BÜLENT KÜÇÜK: İKTİDARIN -SİMGESEL- İDEOLOJİK ÖMRÜ BİTTİ
Seçim sonuçlarının genel değerlendirmesiyle başlayalım. Yerel seçimlerin sosyolojik açıdan en önemli sonuçları ne oldu?
Öncelikle, 31 Mart seçimlerinin elbette ekonomik krizin de etkisiyle ama çoklu faktörlerin bir arada işlediği -üst belirlenim diyoruz buna- bir seçim olduğunu söyleyebiliriz.
Aslında önceki seçimlerde de, özellikle büyükşehirlerdeki merkezi mahallelerde yaşayan eğitimli üst orta sınıfın ve gençlerin ağırlıklı olarak daha seküler bir siyasal temayüle kayıyor olduklarını görüyorduk. Bu devam etti. Önemli büyükşehirleri kaybetmiş olmak, çok yavaş olan bu kopuşun, dönüşümün sürdüğünü göstermiş oldu. Bu seçimde aynı zamanda Antalya, İstanbul, Adana, Ankara gibi büyükşehirlerin neredeyse tamamının yer yer daha büyük fark olsa da genel olarak yüzde 1-2 oynamayla el değiştirmiş olmasının siyasi sonuçlarının ne kadar büyük olabildiğini de görüyoruz.
Seçim süreci normal şartlarda olabilseydi, yani demokratik katılımın ve temsiliyetin mümkün olduğu, Chp’nin ya da İyi Partililerin ve tabii Kürtlerin kamusal alandaki görünürlük meselesinin bu kadar tek taraflı bir devlet propagandasına dönüştürülmediği bir seçim süreci olsaydı, muhtemelen bunun etkisi çok daha büyük olurdu. Bu çok net. Yani kitlelerin milliyetçilik, ırkçılıkla bu kadar ipotek altına alındığını göz önünde bulundurursak, aslında muhalefet için önemli bir başarı demek lazım buna.
Çoklu faktörlerin bir arada işlediğini söylediniz, esas olarak hangi etmenler AKP oylarında gerilemeye ve büyükşehirleri kaybetmesine neden oldu?
Daha tarihsel ve olgusal olarak baktığımızda gördüğümüz şey şu; Gramsci’ye çok referansla söylendiği üzere; eskinin bittiği ama yeninin şekillenmediği durumlara kriz deniyor. Ekrem İmamoğlu gibi “kurtarıcı” figürler üzerinden şekillenen bir yeni var ama bunun ne kadar yeni olduğu ayrı bir tartışma. İktidarın yerel yönetimlerle gittikçe toplumsal alanda güç biriktirerek kendi kurumlarını yaratmış, gittikçe genişlemiş, gittikçe daha İslami muhafazakar kesimlerde orta sınıflaşmayı kısmen mümkün kılmış, kendi zengin sınıfını kısmen yaratmış, sivil alandaki kendi kurumlarını vakıflardan sendikalara, taraftar gruplarına kadar üretmiş; sivil toplumdaki gücünü siyasal alana devşirmiş, büyümüş genişlemiş bir yapı söz konusu. AKP dediğimiz yapı böyle bir şey. Bir de tabii büyük projeler üzerinden yeni sermaye sınıfları yaratmanın dışında, kitlelerin kendisine bağlı kalmasını sağladığını da söyleyebiliriz. En büyük havaalanı, en büyük cami, en büyük alışveriş merkezi, köprüler vs.’ler, yeni sınıf yaratmanın, ihya etmenin dışında, kendisine iktisadi maddi güç yaratıp onu değişik vakıflar üzerinden tekrar dağıtmayı da sağladı.
Malum bütün bu büyük sermaye sınıflarıyla beraber inanılmaz geniş bir vakıf ağı da yaratıldı. O vakıflar üzerinden yeni nesiller üretmek, yeni nesiller ıslah etmek stratejisi Akp’nin bambaşka bir temel ayağı ve bunun sözüm ona cemaatin boşalttığı yerleri dolduran bir işlevi de var. Bunlar maddi şeyler. Bir de ama insanların duygularını harekete geçiren, onların öz güvenini artıracak büyülüikonik yapılar yaratma meselesi var.
Nasıl yapılar? Mesela Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın yapılması hikayesi. Saray, devasa ikonik bir yapı, yeni bir merkez olduğu kadar aynı zamanda eskiyi de müzeleştiren bir yapı anlamına gelir. Bugün Çankaya Köşkü’nü kaçımız hatırlıyoruz? AKM de öyle. Çankaya Köşkü yıkılmadı belki ama AKM’YI tamamen yıkarak bunu yaptı.
Ancak kendi kurumlarını, kendi merkezlerini yaratmak bir başarı hikayesi olduğu kadar bir yıkılış hikayesi olarak da görülebilir. Bu noktada İbn-i Haldun’un Asabiye kavramı üzerinden 700 yıl önce bize açıkladığı “oluşum-çürüme diyalektiği”ne başvurabiliriz. İbn-i Haldun’a göre, güçlü toplumsal dayanışma ruhuna, yani Asabiye’ye sahip olmak ve karizmatik bir liderlik etrafında kenetlenmiş bir toplumsal tabanı yaratma durumu, hem söz konusu kimliğin iktidarı ele geçirmesinin olasılık koşulu, hem de bu siyasal oluşumun çürümesinin asıl müsebbibidir. Böyle bakıldığı zaman Akp’nin tekrar fabrika ayarlarına dönmesi, tekrar eski kadrolarını çağırıp bu işe yeni baştan başlaması vs nostaljinin ötesinde bir şey değil.
İSTANBUL seçimiyle ilgili devam eden belirsizlik, “Türkiye ittifakı”, “demiri soğutma” söylemi ve bu söylemin Erdoğan’ın normalleşme, fabrika ayarlarına dönme niyetini içerdiğini iddia eden yorumlar, geride kalan haftanın tartışma başlıklarını oluşturdu.
Diğer yandan AKP ve Mhp’nin “Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu”ya bağladığı itirazlarının YSK tarafından değerlendirilmeye alınması ve savcılığın 100’ün üzerindeki sandık kurulu başkan ve üyelerini şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırması, İstanbul seçiminin iptal edileceği kanaatini güçlendiren gelişmelerden biri oldu.
31 Mart gecesinden bu yana bu gündemlerle ilerleyen siyaset, yerel seçim sonuçlarının gösterdikleri konusunu geri plana itti. Kritik eşiğe gelen açlık grevleri ve 15 tutuklunun açlık grevini ölüm orucuna dönüştürmesi, taleplerinin duyulmasını isteyen annelere uygulanan şiddet, gazetecilerin yeniden tutuklanması ve devam eden zamlarla örülü sokağın gerçek gündemi, iktidar kontrolündeki medyada elbette konu edilmiyor.
Konu edilmeyen gerçek gündemler sandıkta etkisini nasıl gösterdi?
Onca propagandaya, devlet olanaklarının sınırsızca kullanılmasına ve seçim sonuçlarını “garantileyecek” yasal düzenlemelere rağmen iktidar blokunun, özellikle de Akp’nin seçimden ağır bir yenilgiyle çıkmasını ne sağladı? Beka meselesi olarak sunulan büyükşehirler neden kaybedildi?
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Bülent Küçük’le konuştuk.
Türkiye ittifakı ve “Fabrika ayarlarına dönüş” tartışmalarını da değerlendiren Bülent Küçük, “Bu kadar yaşanmış acı tecrübelerden sonra ne Türkiye’deki toplumsal muhalefet bağrına taş basarak başa dönebilir, ne de siyasal iktidar kendisini bir tür yıkayarak yeni baştan bir hikaye kurabilir” diyor.