‘Fabrika ayarlarına dönüş’ siyasi bir nostalji
Buna neden yeniden oynanıyor sorusuna geçmeden; olay ve olguları başka türlü göstermenin, ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı propagandanın 31 Mart’ta etkisinin ne olacağı seçim kampanyası boyunca tartışılan konulardan biri olmuştu. AKP oylarındaki gerileme, doz aşımına gidilen bu propagandanın etkili olmadığını mı gösteriyor?
Bunun yanıtını bulmak zor ama şunu söyleyebiliriz; biz postmodern literatür içine fazlaca boğulduk. Daha Marksist kurama, daha eleştirel gerçekçi kuramsal bir başlangıç noktasına bizim de dönmemiz gerekir diye düşünüyorum. Yani neydi hakikat ile yalan arasındaki fark gibi bir temel soruya tekrar geri dönmemiz lazım.
Bir gerçekler-hakikatler vardır, bir de yalanlar. İnsanların doğrudan deneyimleyerek yaşadığı haksızlıklar, belirli toplumsal kesimlerin maruz kaldıkları envai çeşit şiddet biçimleri, adaletsizlikler, yoksulluk, işsizlik, eğitim, sağlık gibi sorunlar vardır; bir de hayal ürünü kurgular, palavralar, komplo masalları vardır. Bu hükümetin gerçeklikle ilişkisi çoktan kopmuştu. Her şeyi beka ve her şeyi hayal üzerinden propaganda etmesinde gerçeklikle bağının kopmasının payı kuşkusuz var, ancak bu gerçeklikten kopuş sadece bir görüntüden de ibaret olabilir. Şöyle ki iktidarların, hükümetlerin kamuya dönük olan söylemleriyle içe dönük -bürokratlarını eğitmeye dönük pedagojiksöylemleri arasında her zaman bir fark vardır. Bunu Kürt meselesinden örneklendirebiliriz, eskiden televizyonlarda, meydanlarda ve resmi dilde “Kürtler yoktur” denirdi ama valilerin, kaymakamların ve diğer güvenlik memurlarının terbiyesi için kullanılan belgelere, hazırlanan raporlara bakarsınız, orada Kürtleri aşiretlerine, dillerine, lehçelerine kadar araştırarak, aralarında ne tür düşmanlıkların, kimlerin kimlerle evlendiğine varana kadar geniş bir istatistik bilgi olduğunu görürsünüz. Yani devlet fevkalade bilimsel verilere dayanarak Kürtler hakkında bilgi üretti ve onları bu şekilde idare etti. Yani “Kürtler yoktur” demek, kamuya yansıyan palavra kısmıydı sadece. “Ekonomik kriz yok, dış güçlerin oyunu’ söylemi de aynı şekilde düşünülebilir.
Gerçek durumu gündelik olarak deneyimlediğimize göre, saydığınız koşulların AKP’YI oransal olarak daha fazla zayıflatması gerekirdi. Ama bu olmadı. Rıza üretme nasıl sürdürülüyor?
Rıza meselesi zihinsel yapılarla çok alakalı. “Ben senin rızanı istiyorum, bunun karşılığında da şu hizmetleri veriyorum!” Ki, Akp’nin uzun dönem rıza üretmesi süreci esas olarak hizmet politikası üzerindendi, hizmet politikası da sadece Müslümanlar ve Türklüğe hizmet şeklinde değil, işte cenazeleri kaldırmak, öğrencilere beleş defter-kitap dağıtmak gibi sosyal politikaları içeren bir repertuvara tekabül ediyordu. Onun bilişsel seviyede tezahür eden bir rasyonalitesi vardı. Fakat rıza oluşturma meselesinin bir de duygulanımsal dediğimiz, duyguyla/bedenle ilgili olan bir yanı var. Tabanın önemli bir kısmının kendi lideriyle kurduğu ilişki “Al hizmeti ver rızayı” seklinde ifade edilebilecek “mütekabil bir sözleşme” üzerinden cereyan eden hizmet politikalarına dayanmıyor. Hizmet politikası ekonomik krizle sınırına zaten dayandı. Deniz bitti çünkü. Peki, bu bir tür “alış veriş” meselesi ekonomik krizle sonlanmış olmasına ve hükümet de hizmet politikasıyla ilgili herhangi bir vaatte bulunmadığına göre nasıl oluyor da taban aynı iktidarı desteklemeye devam ediyor? Bence asıl sihir bu sorunun yanıtında gizli.
Nedir yanıtı? Dissensus araştırma şirketinin yaptığı araştırmalarda da gösterdiği gibi duygu ekonomisi üzerinden, yani bir tür babaya/lidere sadakat, sevgi ve ötekinden nefret ilişkisi üzerinden bu karmaşık durumu açıklamamız gerekir. Bir tür aile metaforu üzerinden bu mesele düşünülebilir. Babanın ne kadar şiddet uyguladığı, kardeşler arasında ne kadar haksızlık, yanlışlık ve kötülük yaptığı bilinmesine karşın, çocukların ve diğer aile bireylerinin evin reisine karşı gelememesi, ona karşı bir hareketin içine girilmesini bir ihanet ya da bir sadakatsizlik görmesi gibi. Yanlış da yapsa, bağırıp çağırsa da bütün derdi bizi koruyup kollamak olan babadır söz konusu olan. Bizi bu darboğazdan kurtaracak olan da yine odur.
Vatandaşın tanzim kuyruklarının ‘varlık kuyruğu’ olmadığını bilmesi gibi...
Evet, her şeyin farkında vatandaş, soğanın 10 lira olduğunu görüyor, tanzim kuyruklarının varlık kuyruğu olmadığını da biliyor. Zaten en çok AKP ve MHP tabanı bundan zarar görüyor. Çünkü HDP’YI çıkarırsak, CHP ve İyi Parti tabanı AKP ve MHP’YE nazaran daha korunaklı, eğitim durumu ve gelir durumu daha yüksek. Bu durumda en çok iktidardan desteğini geri çekmesi gereken vasıfsızlaştırılmış yoksul taban nasıl oluyor da sadece düşük oranlarda desteğini çekiyor? O zaman bilişsel bir seviyede çerçevesi çizilen rıza teorisini veya liberal sözleşme teorisini bir kenara bırakıp, inanç, sevgi, keyif alma, korku, haset, nefret ve sadakat üzerinden şekillenmiş olan özneleşme süreçlerine bakmamız gerekir. “Tamam şimdi zor bir zamandan geçiyoruz ama toparlarsa o toparlar, yine o bir yolunu bulur!” Karizmatik liderlik zaten böyle bir şey; sadece karşılıklı zihinsel bir sözleşmeye dayanmıyor, daha duygulanımsal bir yatırıma dayanıyor. “Bize kızabilir, bazen şiddet de uygulayabilir ama nihayetinde o en fedakar olandır, zira sabah herkesten en erken uyanan, akşam da en geç yatan odur!” Karizmatik lider aynı zamanda büyülü bir korunaklı alan vadediyor. Güçsüzleştirilmiş, vasıfsızlaştırılmış, iktisadi olarak zayıflatılmış, kültürel olarak değersizleştirilmiş, siyasal temsiliyeti ve doğrudan katılımı da aslında gasbedilmiş bu kesimlerin daha fazla büyük ve karizmatik lidere ihtiyaç duyuyor olması, herkesten daha fazla büyülü bir hikayeye ve büyük bir masala ihtiyaç duyuyor olması bundandır.
BEKA söyleminin tutmadığı yönündeki değerlendirmelere nasıl yaklaşıyorsunuz? ‘Bir mermi kaç para, şimdi açız ama yarın doyarız’ söylemi, ekonomik krizin ağırlaşan yükünü etkisizleştirebildi mi?
Buna kuşkuyla yaklaşıyorum. Oy üzerinden bakarsak evet, toplamda 2 milyona yakın bir düşüş var. Belediyelere baktığımız zaman da, CHP ve İyi Partinin yönettiği belediyeler Türkiye nüfusunun yarısı. Ekonomin yüzde 70’ini bu şehirler idare ediyor, kültürel sermaye burada, genç nüfus burada, entelektüeller burada, medya, okullar burada. Dolayısıyla kentlerde iktidar bu anlamda el değiştirdiği için beka söylemi tutmadı diyebiliriz. Ama öbür taraftan zaten ağırlıklı olarak toplumun yoksul kesimlerinden oy alabilme kapasitesine sahip bir AKP var ve gücünü hâlâ kaybetmiş değil. Orta sınıflaşan, zenginleşen muhafazakarlardan kentli nüfustan desteğini kaybediyor, fakat yoksullardan desteğini kaybetmiyor, bu paradoksun altını çizmemiz lazım.
Beka söylemini bir kenara bırakırsak, şöyle bir şey de var; madem her şey iyi gidiyordu, biz gittikçe büyüyorduk, Ab’ye giriyorduk, dünyanın ilk 20 ekonomisine girecektik vs... Peki, ne oldu? Nerede yanlış yapıldı ve bu yanlışın sorumlusu kim? Deyim yerindeyse bizim mutluluğumuzu bizden kim çaldı? Böyle zamanlarda iktidarların istisnasız hepsinin yaptığı şey içeride ve dışarıda kendisi dışında sorumlu aramak. Ve bu her seferinde işe yarayan bir formül.