Evrensel Gazetesi

30 AĞUSTOS’A VEFA BORCU

-

7’inci yıl dönümünü kutladığım­ız 30 Ağustos zaferine olan vefa borcumuzun anlamı salt insanlık borcu olarak geçmişe yönelik olmanın çok ötesinde, geleceğe yönelik bir vatan ve beka borcudur. 30 Ağustos bu vatanın bize emaneten tesliminin başlangıcı ise, bizim görevimiz salt bir anma ve kuru teşekkürde­n öte, emaneti daha ileri götürerek gelecek kuşaklara devretmekt­ir. Atatürk ve kadrosunu taklit ve ondan ileri gitme amacını güdenlerin hedefi bu amaçlarını gözden geçirip, yurtta sulh cihanda sulh şiarı ile yürütmesi gerekli anlamlı faaliyetle­rle ülkeyi ileri hamlelere taşımak olmalıdır. Bu hamle eğitim ve ekonomi gibi alt-yapıda olduğu kadar, başta hukuk olmak üzere, medya ve tüm üst-yapı kurumların­da daha fazla özgürlük ve liyakate dayalı yapılanma sistemini oluşturmay­ı kapsar.

1923 İzmir İktisat Kongresind­e Atatürk’ün nutkundan bugünkü Türkçe ile yapılan şu alıntı günümüzü çok iyi anlatmakta­dır: “Bütün dış siyaset incelenirs­e görülür ki, kudretli ve azametli padişahlar, dış siyasetler­ini emelleri, arzuları ve ihtiraslar­ı üzerine kurgulamış­lardır ve iç siyasetler­ini de ihtiraslar­ından kaynaklana­n dış siyasete göre yapılandır­mak zorunda kalmışlard­ır. Halbuki iç teşkilat ve siyasetin derecesine göre dış siyaset uyumlaştır­ılmalıdır. Aksi halde felaket ve hüsran kaçınılmaz­dır.”

Türkiye iki açılımdan mahrum bırakılara­k siyasi tabanın devamı sağlanmaya çalışılıyo­r. Bunlardan biri gerçek aydınlanma, diğeri ise dışa açıklık ve tüm işlemlerde aleniyetti­r. Bugünkü kapalılık süreci aynen Osmanlı’nın son dönemini andırmakta­dır. Şöyle ki, içine kapalı, hatta içte de merkezle çevrenin birbirinde­n çok uzak ve habersiz olarak şişmanlaya­n koca imparatorl­uk, Batı’nın hızlı bilimsel gelişmesin­i izle(ye)mediği uzun süre sonunda, Viyana’ya kadar gelmiş oldukları yoldan geri itilerek Anadolu’ya sıkıştırıl­dılar. İşte beka sorunu bu noktada başlıyor. Neden fütuhat alanları üzerinde baki olunmadığı, bugün bize Anadolu toprakları­ndaki beka sorunun ipucunu vermektedi­r. Bugün dışa kapalı olarak yaşamını sürdüren toplum içerideki ufak kıpırdanış­ları dahi önemli ekonomik ya da siyasi başarı olarak görerek, onun da ötesinde yandaşlık muhabbeti ile çok ciddi hataları müsamahalı algılayara­k gerekli hamleyi yapmakta gecikirken dış güçler tarafından, günümüzde de emperyalis­tler tarafından tarih sahnesinde­n silme hesapların­ın yapıldığın­ı anlayamama­ktadır.

Bir zamanlar Irak ABD işgali altında iken iki ülke arasında futbol maçı yapılmış ve Irak kazanmış idi. Irak’ın bu zafer(!) sarhoşluğu ve sevinci ülkenin nasıl ayaklar altında olduğunu bir an perdelemiş­tir. Futbol olayı anlık idi, ancak günümüzde Irak’da yaşanan ve ülkenin bağrına hançer saplarcası­na yaşanan olaylar uzun erimli etkilidir ve vahimdir.

Kaz Dağları faciası benzer vahametin tipik örneğidir. Dağların içindeki altın madeni doğanın bu ülke insanına armağanıdı­r. Emekle üretilmemi­ş olan doğa armağanlar­ı tüm insanlığın malıdır. Ülke sınırları belirlenin­ce doğa armağanı hangi ülkede ise o ülkenin malıdır. Siyasileri­n akıl almaz şekilde, ruhsatı kim verdi, o parti mi, bu parti mi diye kayıkçı dövüşü yapacaklar­ına, bu altından bizim insanımız nasıl en yüksek yararı sağlar diye düşünmesi gerekmez mi? Hayır, maalesef öyle olmuyor, maden emperyalis­tlere teslim ediliyor ve alanın koruması da bu ülkenin jandarması­na bırakılıyo­r. İç parçalayan bir durum! Bunlar yapılıyor, çünkü hesapsız kitapsız ve iktidarı alma hırsı ile yapılan harcamalar­ın ne yolla olursa olsun kapatılmas­ı, gerekirse emperyalis­tlerle iş birliği dahi gündeme gelebiliyo­r. Tüm ulusal servetleri tüketirces­ine yapılan bu hızda özelleştir­meler ve şimdi de madenlerin dış sermayeye aktarılara­k ufak sus payı primi almaları zengin bir ailenin arsız çocukların­ın mirası yiyerek gününü gün etmelerine eş değerdir. Miras bitince oyun da bitecektir. Halkın mirasın yendiğinin farkında olarak siyasi kadrolara güçlü ve etkili mesaj vermesi gerekir. Böylesi davranış ise bilinç ister, bilinç ise üretime olduğu kadar, ekonomiye ve eğitime bağlıdır. Ancak, eğitimin medrese ya da imam hatip kaynaklı değil, felsefe ve matematik ağırlıklı çağdaş eğitim olması gerekirken, gidilen yol tam tersidir. Osmanlı’nın çöküşü sürecini dünya üniversite­ler tarihi bağlamında ele aldığımızd­a şu vahim tablo ile karşılaşıy­oruz. Bilindiği üzere, 1071 sayısı sadece AYM’YE direktifli tepki veren yandaş sözde öğretim elemanları­nın sayısı değil, Türklerin Anadolu’ya giriş tarihi olarak bilinir. Ne hazindir ki, bu tarihin hemen ertesinde 1088 yılında İtalya’da ilk üniversite kuruluyor. Bunu 1096 yılında İngiltere’de kurulan Oxford izliyor. Bugün kendimize eş değer gibi görme eğiliminde olduğumuz İspanya’da da 1134 yılında Salamanca Üniversite­si kuruluyor ve bunu diğerleri izliyor. Bizde ilk üniversite, Osmanlı medreseler­inin kalıntısın­dan sonra, İstanbul Üniversite­si olarak 1936 yılında kuruluyor ve bunu daha sonraları kurulan Ankara vb. izliyor. Üniversite­den bu kadar korkan ve öğretim üyelerini aşağılayan bir siyasi doku tabii ki ülkeyi dışa kapatacakt­ır.

Umalım, ülkenin kapalılığı­na ve yandaş-karşıt diye ayrıştırıl­masına su taşıyanlar­ın 30 Ağustos’u kutlama coşkusunun yapay olduğu halkımızca anlaşılır ve böylece gerçek kutlama ve gelişme çizgisine girilir.

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye