İSTİBDAT REJİMİ VEYA “BAŞKANIN ADAMLARI”: MİLLİ DEĞİL KEYFİ, YERLİ DEĞİL YERSİZ KURULLAR
Cumhurbaşkanı kendine bağlı çok sayıda kurul oluşturdu ve bu kurullara atamalar yaptı. Kurulların kimlerden oluştuğundan daha önce nasıl oluşturulduğu çok daha önemli bulunuyor.
Gerçeğe bakılmıyorsa “ÖLÇÜ” yoktur. Ölçü, ratio yoksa, AKIL (rasyonellik) yoktur. Ölçü oran yoksa ADALET yoktur. Ölçü oran kural yoksa Montesquieu’nun vurguladığı üzere geriye “KEYFİ YÖNETİM”, “KURALSIZ DESPOTİZM” yani “İSTİBDAT” vardır. 10 Ekim Ankara Garında yaşananlar istibdat rejiminin ürünüdür. Keyfi kurullar bu tip rejimin parçasıdır.
Kuralsız yönetim despotizmdir, istibdattır. İstibdat yani baskı ve korkutma; kuralsız yönetimin zorunlu bir sonucudur. Çünkü akıl ve gerçekçi kural yoksa yapılanın meşruiyeti (akla hakka dayalı olduğu, meşru olduğu) kamuoyuna ve halka anlatılamaz. Geriye baskı ve korkutma kalır. Osmanlı bu sebeple “istibdat” rejimi sayılmıştır. Suudi Arabistan tam bir istibdat rejimidir.
Platon, bozuk rejim biçimlerinden “zorbalık”ın demokrasiden doğduğunu ifade ediyordu. Demokrasi giderek memnuniyetsizlikleri bastırmak ve kendi iktidarını korumak ve sağlamlaştırmak için zorbalığa döner; zorba karşısına çıkabilecekleri saf dışı etmeye başlar, yapıp ettiklerinde ses çıkarılmaması için de çok kere savaşa (korku, baskı, şiddete) başvurur, diyordu. Michels’in “oligarşinin demir kanunu” da özellikle sosyalist bloğun başına gelen böyle bir dönüşümü anlatmaya çalışıyordu, halk yönetiminden parti yönetimine geçişin sorunlarını dile getirmeye çalışıyordu. Karar vericiler, doğrulanmak ihtiyacı içinde olduklarından dolayı, destek elde etmek için bir yandan bilgiyi manipüle ederken giderek etraflarına da sadece kendisini destekleyici sözleri duyacağı kişilerle doldurup büyük bir kısır döngüye düşmekte, daha da kötüsü kendi ürettikleri söylemlere kendileri de inanmaya başlamaktadırlar.
Yöneticiler ne görmek istiyorsa öyle yapıyor, öyle yapılınca olan bitenin kendini doğruladığına, öngörülerinin doğruluğuna, kehanetlerini gerçekleştirdiğine inanmaya başlıyor.
Başkan kendini yanlışlayacak kurullar kurmayacağına göre, kurullar hem kendi kendilerini hem de başkanı doğrulayacaktır.
Umarım öyle değildir ama işin en kötüsü kurulların “iş/işlev” için değil de kamuoyuna “tek adamlık değil”, “ortak akıl işliyor”, “çok mühim kişilerle birlikte çalışıyoruz” diye meşruiyet aracı gibi kullanılması, aklı bilimi kullandığı görüntüsü vermesi için oluşturulmasıdır. Gerçekten aklı bilimi kullanıyorlarsa söylenecek bir şey yoktur.
“Politika zaten böyle bir şey, bunda bir gariplik yok” da denebilir ama araçsallaşan akıl ve bilimin sonucunun ne olduğu da bellidir. Araçsallaşan akıl ve bilim başkalarının kurduğu oyunda figüran olmak anlamına, giderek doğrulardan ve gerçeklerden kopmak anlamına gelmektedir. Araç amaç olmakta, akıl ve bilim amaçları belirlemede değil başkasının koyduğu amaçlara aracılık etmede kullanılmaktadır. Bu aklın bilimin hem kendi kendini hem de toplumu inkar etmesi demektir.
Kaygım o ki, tüm bu kurullar amacı belirlemek üzere değil, belirlenmiş amaçlara hizmet etmekte kullanılacaktır.
Bu kanaate nereden vardığım sorulacaksa, 1) isimlerin bir kısmının uzmanlıktan çok vitrindekilerden oluşmasından dolayıdır. 2) Bir arama veya ölçü ile değil keyfi olarak başkanca atanmalarıdır –liyakatin ikinci sırada kalması veya hiç dikkate alınmamasıdır. 3) Yapacakları işte başkandan başka diğer kurum ve halka karşı hiçbir sorumluluk tanımlanmamasıdır.
Kurulun görevleri başkana hizmet ise ve kurul üyesi olabilmenin tek yasal koşulu “başkanca atanmak” ise o halde ortada kurul veya kurul üyeliği değil “başkanın adamları” pozisyonu ve rolü kalmaktadır. Kamuoyu da zaten tüm bu kurul üyelerini “başkanın adamları” olarak (başkana yakın kişiler) olarak algılamaktadır ki, bu algı da hatalı sayılmasa gerektir.
Birinin “adamı” olmak nasıl bir şey, bununla ilgili bir yorum yapmayacağım.
Sadece “Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu”na bakacak olursak, üyeler arasında Memur-sen eski Genel Başkanı ve eski AKP Milletvekili Ahmet Gündoğdu (dinci eğitimi ve karma eğitime karşı tek cinsli sınıfları savunuyor), MEB Özel Öğretim Kurumları eski Genel Müdürü Kemal Şamlıoğlu, işletme kökenli eski TUBA Başkanı Acar, vakıf üniversitelerinden Doğramacılara yakın Atalar, yine vakıflardan Vardar, İnan vb. Bunlar arasında eğitim hakkını, eleştirel düşünmeyi, üniversite özerkliğini ve bilimsel özgürlükleri savunan kim var, ben çıkaramadım.
Kurula bakınca okul ve üniversitelerde bir yandan dincileşme-ırkçılaşma (örneğin tüm ırkçılıkların kökünü oluşturan cinsiyet ırkçılığı, karma eğitimin zayıflatılması), diğer yandan özel (vakıf) üniversiteleşme, özel okullaşma, paralı okullar, cemaat okul ve yurtları, Bologna Süreci (mütevelli heyetleri, piyasalaşma –öz kaynak yaratımı- ve standardizasyon) artarak devam edecektir.