ÇORAK TOPRAKLAR, KEMİK VE GÜL: GEORGIA O’KEEFFE
XX. yüzyılın başında Amerikan sanatını modernizm ile tanıştıran Georgia O’Keeffe, bir ressam olarak dev tuvallere resmettiği makro çiçekler, hayvan kafatasları ve New Mexico’dan çöl manzaralarıyla; bir dekoratör olarak güneybatı Amerika’nın MeksikalıKızılderili karışımı stiline getirdiği Zen dokunuşuyla, Pueblo mimarisini dünyada bir fenomen haline getiren katışıksız minimalist tarzıyla tanınıyor.
‘Erkekler en iyi kadın ressamlardan biri olduğumu söylüyor. Ben ise en iyi ressamlardan biri olduğumu biliyorum’ sözüyle cinsiyet eşitliğinin öncü savunucularından biri olarak da bilinen Georgia O’Keeffe’nin II. Dünya Savaşı öncesinde Chicago ve New York’taki zengin sanat ortamlarında filizlenen sanat hayatı, savaşın başlaması ve diğer sanatçılar gibi Amerika’nın iç kesimlerine çekilme ihtiyacı hissetmesiyle bambaşka bir kimliğe büründü. Eşsiz doğası, kerpiç mimarisi ve yerel kültürüyle sanatına yepyeni bir yön kazandıran güneybatı topraklarındaki ilk evi Ghost Ranch’i 1940 yılında satın aldı. Biraz savaş şartları biraz da kişisel tercih sebebiyle kendi yiyeceğini üretmeyi kafasına koyan O’Keeffe, Ghost Ranch arazisindeki toprağın verimsizliği sebebiyle ikinci bir ev arayışına girdi. 1945’te Abiquiú kasabasında metruk haldeyken satın aldığı kerpiç evinin çevresinde hem organik tarım yaptı hem de burada daha sonra Pueblo mimarisinin dünya çapında tanınmasına sebep olacak atölyesini kurdu. Ardından toprak ekim işinin az olduğu yaz aylarını Ghost Ranch’te, kış aylarını ise Abiquiú evinde geçirmeye başladı.
Onun tuvallerinden tüm dünyaya yayılan New Mexico peyzajı; Amerika’da kısaca güneybatı stili olarak adlandırılan çağdaş Pueblo stilini günümüzde bu kadar popüler yapan en önemli detay. İç mekanda ışık ve gölge efektlerinin her türlü dekoratif öğeden daha değerli olduğu görüşünü savunan O’Keeffe’nin, mimari ve dekorasyon söz konusu olduğunda taviz vermez bir minimalist olduğunu söylemek mümkün. Ton sür ton renk skalasına eşlik eden modernizmin ikon mobilyaları, Alexander Calder mobil heykelleri, Pueblo stili çanak çömlek, koyun tüyünün doğal rengiyle dokunmuş etnik tekstiller, beyaz kağıt fenerler, kum rengi ve kırık beyaz duvarların önünde sergilenen ve tuvallerine sıkça yansıyan hayvan kafatasları, raflarda sergilenen kemikler ve mutfakta mutlaka kullandığı rustik detaylarla sadeliğin senfonisini yazan O’Keeffe, 98 yıllık yaşamının 60 yılını bu iki ev arasında yaşayıp çalışarak geçirdi. 1950’lerde dünya turuna çıkan sanatçının tuvallerinde, kıyafetlerinde özellikle Japonya gezisi sonrasında minimal modernden Zen minimalizmine geçişi gözlemek mümkün. İkisi de Pueblo stili kerpiç mimari detaylarına sahip, dışarıdan bakınca bitki örtüsünün arasından çıkan kübik kayalar gibi görünen evlerinin ortak özelliği, yapıların içinden dışarıya, uçsuz bucaksız çöl/ ova manzarasına açılan tam cephe açıklığındaki pencereleri. Her pencere adeta birer Georgia O’Keeffe tablosu.
‘KEŞKE TÜM INSANLAR BIRER AĞAÇ OLSAYDI. ANCAK O ZAMAN ONLARDAN KEYIF ALABILIRDIM.’ GEORGIA O’KEEFFE