Adaletsizliğin fotoğrafı ve adalet özlemi
Seçime sayılı günler kalmışken, 21 yıllık AKP iktidarının “hukukla” ilişkisini iki kelimeyle ifade etmek mümkün: “Adaletsizliğin fotoğrafı.” Karşısında kah adalet nöbetleriyle kah adalet yürüyüşüne verilen destekle kendisini ifade eden işçilerin, emekçilerin, anaların, kadınların, gençlerin özlemi var: Demokratik, tarafsız ve bağımsız yargı ve toplumsal adalet.
KP, 21 yıl önce derin bir ekonomik kriz döneminde 3Y (yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar) ile mücadele edeceğini söyleyerek iktidara yürümüştü. Ancak üç konuda da 21 yıl öncesini aratır hale geldi.
Burada bir yanlış anlama olmaması için AKP öncesi yargıya bir parantez açmakta fayda var. Ülkemizde demokratik bir yargı sistemi hiçbir dönem tam olarak var olmadı. Ancak yargı, hiçbir zaman bir partinin (Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi döneminde Cumhur İttifakının) tam kontrolünde de olmamıştı. Artık AKP iktidarı, biçimsel olarak dahi kuvvetler ayrılığından bahsetme ihtiyacı duymuyor, yargının bağımlılığını gizlemiyor.
ADÖNÜM NOKTALARI
Peki bu günlere nasıl geldik? AKP hangi dönüm noktalarından geçerek tek adam sisteminin aparatına dönüşmüş, bu sistemi besleyip güçlendiren bir yargıya ulaştı?
Bu sorulara cevap vermek için Akp’nin ilk iktidar yıllarına kadar gitmekte fayda var.
AKP, ilk iktidar yıllarından itibaren yargıyı kontrol etmek ve iktidarını güçlendiren bir araca dönüştürmek için çaba harcadı. Adım adım bu amacına ulaşırken, daha sonra yolları ayrılan önemli müttefiklerinin, Gülen Cemaatinin yargıdaki kadrolarından ve etkisinden yararlandı. 2007 genel seçimlerinde oylarını yükselttikten sonra, yargıyı kendine bağımlı kılmak üzere yeniden şekillendirmeyi temel hedef olarak belirledi.
Bu dönem, birçok kişinin bir savcı, üç polis tarafından terör örgütü kapsamına sokulduğu dönemdi. Bu süreçte kah eski dönemin ayak bağlarından kurtulmak, kah demokratikleşme imajı ile yeni ittifaklar kazanmak kah Kürt halkının mücadelesine set çekmek üzere Ergenekon, Balyoz, KCK, askeri casusluk, 28 Şubat vb. kapsamlı davalar açıldı. İhtiyaca göre süreklileştirilen “yasal düzenlemeler” de bu süreçte hayata geçirildi. 2004 yılında “yeni” TCK ve Cmk’nin yasallaşması, Dgm’lerin kapatılması ve yerine “özel yetkili” mahkemelerin kurulması bu düzenlemelerin örneklerindendir.
12 EYLÜL REFERANDUMU
Akp’nin yargı üzerindeki hakimiyetini sağlayan önemli dönüm noktalarından ilki 12 Eylül 2010 referandumu oldu. Tarihi bilinçli olarak seçilen bu referandumla, 12 Eylül darbesi ile hesaplaşıldığı ve 12 Eylül askeri faşist darbesinin ürünü 1982 Anayasası’nın değiştirildiği iddia edildi. “Soldan” kimi kesimlerce “yetmez ama evet” denilerek, kimilerince sonuca olumlu etkisi olmayan ve evet çıkmasını kolaylaştıran boykot edilen referandumun kazananı AKP, kaybedeni ise işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler ve demokratik bir anayasa, demokratik bir Türkiye isteyenler oldu.
Anayasa değişikliği devleti demokratikleştirmedi. Geçici 15. maddenin kaldırılmasıyla darbecilerden hesap sorulmasını sağlayamadı. Vesayet rejimini olduğu gibi korudu. Temel hak ve özgürlükleri, sendikal hakları ve grev hakkını kullanılabilir hale getirmedi. Örgütlenme özgürlüğünü, seçme ve seçilme hakkını geliştirmedi.
Anayasa değişikliği, mahkemelerin bağımsızlığını, hakimlik teminatını, yargının bağımsız, tarafsız ve demokratik bir şekilde yeniden örgütlenmesini sağlamak bir yana Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun (HSYK) hükümetin (yürütmenin) güdümüne sokulmasına hizmet etti. Anayasa Mahkemesinin yapısı değişse de üyelerinin atamasında cumhurbaşkanının belirleyiciliği devam etti.
Kısaca anayasa değişikliği 12 Eylül rejimini ortadan kaldırmadı. Rejimi, sermayenin o dönmedeki tartışmasız temsilcisi Akp’nin ve o dönem baş müttefiki olan Gülen Cemaatinin ihtiyaçlarına uygun olarak tahkim etti.