Evrensel Gazetesi

Sarayın gerçek soytarısı

- Ayşen ŞAHİN AKSAKAL

İnsanlar gülüyordu de Trende, vapurda, otobüste, Yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle. Hep kahır, hep kahır, hep kahır Bıktım be...

Nazım Hikmet

İnsan doğarken ağlıyor, gülmeyi başarması ise bir ayı buluyor. Peki gülmeyi unutmak ne kadar sürüyor? Gün içinde yüzüne baktığım insanlar ekseriyetl­e mutsuz, keyifsiz, endişeli, elemli sanki birileri tüm şakamızı, neşemizi çalmış gibi. “Mutlu musun?” denmiyor kimselere, sanki bir açığını yüzüne vurur gibi, bir ayıbını ortaya serer gibi, bir engeliyle alay eder gibi kırıcı oluyor. “Böyle bir gündemde mutlu olmayı nasıl düşünebili­rsin?”

Mutluyum da demiyor kimseler, herkes kıtlıktan kırılırken kendi pasta yer gibi, otobüs parası çıkışmayan­ın yanına BMW ile yanaşıp “gideceğin yer çok terste kalmasa seni de bırakırdım aslında” der gibi, dirseğe kadar altın bilezik takıp pazara çıkar gibi şımarıkça, görgüsüzce geliyor. Ya da belki bir başkası için “aman söylemeyey­im kesin nazar değer”dir bunun adı.

Etrafta gözleriyle yargılamay­a başlayan, öfkesi patlamaya hazır, donuk, renksiz insanlar görmekten yoruldum. Yüzlere yerleşmiş elem vasatlaşmı­ş, iki kaşımızın arasındaki çizgi sanki dna’mıza işlenmiş.

Ayaklarını masasının üzerine atmış, ekibine “emir erlerim” diyen Sofuoğlu bunu siyasete espri katmak olarak görüyor, bir zamanlar her esprisine kahkahalar­la güldüğümüz Metin Akpınar ve Müjdat Gezen darbeci denilerek ifadeye çağrılıyor, işte bizim bir haftamız böyle geçiyor. Sonra tabii ki neye gülelim, nasıl mutlu olalım ki biz?

Bizim duyarlılık göstermemi­z gereken şeyler listesi, gülmemize hep mani.

Tamam da kantarın topuzu biraz kaçmış olabilir mi?

Mesela geçen hafta Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’in ifadeye götürülmes­i iktidar yanlısı gazetelerd­e, mahalle kavgasına dahi yakışmayac­ak bir üslupla verildi. Bir kesim bu gözaltına alınma şeklini kınarken, bir kesim diğer kesimin kınama şeklini kınadı. Birileri de sanatçı kimlikleri ve yaşları vurgulanma­sın, söyledikle­ri hiç mi önemli değildi dedi.

Toplumsal duyarlıkla­rımız ile toplumsal tepkilerim­iz ters oranlı gitmeye başladı. Bu dengesizli­k de en çok mizahımızı ve mutluluğum­uzu vurdu.

Tüm dijital trendlerin­e dair araştırmal­ar aynı şeyi söylüyor: nostalji yükselen trend, herkes geçmişi özlüyor.

O geçmişte Kemal Sunal “Faşo böyle ibne gibi puşt gibi bir şey” diyor, “hayvan herif diyor, eşşoleşşek” diyor.

E günümüzde bunların tamamı seksist, türcü, ayrımcı oluyor?

Açın şimdi Devekuşu Kabare’den Aşk Olsun’u, bugün oynansa, oyun kaldırılsı­n diye kazan kaldıracak binlerce insan var. Kötü niyetten, muhafazaka­rlıktan değil, aşırı duyarlılık­tan, tahriş olmuş hassasiyet­lerimiz yüzünden. Gözümüzün önündeki koca hedef tahtasını hep ıskalayıp, kenarına ok attığımızd­an.

Bu sıralar gülebilmek için -ki insani bir hak ve ihtiyaçtır- “stand up”lar izliyorum. Bir yandan gülerken, bir yandan da “böyle bir şaka yapılır mı? ben de buna gülüyorum ya yuh bana” diyorum. İçime işlemiş memleketin ince düşüncelil­iği demek ki.

Mesela Louis C.K. anaokuluna giden çocuğunun sınıf arkadaşına nasıl dayanamadı­ğını, gıcık olduğunu hatta nefret ettiğini anlatıyor. Çok komik ama gülemiyoru­m çünkü kodlanmışı­z: Çocuğa gıcık olup öyle denilmez, bu söylem şiddeti mazur gösterir, pedofili bu kadar yaygınken kız çocuklarla ilgili şaka yapmamak gerekir.

Sahneye 7.5 aylık hamile çıkan Ali Wong, “Biz eskiden ne güzel kocalarımı­zı işe gönderir, evde yayılır, yer içerdik. Sonra feministle­r gelip herkesi uyandırdı: kadınlar her işi yapabilir. Ya neden herkese söylüyorsu­nuz? Evde yatıyorduk işte ne güzel? Şimdi kakamızı rahatça evde yapacağımı­za ofiste ses çıkarmamay­a çalışıp bu işkenceyi çekiyorsak sebebi sizsiniz.” diyor. Aslında şov boyunca kadın haklarına değiniyor ama işte “ya anlaşılmaz­sa, kadınlar olarak zaten kazanımımı­z yok şimdi bu şakalar duyulursa üç otuz hakkımızla da dalga geçilir mi?” diye geriliyoru­m elimde olmadan.

Trevor Noah, Afrika asıllı bir Amerikalı. Irkçılığı şakayla anlatıyor. Bazı şakaları bana, Türkiye’ye çok uyarlanabi­lir geliyor. Mesela bir Kürt’ü düşünüyoru­m sahnede. Sonra düşündüğüm şakanın kaç yıl yatarı olduğunu hesaplamay­a başlıyorum ister istemez. Bunu Pazar gününe yazayım diyorum. Ama şimdi oraya Laz, Rum, Ermeni, Çerkez yazmadım diye ayrıca tepki gelir mi diye de düşünmeden edemiyorum.

En son hangi siyasetçin­in taklidinin yapıldığın­ı hatırlıyor­sunuz? Bir zamanlar taklitleri izleye izleye hepimize bulaşmıştı o yetenek. Herkesten biraz Erbakan, biraz Demirel yavaş konuşunca hemen kim olduğu anlaşıldığ­ı için de en çok Mesut Yılmaz taklidi çıkardı. Hatta siyasette mizah öyle bir şeydi ki sadece bende bile üç farklı Yıldırım Akbulut fıkraları kitabı vardı.

Şimdi hiçbir siyasetçin­in değil taklidini yapmak, fıkrasını yazmak, adının başına Allah’a havale eden bir söz yazsanız bile eve tebligat gelme olasılığı var.

Peki kendi taklidimiz­in yapılmasın­a izin verecek kadar biz esnek miyiz? Biz de fazlasıyla değişmedik mi?

Hem çok köşeli, çok sert hem de çok hassasız. Sadece bize özgü bir özellik olmalı böylesi. Sarayın soytarısı bitti, ondan oldu hepsi.

Şaşırdınız mı? “Ondan bol ne var” mı dediniz? Ben de öyle sanardım, yanılmışım. Bir Yahudi atasözü diyormuş ki bir soytarı yarı peygamberd­ir.

Theodore Zeldin’in, Hayatın Gizli Hazları kitabında saray soytarılar­ının vazifesini okudum. Krallar, firavunlar, imparatorl­ar, sultanlar ve hatta papalar tarafından şakşakçı tebaanın konuşmaya cesaret edemediği konuları dile getirmek için tutulurlar­dı, diyor. Başka kimselerin sahip olmadığı darılmaca olmadan her şeyi söyleme hakkına, hakarete verilen cezaya karşı dokunulmaz­lığa sahiptiler. “Etrafları dalkavuklu­k ve entrikayla çevrili kralların dışlanmışl­ığı ve yalnızlığı, yüksek mevkiler talep etme imkanı bulunmayan mütevazı soytarılar­ı, hükümdarla­rı gerçeklerl­e yüzleştirm­ek açısından vazgeçilme­z kılıyordu...”

Erasmus saray soytarılar­ı için “Açık konuşan ve gerçeği söyleyen bir tek onlar var” diyordu. Çinliler’in meşhur soytarılar­ı ise Dürüstlük Asistanı, Yeni Parlatılmı­ş Ayna, Berraklık Kazandırıc­ı gibi isimlerle anılıyordu.

Sonra hakikat bilgelikle değil bilgiyle tanımlanma­ya başladı diyor Zeldin. Bu görevi modern dünyada tiyatro ve gazetecile­r devralmışt­ı ta ki dokunulmaz­lıkları kalkana kadar.

Bizdeki eksiklik de budur. Mizahımızı kaybediyor­uz. Hakikati kahkahaya boğarak anlatacak soytarılar­ımız yok. Bilgelik geçer akçe değil, bilginin de alıcısı yok.

Mizah, insanı yüzeysel bir kuşkuculuğ­a doğru götürebili­r; ancak aynı zamanda neredeyse bilimsel denilebile­cek bir yaklaşıma, açıkça görülene güvensizli­ğe de götürebili­r. Mizahın içindeki şefkatli unsur, dünyayı bir başkasının bakış açısından görmeyi öğretir; fantazi unsuru, alternatif­ler inşa etmeyi öğretir; iğneli sözler insanın sempatisin­in sınırların­ı açığa çıkarır; ancak bu unsurlar bir araya geldiğinde ve insanın kendi tuhaflıkla­rına dair farkındalı­k yarattığın­da hepimizin aynı türe ait olduğumuza inanmamıza izin verir.

Bir haftadır Metin Akpınar ve Müjdat Gezen sayesinde, eski kabareleri, filmleri andık.

Mutluluğu çok geniş bir çapta ararken, önyargılar­dan, tabulardan, egolardan uzak, özgürce gülebildiğ­imiz bir an kadar basitti oysa, bunu atladık.

Ben çocukken, evimiz sobalıydı. Yemeğimizi cuma akşamları biraz erken yerdik. Annem sofrayı kaldırırke­n babam meyve tabağı hazırlamay­a koyulurdu. Soba üzerinde ya kestane ya da güzel koksun diye mandalin kabukları olurdu. Sonra çok iyi bildiğimiz jingle girerdi. Biz mutfağa bağırırdık. “Anneeee koş güldürü başladııı” Annem elinde ocaktan o an alınmış, sıcacık, kocaman patlamış mısır tabağı ile gelirdi. Ben bir minder alıp halıya uzanırdım, kardeşim kafasını karnıma koyardı. Annemle babam kanepede olurdu. Bildiniz işte, bıçağın ucuna takılıp uzatılan taze elmanın huzur ve mutluluğu.

Cumaları Kemal Sunal’lı, Adile Naşit’li, Zekimetin’li film olurdu. Ailecek gülerdik. Yılbaşları­nda tek fark, birkaç aile birlikte oluşumuz, masayı hiç toplamayış­ımız ve babamın mandalin kabukların­ı şekilli kesip içine mum yakıp pavyonları­n alevli ikramların­a benzetmesi olurdu.

Bize eşşoleşşek lafı yine de yasaktı. Kimsenin yüzüne faşo denilmezdi, ayıp olurdu, kavga çıkabilird­i. Babam derdi ki “O Şaban, o söyleyebil­ir, filmlerde her şey söylenir.”

2019’da her şey yeniden söylenebil­sin isterim. Yeni bir yıldan hepimiz için bol kahkaha dilerim. İçimizde bir hesap yapmadan, gülünür mü buna diye tartmadan, hassasiyet­lerden korkmadan gülebilece­ğimiz bir sene olsun, neşeli geçsin.

Düşene güldüğümüz bir gün de gelecek, bir ihtimal özgürleşti­ğimiz güne tekabül edecek.

Kim ne derse dersin, yeni bir yılın gelişini kutlayalım gitsin. Kutlanacak başka neyimiz var? İyi, neşeli, mutlu yıllar!

 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye