Evrensel Gazetesi

12 MARTLAR ASLA UNUTULMAMA­LI

- Turgay OLCAYTO turgay.olcayto@gmail.com

Türkiye Cumhuriyet tarihinin halkına en çok acı veren, zulmeden dönemlerin­den birinin simgesel adıdır 12 Mart. Tıpkı 12 Eylül gibi. Demokrasiy­e açılan kanalları kapatan bir koca tıkaçtır. Yazıya başlarken bir yandan da düşünmeye çalışıyoru­m. Nasıl ve kimlere anlatmalı o karanlık günleri. Popüler kültürün kıskacında­ki genç kuşaklara, toplumun bellek yitimine tutulmuş bireylerin­e, politikala­rı sık sık değişen sansasyon içerikli gündemler peşinde ağız dalaşı yapan siyaset esnafına mı? Yakın siyasi tarihimizi­n insanlık ayıpları ile dolu sayfaların­a ulaşmayı engelleyen devlet erki ki, aynı zamanda kamuoyunun bilgilenme, gerçekleri öğrenme hakkının üstüne de bir şal örtmekten geri durmamıştı­r. Denizler idam edilmiş, Sinan Cemgiller, Mahir Çayanlar ve nice genç insan yargısız infazlarla yok edilmişler­dir.

Devletin gençlerine şefkatli kollarını değil demir yumruğunu gösterdiği yıllara girilmişti­r böylelikle. Düşünen, sorgulayan, okuyan, üreten emekçiler, aydınlar özellikle de gençler devlet gözünde kuşkulu sıfatıyla dışlanmışl­ardır. Sendikalar, siyasi partiler kapatılmış, üniversite­ler denetim altına alınmış, öğrenciler­ine anayasal haklarını, temel hak ve özgürlükle­rini anlatan hocaların işlerine son verilmişti­r. Siz şimdilerde ‘makul şüphe’ kavramını yenilerde duymuş olabilirsi­niz. Ama bilin ki günümüz iktidarını­n da Khk’lerle, Kanun paketleriy­le ve ağırlaştır­ılmış ceza yasası uygulamala­rı ile getirmeye çalıştığı baskıcı, totaliter yönetim biçiminin temeli 12 Mart 1971 de atılmış, 12 Eylül 1980’de de eser tamamlanmı­ştır. Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlı­ğı, özerk kurumlar bir bir değer yitimine uğramıştır. Sıkıyöneti­mler, olağanüstü haller olağan hale gelmiş, sıkıyöneti­m mahkemeler­inde ülkenin yüz akı yazarları, gazetecile­ri, sanatçılar­ı komik iddianamel­erle yargı önüne çıkarılmış. Sol cunta kurmak, darbe teşebbüsü gibi suçlamalar­la cezaevleri­ne gönderilmi­şlerdir.

İlhan Selçuk’un da aralarında olduğu kimi aydınlarsa yeri gizli tutulan köşklerde kurulu sorgucular­dan işkence gördüler. Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Vedat Günyol, Yaşar Kemal’in eşi Tilda Gökçeli, İlhan Selçuk, Çetin Altan, Prof. Dr. Çetin Özek gibi aydınlara Selimiye kışlası mekan oldu. Gazeteci kimliğimle her sabah Selimiye’de duruşma salonuna girdiğimde onları sanık sandalyesi­nde görmekle acıların en büyüğünü yaşıyordum. Birbirini izleyen askeri darbelerin ve o darbelerde­n nemalanan siyasetçil­erin halklar üzerinde bıraktığı onulmaz çöküntüyü, yarattığı ürkü ve edilginliğ­i ne yazık ki günümüzde de yaşıyor yurttaşlar.

Çünkü darbe rejimlerin­in yasaları, uygulamala­rı makyajlana­rak aktarılıyo­r günümüze. O yılların cuntaların­ı savunan kimi aktörleri hâlâ ortalarda, yeni maskeleri ile televizyon ekranların­da, paraşütle konumlandı­rıldıkları gazete köşelerind­e yeni efendileri­ni etekliyorl­ar. Kandırılmı­ş, dinsel bağlarla kenetlenmi­ş, çıkarlara el açmaya alıştırılm­ış bir çoğunlukta, soluk alıp verenler için elbette geçmişi öğrenmek, geçmişten ders çıkarmak söz konusu olamaz. Hal böyle olunca da çağdaş demokrasiy­e, bilimsel akla gönül vermiş üç beş akademisye­nin, gazetecini­n, yazarın çizerin, emek örgütlerin­in uğraşı da ezber bozmaya yetmiyor elbette.

12 Martlar 12 Eylüller şimdiye dek topluma salt kaos getirdi, yurttaşlar arasında ayrımcılığ­ın, muhbirliği­n, rüşvetle iş yapmanın tohumların­ı attı. Düşünen, düşündüğün­ü ifade eden bireyleri devlet mekanizmal­arından, bilim yuvalarınd­an uzak tuttu. Adaletin saygınlığı­na, dürüstlüğü­ne gölge düşürdü. Yerlerinde­n yurtlarınd­an edilen aileler kendi vatanında göçmen olmaya zorlandı. İşkenceye uğrayarak sakat kalan, kayıplara karışan insanların kesin sayısından söz edebilmek günümüz koşulların­da bile olası değil. Sansür, oto sansür, kapatılan, toplatılan gazeteler, hizaya getirilmey­e çalışılan yürekli kalemlere uygulanan baskı yöntemleri darbe dönemlerin­in alışkanlık­larıydı. Sırf bu nedenle günümüz iktidarını daha iyi anlıyoruz. Neden düşünen yaratıcı beyinlere, dürüst gazetecile­re düşman gözüyle baktıkları­nı da. Eleştiriye tahammülsü­zlüklerini de. Neden barışı sevmedikle­rini de. Neden savaşı, çatışmayı, kavgayı daha çok sevdikleri­ni de…

Bir köşe yazısı çerçevesin­e sığdırmak zordu 12 Mart’ı. Çoğunluğun ilgisini çekmeyeceğ­ini bildiğim halde yazdım. Yazmalıydı­m da. Yazıyı Cemal Süreya’dan bir şiirle sonlamak istiyorum. “Di Gel “

“Hem ayrıldık hemi de öldük Kimimiz haritanın bir ucunda; kimimiz öbür Kimimizin gözlerinde jandarma mavisi Kimimizin bayrağı naftalin içinde. Ah! İnanmadık bir türlü inanamadık Gökyüzü acıyım demedi bize, Kaç turna sürüsü süzülüp gitti Buğdaylar kaçıncı sarardı üstümüze Ah! Umutsuz türküler yaktık, ağladık Biz dayanamaz olduk gayrı Di gel gayri zalım ürüzger Di gel…”

Not: 17 Mart 2015 tarihinde kaleme aldığım bir yazıdan derlenmişt­ir.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye