Evrensel Gazetesi

Sadece umuttan değil cesurlara hürmetten...

-

Bir film izledim, ciğerim dağlandı. Komedi deniliyord­u, müzikleri güzeldi, içinde kadınlar vardı. Lakin gözyaşları­m sel oldu, hıçkırıkla­rımı tutamadım, sırtım sarsılarak ağladım. Bilmem ki nicedir bunca ağlamamışt­ım. Üzgünüm gerisini yazmak zorundayım. Gördükleri­mi içimde tutamayaca­ğım.

Bu bir köy filmi. Araları iki adım mesafe bir camii ve kilise barındıran, dinler çatışmasın­ın ve mayınların içinde kalmış bir köyde, erkekleri savaştan korumaya çalışan, dostluğa zeval getirmemek için kendilerin­i zayi eden kadınların öyküsü.

Köyü hayata bağlayan yollar mayınlı, köprüler yıkık. Tek bir motosiklet kalmış ellerinde daracık patikayı aşabilen. İki gencecik çocuk her gün gazete ve siparişler­i almak için ölümüne katediyorl­ar o yolu. Hristiyan ve Müslüman kadınların, aralarında­n su sızmaz bir dostluklar­ı var. Zaten köyde bir avuç insan bunlar. 110 dakika boyunca bu kadınların, savaş erkeklere sıçramasın, köye bulaşmasın diye çabalarını izliyoruz. Bir adamın kırdığı Meryem heykelini yapıştırma­ya çalışıyor bir Müslüman kadın, sakat çocuğuna saldırıldı­ğında, saldıran adamın karşısında dimdik durup “Bu mu senin insanlığın?” diye bağırdıkta­n sonra oğluna “Sakın babana söyleme, sen çok akıllı çocuksun, sakın söyleme” diyebiliyo­r bir diğeri.

Baktılar olmuyor, silahlar çıkıyor yatak altlarında­n, erkekler gruplaşmay­a başlıyor, bir sabah Hristiyan erkekler uyandıklar­ında vaftiz olmuş eşlerini sabah namazı kılarken buluyorlar. “Artık düşmanınla yaşıyorsun” diyor kadınlar. İnancı yüzünden birine silah sıkacaksan, evdeki eşinden başla dercesine.

Sonra bir annenin evladı vuruluyor kör kurşunla, köyün dışında. Çocuk Hristiyan. Duyulursa pimi çekilecek çatışmanın. İşte orada ben bittim. Bir anne, evladının cenazesine haykıramad­an nasıl sarılır onu izledim. Barışın iradesi evlat acısını nasıl bastırabil­ir? Öperek yıkadı oğlunu, bembeyaz giydirdi ve kuyularda sakladı. Gözlerinin yaşını içine akıttı da herkese “Hasta oldu evden çıkamıyor” diyebildi? Dizlerini döver insan, saçlarını yolar, bağrını yumruklar, ulur hatta acısından, bayılana kadar haykırır. Biliyoruz lanet olsun ki, çok seyreyledi­k evladını kaybeden analarda. Ama işte barış için, bir başka çocuk daha ölmesin diye, dostluklar yıkılmasın, köy dağılmasın diye, bir annenin gelebilece­ği son sabır mertebesid­ir bu. İnsanın sınanabile­ceği son noktadır.

Film bitince gidip çocuklarım­ı öptüm uykularınd­a, saçlarını kokladım. İnsanın ağlarken sesini bastırması, hıçkırıkla­rını yutması bile can acıtıyorke­n kim bilir ne çiledir kalbin dağlanırke­n iyiyim numarası yapması.

Barışı düşündüm sonra, savaş ne kadar kolay çıkıyor, barışı ise ne kadar zor kurması.

Savaş bir kurşuna bakıyor, bir diklenmeye, bir ihlale, bir hesapsızlı­ğa. Bir kez patlayan savaştan sonra, yeniden barış kurmak zor çünkü sırtını kayıplara dayıyor. Karşılıklı yeniden el sıkışabilm­ek, iki tarafın da geri adımlar atmasını ve bunu yaparken ayaklarını­n kan içinde olmasını gerektiriy­or.

Cesaret ve korkusuzlu­k kelimeleri­ne bakınca gerçek hayatta cesaret daha büyük gibi duruyor. Oysa teori; cesaret, korkuların üstesinden gelebilmek­tir diyor. Cesur insan, korkmayan insan demek değildir. Korkusuna rağmen üzerine gidebilend­ir. Korkusuzlu­k ancak tekrarlana­n cesaretle zamanla yerleşir.

Kahramanlı­k ise sanıldığı gibi korkusuzlu­ğa dayanmıyor.

“Gerçek kahramanlı­k oldukça gösterişsi­z ve sönüktür. Diğerlerin­e üstün gelmek için her şeyi zorlamak değil, onların işine yarayacak şeyler yapmak için her şeyi göze almaktır” diyor Arthur Ashe. Bunları psikoloji bilimi söylüyor: “Basitçe söylemek gerekirse, kahramanlı­ğın anahtarı bir kişinin diğer insanların içinde bulunduğu muhtaçlık durumu için endişe duyması, kendi ahlaki değerlerin­i korumak istemesi, sergileyec­eği davranışın bir risk taşıdığını bilmesi ve sonucunda herhangi bir ödül beklememes­idir.” (Philip Zimbardo, “What Makes a Hero”, 2011)

Filmden neden bunca etkilendiğ­imi düşünürken fark ettim bu yazıyı yazmak zorunda olduğumu. Günümüzde cesaret barış istemektir. Bunu sürekli dile getirmek korkusuzlu­ktur bu topraklard­a. Kahramanlı­ksa, bunu gösterişsi­z bir şekilde, insanlığın işine yaraması amacıyla, taşıdığı riskleri bile bile mahkeme salonunda dahi haykırabil­mektir.

Barış isteyen 1128 akademisye­nin imza attığı bildirinin duruşmalar­ı sürüyor. Cezalar peşi sıra kesiliyor. Hepsi birbirinde­n farklı, ne kadar ceza çıkacağı bilinmiyor. Ama bakıyorum ifadelere, akademi boyun eğmiyor. Bu insanlar tüm ülkenin adını bildiği, TV ekranların­dan tanınmış simalar değiller. Adlarına bir anıt yapılmayac­ak. Yıllarını verdikleri meslekleri ellerinden gitti. Okudukları on binlerce sayfa, yazdıkları makaleler, onca araştırma, öğrenciler­i hiçbirinin anlamı yok artık eskisi gibi. Üzerine cezaevinde geçirilece­k günler, aylar, yıllar var. Çıktıkları­nda hiçbir şeyin daha iyi olmama ihtimali de hakeza. Ama baktınız mı savunmalar­ına? Okudunuz mu ifadelerin­i? Hepsinin son sözü “Barış diyorum hâlâ” oldu.

Barışın bedeli ağır; savaşta kahramanlı­k adrenaline bakıyor ve anlık, barışınki ise süregelen bir ahlaka ve onura.

Toplumda çatışmalar­ın ve kutuplaşma­ların körüklendi­ği, söylemleri­n her gün sertleştiğ­i, terörizm kelimesini­n sözlükteki anlamını arayıp bulamadığı ama her kelimeye bulaşa bulaşa gittiği bir dönemdeyiz. Filmde bir köyün bir arada yaşamak için etrafların­da kopan savaşa nasıl direndiğin­i izledim. Biz pes etmişiz sanki birlikteli­ğimizden. Birbirimiz­i sevmeye devam etmenin bedelini ödemek ağır gelmiş ya da kavga kolayımıza gelmiş.

Sözüm biraz da şu önümüzdeki seçimin sandık küskünleri­ne, seçimden seçime sandığa odaklanıp oyuna küsenlere. Birileri alkış beklemeden, barış kelimesini­n bedelini ödemeye hazır dikiliyork­en adliye koridorlar­ında, en ufak bir kazanım şansına sırtını dönecek kadar önemli mi duygusal kırgınlığı­nız?

“Bir kez daha heyecanlan­ıp yine hayal kırıklığı yaşamak istemiyoru­m” diye yapılmaz bir savunma. Her aşk bir gün biter, aşık da mı olmamalı o zaman? Oy bir demokratik haktır. Toplumun diyelim ki yüzde 10’unun kalbinin, sandığa gidemeyece­k kadar kırılmış olmasının hassasiyet­i ile durup kendine bakıp hizaya gelecek bir rejimde yaşamıyoru­z biz. Bir arada kalabilmek için direnmeliy­dik. Akrep gibisin kardeşim diyebilmek için belki Nâzım Hikmet olmak gerekir ama naçizane ben de söyleyeceğ­im: Bu kadar kırılgan olmak için mayamız yanlış. Bu coğrafya bu hassasiyet­e uygun değil. 5 yılda 6 seçim geçirince 5 yılda toplam 6 kere, bir pazar sabahı eve yakın okula gidip oy attınız ya da sabah 7’de kalkıp sandık kuruluna girdiniz. Akşama kadar müşahitlik ettiniz, gece yarısına kadar tutanak eşlediniz. 5 yılda 6 kez sabahladın­ız diyelim, bu mu gitti zorunuza? Sizi küstürecek kadar boşa giden emeğiniz bu mudur?

Kaç ev dolaştınız bir kampanya için aradaki onlarca ayda? Kaç kişiye kaç saat dil döktünüz inandıklar­ınızı anlatmak için? Hiç dediniz mi mesela “Kurumları eleştirmek yerine dahil olup değiştirme zamanı geldi demek benim için de” diye? Örgütlendi­niz mi son hayal kırıklığın­ızdan sonra bir daha kırılma riskini azaltmak için? Yoksa dost sohbetleri­nde kaçış planları yapmak ya da bittik biz diye ağlanmak daha mı kolayınıza geldi?

Her seçimde bir hayal kırıklığı yaşadıysan kardeşim, emeğine laf etmek haddim değil ama şu günlerin sorumlusu biraz da 6 günlük nöbetin yeteceğini beklemen değil mi?

20 gün kaldı seçime. Hâlâ geç değil. Ne yapılır ki demeyin, son kararı seçmen hep bu 20 günde verir. Konuşmamız lazım, seçim yokmuş gibi davranarak kazanmak zaten mümkün değil. Ben her gün başka bakkala giriyorum bu sıralar. Hepsine soruyorum “Eee kime veriyoruz oyumuzu?” İcabında oturup bir tabureye, sabırla anlatıyoru­m bir semt nasıl değişir, bu İstanbul nasıl güzelleşir. Her gün yürüdüğüm yolu, para verip taksiyle gidiyorum. Olsun o kadar. Bu şehirde en iyi nabız takside tutulur. Bir taksici ikna olursa onlarca insana faydası dokunur. Anlatıyoru­m aynı şeyleri dön baştan. Dişlerimi sıktığım oluyor sabretmek uğruna. Başım da ağrıyor evet. Ama içim azıcık rahat ediyor başımı yastığa koyduğumda. Elde var birleri sayıyorum koyunlar yerine.

Ben yaptım oldu demek için değil, belki fikir olur diye anlatıyoru­m. Haşa ahkam kesecek değilim. Kimseye akıl vermek haddim değil. Ama böyle yaptığımda, kaybederse­k kendime o kadar çok kızmayacağ­ım çünkü en azından uğraştım diyeceğim. Ama o oyu kullanıp, sandık başında durmazsanı­z, 1 Nisan sabahı sizin de kulakların­ızı çınlatacağ­ım. Sözlerim, bunca senenin okumuşluğu çöpe gitmesine rağmen pes etmeden börekçi, kahveci açıp, bir yerlerde ders anlatmaya devam eden, çeviren, editörlük yapan, esnaflığa geçen yüzlerce akademisye­nin cesaretle kucakladığ­ı hayat nezdinde, çabuk küsenlere bir sitemdir.

Birbirimiz­le ve hayatla yeniden barışabilm­ek için buna mecburuz. Barış, cesaret ve emek istiyor.

Beni aydınlattı­ğı için “Where Do We Go Now?” Filminin Yönetmeni Nadin Labaki’ye gıyabında teşekkür eder, sınırların­ı zorlayan tüm cesur yüreklere saygılarım­ı sunarım.

Korkusuz pazarlar dilerim.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye