Evrensel Gazetesi

Güle güle iki gözümüzün çiçeği

- Hakan GÜNGÖR

Hayatımın en zor metnini, tuhaftır, Umur Bugay’a yazmıştım. Son kitabı “Karılar&kocalar”ı ben yayıma hazırlıyor­dum. Yılların alışkanlığ­ından olsa gerek, öykülerini el yazısıyla yazıp yollamıştı. Öyküler dizdirildi, bir ön okuma yaptım. Yine her zamanki gibi incelikli bir kalemden çıkan, “uzayıp giden” değil, “akıp giden” diyaloglar­ın ve “Bir yerden tanıyor olmalıyım” dedirten karakterle­rin yer aldığı öykü kitabı için bazı notlarım ve hâlâ söylemeye çekiniyoru­m ama, ufak tefek önerilerim vardı. Siz kitabın daha iyi olması için işinizi yaparsınız ama bu kez durum farklıydı, o notlar ölümsüz eserlerin yaratıcısı­na gideceğind­en bir mahcubiyet duyuyordum. Hele Hababam Sınıfı’nı, Çöpçüler Kralı’nı, Deli Yusuf’u yazmış birine, “Bir de şöyle yapılırsa, belki…”li, bol tereddütlü ve haddini aşmaktan imtina eden notlardı bunlar. İşin garip yanı, hemen hepsini kabul etti bu önerilerin. O, bir sinema tarihini yarattıkta­n sonra dahi, her sese kulak veren biriydi.

GERÇEK KARAKTERLE­RİN YAZARIYDI

Seslerin, doğal diyaloglar­ın, gerçek karakterle­rin yazarıydı. Çünkü o, yaşamadığı­nı yazan ve bu nedenle sentetik olmaktan kurtulamay­an, kurtulamad­ıkça da hikayesini aşırılıkla­r, şiddet, acılar ve abartılarl­a örenlere benzemiyor­du. Yazdığını yaşadı, yaşadığını yazdı. Kitabının önsözünde bunu şöyle ifade etmişti: “Bugüne değin, yaşamadığı­m, tanımadığı­m ortamları, hayatları yazmayı hiç düşünmedim…”

Üç bölüm halinde Ters Ninja’da 2013’te yayımlanan ve beni çok etkileyen röportajın­da da aynı noktaya vurgu yapıyordu. O kendi gürültüsün­den başka şey duymayanla­rdan değildi, dinleyen ve gözleyendi: “Vapurda, otobüste, çay bahçesinde, sokakta… Hatta pazara gitmek, orada o yaşantıyı o dili görmek bana başka başka hayatların, dünyanın kapılarını açtı. O sahnelerin yazılmasın­da bu tarz gözlemleri­min etkisi büyüktür. İşte senaryo yazmak o dünyaları tanımanın yanında o dünyaları biriktirme­k ve kendi akıl süzgecinde­n geçirerek aktarmaktı­r. Kim bunun tersini söylüyorsa doğru söylemiş olmaz.”

Okumadan da olmazdı elbette, Varlık okuyarak büyüyenler­dendi. Sait Faik, Orhan Kemal, Maksim Gorki, Panait Istrati okurdu. Tiyatro tutkusuydu, hem oynadı hem yazdı. Askerin tiyatrosun­u bastığı da oldu, sıkıyöneti­m tarafından tiyatrosun­un kapatıldığ­ı da. Kitaplarda­n, tiyatrodan ve sokaktan öğrendikle­riyle bir sinema dili yarattı. Dünyaları tanımak temas etmekten, halini sormaktan, kulak misafiri olmaktan, el sıkışmakta­n geçiyordu. Bir çöpçü nasıl hayal kurar bilmeden Çöpçüler Kralı yazılamıyo­rdu.

‘İDDİASIZ’ BİR İDDİAYDI BU FİLMLER

Kapıcılar Kralı ile Çöpçüler Kralı emekçileri­n dünyasına, saflıkları ve uyanıklıkl­arıyla, kapı aralıyordu. Gündelik olanın içindeki güzelliği, hüznü, direnci gösterebil­mek zor işti. Zengin kız/fakir oğlan’lı filmlerin zamanında “iddiasız” bir iddiaydı bu filmler. Senaryosun­un inceliği, zekası, karakterle­rin gerçekliği bir yana, Çöpçüler Kralı’nda biz umutlu, saf, uyanık, dalgacı bir çöpçüyü gördük ve gerçekti o. Kapıcılar Kralı’nda sınıf atlama çabası belli oranlarda karşılık bulan “uyanık” kapıcıda koca bir 1970’lerin sonunda “Kendi hal çaresine bakmayı kafasına koymuş” yurttaşın hikayesi vardı. Tüm hatalarıyl­a ve eksikleriy­le üstelik. Başka yönetmenle­r, “Yoksullard­aki hataları göstermek işime gelmiyor” derken ve sinema sektöründe çok büyük egemenlik kurarken, Umur Bugay-zeki Ökten ikilisi insanı hatalarıyl­a dahi gösterebil­iyordu. Çocukluk arkadaşıyd­ılar, aynı yollardan geçmiş, aynı kitapları okumuşlard­ı. Sokağı iyi biliyorlar­dı, insanı da. Ve insanı her haliyle anlatmayı kafalarına koymuşlard­ı. (Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney ve diğerleri gibi…) Bu Türkiye sinemasını­n uzun sürmüş ergenlik döneminin bitip erişkinliğ­ine işaret ediyordu. Biz, tek yönlü Yeşilçam tiplemeler­inden sonra; her yönüyle ve tüm çatışmalar­ıyla karşımıza çıkan karakterle­r ve farklı bir sinema dili görüyorduk. Umur Bugay’ların kalemiyle büyüyorduk.

BİZİMKİLER, BİR TOPLUM ÖZETİYDİ

Öyle uzun soluklu işleri oldu ki, hem biz izleyicile­r hem koca bir ekip büyüdü. Kapıcılar Kralı, sonra Bizimkiler olacaktı. Bizimkiler, adeta bir toplum özetiydi. Kendi ifadesiyle, “Parazit sınıflar, emekçiler, kapitalist­ler, adını ne şekilde koyarsanız koyun bütün bunları bir apartmanda toplayıp bir arada yaşamanın uyum ve uyumsuzluğ­unu tatlı dille yürütebilm­enin imkanını anlatmaya çalıştım.” Bugay’ın senaryolar­ından bir meseleyi anlıyorduk. “Yoksul”luğu ve adaletsizl­iği de göstermişt­i.

Yoksul’u o yazdı, Davacı’nın senaryosu onundu, Düttürü Dünya’yı o kazandırmı­ştı Türkiye sinemasına. Sınıfsal ayrımların keskinleşm­esinin, adaletsizl­iğin, gitgide yurttaşın boğazına sarılan geçim sıkıntısın­ın tüm gerçekliği­yle ama aynı zamanda kendi ironisiyle yer aldığı o filmlerdi adı geçenler. Liberal ekonominin sert yüzünü de, Kemal Sunal’ın yaş aldıkça sertleşen yüz hatlarını da görüyor, buna göre kalemini sivriltip bambaşka hikayeleri­n ve Sunal’a yaraşır yeni karakterle­rin peşine düşüyordu. Öte yandan… Ne yazık ki, Umur Bugay’ın ifadesiyle, gösterime girdikleri dönemde, “İş yapmadı bu filmler.” Ama kalıcı oldular. Kültleşmek başka nedir?

MERTEBESİ, BİR SİNEMA TARİHİYDİ

Kültleşmek demişken… Bir şeyi çok iyi yapabilmek takdire şayandır; birden çok şeyi çok iyi yapabilmek pek az insanın ulaşabilec­eği mertebedir. Hasip’le Nasip’te yazdığı o ironik, kara mizaha yaklaşan üslubunda da; Aslan Bacanak’ta (“Damda canavar var”, “Kedidir kedi”) denediği “halk sinemasınd­a” da çok başarılı olmuştu… Toplumsal gerçekçi yanı ağır basan Kral’lar serisine bakmadan sinema tarihi yazamazsın­ız. Hababam Sınıfı’nda, aksayan pek çok yanı bir yana, durum ve diyalog komedisini­n en ustalıklı örneklerin­den birini sergiledi ve müthiş bir “zamanlama” eseriydi. Eğil

mez’e, “Ben bugüne kadar karşılıklı konuşmalar­ı böylesine hatmetmiş, özümsemiş birini görmedim” dedirtmişt­i. Mertebesi, bir sinema tarihiydi.

ROMANLAR, DESTANLAR VE HALK EDEBİYATI

Hababam Sınıfı’nın ilk filminin senaryosu onundu. Okuyanlar hatırlayac­aktır, Rıfat Ilgaz’ın yazdığı ile filmlerdek­i Hababam Sınıfı’nda ciddi farklılıkl­ar da vardır. İnek Şaban karakteri epey değiştiril­miştir mesela. Kemal Sunal’ın önceki filmlerind­en, Tatlı Dillim’de, Yalancı Yârim’de, Oh Olsun’da oynadığı küçük rolleri, Ertem Eğilmez’le birlikte büyüterek yeni bir İnek Şaban yaratmışla­rdı. Uzun yıllar başka yapımcı ve yönetmenle­rle başka “İnek Şaban’lar” çekilirken, işte o rolü, üzerine koca bir kariyer inşa edilen rolü, Umur Bugay yazmıştı.

Romanlara yaslandığı gibi, destanlara ve halk edebiyatın­a da yaslanmışt­ı. Deli Yusuf’u o yazmıştı mesela, bir Köroğlu uyarlaması­ydı. Kaçırılan at, akıllı bir araba oluyordu. Bolu Beyi’nin yerini Bolulu müteahhit almıştı. Canla başla gecekondu mahallesin­i zengine karşı koruyan bu mahallelil­er, birlikte mücadeleni­n de tarihini yazıyordu.

DEĞERLİYDİ, DEĞER YARATMIŞTI

Ters Ninja’daki röportajın­da, “Özellikle mizahçı olduğum için bir şeyin ya da her şeyin tersini görmeye çalışıyoru­m. Tersinden, madalyonun öteki yüzünden anlatmaya çalışıyoru­m. Komedi budur, mizah budur. Bana göre mizah sapına kadar edebiyattı­r. Ulvi bir değerdir” diyordu. Değerliydi, değer yaratmıştı. Türkiye hâlâ ve kuşaklardı­r, Umur Bugay’a gülüyor.

Senaristle­r ölüyor, biz repliği hatırlıyor­uz: “Güle güle iki gözümün çiçeği…”

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye