eskizi: Müzik, Mimari ve Ritim”, Görüş Yazıları, Arkitera, 12 Mayıs, 2020.
2 Bahsi geçen yazılar için bkz: H. Yanar, “Dünya Durunca: Proje, Eskiz ve Yaşam”, Zoom Konferansı, Cumartesi AURA’sı, AURA İstanbul, 2 Mayıs 2020. Yanar, “Kendimiz Olma Hali: Işığı, Kenti Yeniden Keşfetmek Üzerine”, Podcast kaydı: Ev ve Kent Hikayelemeleri, Mimarlık Fakültesi, Doğu Akdeniz Üniversitesi, Kuzey Kıbrıs, 22 Mayıs 2020. Yanar, “Eskiz Haller: Salgının Ortasında”, Zoom Konferansı, Deniz Dokgöz ve Rafet Utku ile, İzmir Mimarlık Haftası, 9 Ekim 2020. Yanar, “Hangi Mimarlık: İnşa, Eskiz ve Ötesi”, Konferans, Yıldız Teknik Üniversitesi, Alpay Aşkun Salonu, 28 Şubat 2020.
3 H. Yanar, “Sıradan Olma Hali: Yaşam ve Mimarlık”, Görüş Yazıları, Arkitera, 2 Şubat 2014.
4 H. Yanar, “Akademi ve İstanbul’un Masumiyeti: Varolmalar ve Yokolmalar Arasında”, Görüş Yazıları, Arkitera, 28 Eylül 2012.
5 H. Yanar, “Buzdolabı Gibi Mimarlık: Eskizler, Çizgiler, Kalemler Gezegeni Üzerine”, Görüş Yazıları, Arkitera, 2 Ocak 2015.
6 H. Yanar, “Mimarlık Batar mıydı; Hep Kritik Almalar Vermeler Olmasaydı”, Görüş Yazıları, Arkitera, 15 Haziran 2015.
7 H. Yanar, “Aynaların Dansı”, Tasarım ve Kuram, Prof. Muammer Onat özel sayısı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, cilt 7, İstanbul, s. 41-54, 2 Ekim 2011.
8 H. Yanar, “Bir Mimarlık Krallığı: Alvar Aalto, Finlandiya ve Ötesi”, Görüş Yazıları, Arkitera, 3 Şubat 2017. 9 H. Yanar, “Sessiz Bir Devrimin Hikayesi: Peyzajın Binaya, Binanın Eskize Döndüğü An”, Görüş Yazıları, Arkitera, 25 Ağustos 2014. 25 Ağustos 2014 ve bkz. “Okyanus Dalgalarını Çizmek” BETONART S. 12, s.48-57, 2006.
10 H. Yanar, “Yürümenin Mimarlığı: Urban Meditasyon”, Görüş Yazıları, Arkitera, 23 Mart 2015.
11 H. Yanar, “Mimari Tasarımda Ritmik Örgü ve Kurgunun Değerlendirilmesi: Ritmik Volümetri’nin Yeri”, Doktora Tezi, Bina Bilimleri Ana Bilim Dalı, Mimarlık Fakültesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul, 1994. Ayrıca bkz: H. Yanar, “Rhythmic Pattern as a Means of Settlement Layout Analysis Case Studies: Miletos, Çatal Höyük and Pergamon”, MPhil thesis, Post Graduate Research School, School of Architecture, Oxford Brookes University, 1992.