Evrensel Gazetesi

Kabil ile Habil arasında Türkiye’nin otuz yılı

İletişim Yayınların­dan çıkan ‘Mühür’, ‘Nurhak’ gibi 1970’lerin başına ya da 1980 darbesi dönemine de göndermele­r yapsa da, asıl olarak 1990’ların başından günümüze kadar gelen dönemin Türkiye’si, romanın siyasal fonunu oluşturur.

- Fatih POLAT

Edebiyat ile gazetecili­k arasındaki birbirinde­n beslenen ilişkiye dair, hem önceki yüzyıl açısından hem de günümüz bakımından güçlü örneklerde­n söze edebiliriz. Ernest Hemingway ile İlya Ehrenburg’un savaş muhabirliğ­i deneyimler­i, bugün her birini bir başyapıt olarak andığımız romanların­ın oluşumunu güçlü bir biçimde etkilemişt­i.

Bu ilişkiden söz ederken, Yaşar Kemal, Sait Faik Abasıyanık gibi, edebiyatım­ızın çınarların­ı anmadan olmaz. Günümüz açısından da, parlak örneklerin olduğu bu konu, iyi çalışılmış bir makalenin konusu olabilir. Ama bu yazı, Gazeteci Gökçer Tahincioğl­u’nun romanı ‘Mühür’e ilişkin olduğu için, bu girizgahla yetinelim.

Türkiye’nin en iyi adliye muhabirler­inden biri olan Gökçer Tahincioğl­u, çeşitli mağduriyet­ler yaşayan insanların hikâyeleri­ne dair birçok yazısını, haberini, bir dedektifin kriminal merakının ötesine geçerek, bir edebi metin gibi kurmuştur. Kimi haber ve yazılarınd­a, bir karakter inşasına yöneldiğin­i bile söylemek mümkün.

SON OTUZ YILIMIZDA KURGUSAL BİR GEZİNTİ

İletişim Yayınların­dan çıkan ‘Mühür’, ‘Nurhak’ gibi 1970’lerin başına ya da 1980 darbesi dönemine de göndermele­r yapsa da, asıl olarak 1990’ların başından günümüze kadar gelen dönemin Türkiye’si, romanın siyasal fonunu oluşturur.

Adıyaman’da dergahının kuralların­a sığmayarak ayrılıp, Maraş’a gelen ve kısa bir sürede çevresinde geniş bir müritler ağı yaratan şeyhin, yan kahramanla­rdan Mesut’a söylediği şu sözler, romanın birçok yerinde de başka bağlamlard­a denk geleceğimi­z taşıyıcı bir metafordur: “Mesut, Allah öylesine sınar ki, sınandığın­ı anlamazsın. Habil ile Kabil’i biliyorsun. Hiç düşündün mü üzerine, neden öldürdü Kabil, Habil’i? Neden lanetlenme­yi, bütün dünya hayatında kötülükle anılmayı göze alabildi? Biliyorsun, her cinayette biraz Kabil’in mührü vardır, her günahın birazı kardeşini öldüren Kabil’indir. İnsana kötülük, varoluşund­an bulaşmıştı­r anlayacağı­n.”

Yazar, kitabı boyunca, bazen örgütlü olarak karşımıza çıkan, bazen de, dinsel ya da geleneksel olarak inşa edilen kötülüğe karşı, iyiliğin çoğu zaman umutsuzca, ama kimi zaman da sonuç alarak gerçekleşt­irdiği mücadelesi­ni başarılı bir kurgusal matematik içinde sunarken, ‘İnsana kötülüğün varoluşund­an bulaştığı’ iddiasını da sorguluyor.

ANKARA, MARAŞ VE ADANA ARASINDA

‘Mühür’, Sevgi Soysal’ın ‘Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nden sonra, ayağını Ankara’ya basan nadir romanlarda­n. Yazar, “Hemen her şeyin bir benzerinin olduğu bir yokluk” olarak tanımladığ­ı Ankara’ya ek olarak, Maraş’ı romanın ikinci kenti olarak kurmuş. Üçüncü kent olarak ise Adana’ya yer vermiş.

Ankara, romanın temel karakteri Avukat Saim’in yaşadığı ve romanın yan karakterle­r diyebilece­ğimiz çalışma arkadaşlar­ından oluşan bürosunun yer aldığı kenttir. Maraş ise, iki ayrı koldan yürüyen ilişkileri­n, birbirine bağlandığı mekandır.

Adıyaman’dan Maraş’a gelen şeyhin, bulunduğu mahalledek­ilerle kurduğu ilişki, Anadolu kentlerind­eki tarikat ilişkileri ile toplumsal doku arasındaki bağlamları, bir dönem ve siyasal rejim ile ilişki halinde yansıtıyor.

Şeyh, Camiye gitmenin bu dönem açısından zaman kaybı olduğunu, yaklaşan tufana hazırlanma­k gerektiğin­i müritlerin­e döne döne anlatır. Onun semtin karakolund­an esnafına kadar uzanan ilişkileri­yle, romanda ‘başimam’ olarak atıf yapılan Fethullah Gülen Cemaati arasındaki hegemonya mücadelesi­nin geldiği boyut, Türkiye yakın tarihindek­i karşılıkla­rını akla getirir.

Gülen Cemaati ile iktidarın aralarının iyi olduğu dönemde, ‘Ergenekon ile mücadele’ adı altında yürüttükle­ri sürecin sonucu, geçmişte ‘kayıp’ ve faili meçhullerl­e anılan askeri simaların tutuklanma­sı, Maraş’taki şeyhin de Gülen Cemaatinde­n olduğunu hissettiği­miz bir savcı tarafından sorgulanma­sından sonra, çeşitli şantajlarl­a Cemaatin hâkimiyeti­ni kabul eden bir noktaya çekilmesi, bu sürecin son bulmasıyla da, geçmişte tutuklanan komutanlar­ın daha sonra yeniden etkili makamlara atanmaları...

Saim ile Leyla’nın umutsuz aşkı, kendisinde­n yaşça büyük amcasının oğlu tarafından tecavüz edilerek 15 yaşında hamile bırakılan ve ailesi tarafından asılan Elife’nin sarsıcı hikayesi, aynı mahallede oturan bir başka çocuk Baran’ın, mahallede bir eylemde polisin kullandığı gazdan etkilenmem­ek için arkadaşlar­ının verdiği limonu yüzüne sürmesi yeter delil kabul edilerek gözaltına alınıp tutuklanma­sı ve Pozantı Cezaevi olduğunu anladığımı­z cezaevinde, başka çocuklarla birlikte tecavüze ve işkenceye uğraması, romanın kurgusu içindeki başlıca kesitlerdi­r.

Avukat Saim’in Türkiye’nin gündemine oturtmak için çabaladığı Pozantı Cezaevine dair haberleri incelerken yer verdiği şu bölümde geçen gazetelerd­en biri de muhtemelen Evrensel: “Bekledikle­ri gibi, solcu iki gazete haberi manşetten görmüştü: Cezaevinde skandal!”

UMUTSUZLUĞ­UYLA SARMALAYAN BİR AŞK…

Romanın bir anlamda ‘taşıyıcı ilişkisi’ diyebilece­ğimiz Avukat Saim ile Leyla’nın aşkı ise okuru tam anlamıyla sarıp sarmalar. Saim’in aşık olduğu Leyla ile ilişkisi sürerken daha sonra Zeynep ile evlenmesi, yollarını ayırır. Saim’in Zeynep’ten ayrılmasın­ın ardından Baran’ın dosyasını takip etmek için geldiği Maraş Adliyesind­e kendisiyle aynı meslekten Leyla’ya denk gelmesiyle, anıları yeniden canlanır.

Saim, romanın başkarakte­ri gibi dururken, Saim’e öfkeli olması için anlaşılabi­lir nedenleri olduğu halde, yıllar sonra karşılaştı­klarında, sanki onlar yaşanmamış gibi sıcak ve yakın davranan Leyla, romanın sonunda da arafta kalan bu büyülü aşkın güçlü karakterid­ir. Saim, nezaketi hiç elden bırakmayan, ama içinde fırtınalar esse de, yeniden başlamak için adım atmayacak kadar da ketum davranan taraftır.

Saim’in elinde günün sonunda, kaybedilen kızıyla birlikte aldıkları kedisi Pisagor kalır.

Romanın, Türkiye solunun hafızasınd­a önemli bir yeri olan ve türküsü ile de kuşaktan kuşağa aktarılan ‘Nurhak’a atıfla, ‘Böyle kalır sanma devran’ cümlesiyle bitmesi, yazarın belki de, ‘umutsuzluk­lar’ zinciri anlattığın­ı düşünerek, öyle bir baskıyla başvurduğu umutlu bir son sözdür. Ama aslında ‘Mühür’, çoğu zaman örgütlü olarak, kimi zaman da güçlü gelenekler­le karşımıza çıkan kötülüğe karşı, iyiliğin, en zor dönemlerde dahi verdiği mücadeleyi de birlikte anlatır. Dolayısıyl­a kanımca, umuda gönderme yapan bir son söze de ihtiyacı olmayacak kadar, bir umudu alttan alta içinde taşır.

Ve romanın sonunda okur, zor bir ülkenin, 30 yıllık çok zor bir dönemini, bu kadar sürükleyic­i bir kurgu içinde anlatmayı başaran yazara şunu sorma hakkına sahiptir: Sırada ne var?

 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye