NAZILER IKTIDARI NASIL ELE GEÇIRDI?
Nazi Partisi gücü aniden ele geçirmek yerine zirveye yavaş, metodik ve manipülatif bir şekilde tırmandı.
Hitler’in iktidara yükselişi ilk bakışta masal gibi görünüyor: Şeytani bir lord karanlıktan yükseliyor, rakiplerini katlediyor ve halkı köleleştiriyor. Ancak Nazilerin gerçek hikâyesinde o kadar çok değişken faktör ve yaşanmış olay var ki tek bir fark bile her şeyi değiştirebilirdi. Rakipleri, Nazilerin yarattığı gizli tehdidi kontrol altında tutabileceklerine inanmışlardı. Tutamayacaklarını fark ettiklerinde ise iş işten geçmişti.
Almanya 1929’dan beri Büyük Buhran’ın etkisiyle eziliyordu. İşsizlik başını alıp yürümüş, 1932’de %8,5’ten %30’a yükselmiş ve sanayi üretimi %42 azalmıştı. Zorluklarla boğuşan Alman halkı radikal bir değişim arayışındaydı. Cumhuriyet yanlısı partilerin koalisyonu çökmüş ve 1920’lerdeki seçimlerde demokratik partiler Reichstag’da çoğunluğu yitirmişti. Böylece NSDAP (Nazi Partisi) ve partinin yükselen yıldızı Adolf Hitler için bulunmaz bir fırsat doğdu.
Hitler, partinin ilk yıllarında hızla yükselmişti. Son derece yetenekli bir konuşmacıydı ve hitabet becerilerinin NSDAP için ne kadar değerli olduğunun farkındaydı. Fırsatı sezip partiye bir ültimatom verdi: Kendisini başkan yapmazlarsa partiden ayrılacaktı. Böylesine büyük bir kaybı göze alamayan parti yetkilileri buna razı oldu. Ardından Hitler, kendisine benzeyen insanları etrafına topladı. Bunlar, amaçlarına ulaşmak için şiddete başvurmaktan çekinmeyen insanlardı. Böylece, bedeli ne olursa olsun başarıya ulaşmaktan vazgeçmeyecek bir parti ortaya çıktı.
Hitler, korku ve belirsizliğin Alman halkını sardığını biliyordu ve bundan faydalandı. Nazi Partisi, işçi sınıfına hitap eden saldırgan bir propaganda süreci başlattı. Parti, ülkeyi yeniden güce ve şöhrete kavuşturacak güçlü ve istikrarlı liderin Hitler olduğunu söylüyordu. Halk değişim istiyor ve Naziler tam da bu değişimi vadediyordu.
Ancak parti hemen başarıya ulaşamadı: 1928 seçimlerinde sandalye sayısını yalnızca 12 artırabildi. Ama ülke yoksulluğa gömüldükçe partiye destek de arttı. 1930 seçimlerinde oyları sekiz kat arttı ve 1932’de Hitler, Paul von Hindenburg’un karşısına cumhurbaşkanı adayı olarak çıktı. Hindenburg ilk turda %49 ve ikinci turda %53 oy alırken Hitler %30,1 ve %36,8 oy aldı, yani ağır bir şekilde olmasa da mağlup oldu.
Bu sırada Almanya sokakları çatışma bölgelerine dönüşmüştü. Nazilerin paramiliter SA (Sturmabteilung) örgütü, komünist ve sosyal demokrat örgütlerle çatışmalara giriyordu. Kargaşayı çıkaran kendi partisi olmasına rağmen Hitler, korkunun esiri olan halka toplumsal düzeni yeniden tesis etme sözü veriyordu. Nazilerin konuşmalarında nefrete her zaman yer vardı ama esasen Hitler, istikrarı sağlama ve bocalayan ekonomiyi canlandırma sözüyle gönülleri kazandı.
Alman halkı ona inandı ve Temmuz 1932 seçimlerinde NSDAP, oyların %37,3’ünü aldı. Böylece toplam 608 sandalyeden 230’unu kazanarak Reichstag’daki en büyük parti oldu
Hitler’in büyüleyici nutukları kitlelerin büyük ilgisini çekiyordu.
ama bu da yetmedi: Hitler çoğunluğa sahip değildi ve hiçbir parti onunla koalisyon kurmak istemiyordu. Diğer partiler farklılıklarını bir kenara bırakıp Hitler’e karşı koalisyon kurabilselerdi onun yükselişini yavaşlatabilirlerdi ama komünistler sosyal demokratlarla anlaşamadı, muhalefet birleşemedi ve ülke yeniden seçime gitmek zorunda kaldı. Bu sefer Hitler gücü paylaşma niyetinde değildi.
NSDAP en büyük parti olduğu için Reichstag başkanını seçme hakkı vardı ve Hermann Göring’i seçti. Hitler şansölye olmak istedi ama mevcut şansölye Franz von Papen, Hitler’e şansölye yardımcılığını teklif etti. Oysa Hitler’in derdi ikinci adam olmak değil, hükümdar olmaktı.
Anlaşma sağlanamayınca Kasım 1932’de tekrarlanan seçimlerde Nazi Partisi 35 sandalye kaybetti. Hâlâ Reichstag’daki en büyük parti olmalarına rağmen bu Naziler için büyük bir hayal kırıklığıydı. Koalisyon kurmayı yine başaramadılar. Rakiplerinin hiçbiri onlarla bir araya gelmek istemiyordu. Bu seçim, 1949’a kadar tüm Almanya’nın katıldığı son özgür ve adil seçim olacaktı. Hitler’in tedirginliği artıyordu: Adil ve demokratik seçimler, ihtiyaç duyduğu sonuçları vermiyordu.
Bu arada hükümet kargaşa içindeydi. Şansölye von Papen, Reichstag’ın desteği olmadan, Hindenburg’un kanun hükmünde kararnameleriyle ülkeyi yönetiyordu. Bu durum sürdürülemezdi ve herkes de bunu biliyordu. Güvenoyu alamayacağını bilen von Papen, 12 Eylül’de Hindenburg’un parlamentoyu feshetmesini istedi. Kasım seçimlerinde net bir çoğunluk sağlanamayınca işler iyice karıştı. Hindenburg üzerinde hâlâ biraz etkisi olduğunu bilen von Papen, Hitler’e bir söz verdi: Kendisinin şansölye yardımcısı olması koşuluyla Hitler şansölye olabilirdi.
Hindenburg, siyasi karmaşaya ve bir türlü hükümetin kurulamamasına rağmen Hitler’e karşı temkinliydi ve ona büyük bir güç vermek istemiyordu ama artık eli kolu bağlanmıştı. Seçimden yine çoğunluk hükümeti çıkmamıştı ve Hitler’in popülerliği giderek artıyordu. 22 saygın sanayi, finans ve tarım temsilcisi Hindenburg’a bir mektup yazarak Hitler’i şansölye yapmasını istediler. Hindenburg sonunda boyun eğerek görevi Hitler’e vermeyi kabul etti. Böylece NSDAP, Hindenburg’un partisi DNVP (Alman Ulusal Halk Partisi) ile koalisyon hükümeti kurdu.
30 Ocak 1933’te Hitler’in şansölye, Wilhelm Frick’in içişleri bakanı ve Hermann Göring’in sandalyesiz bakan olduğu yeni kabine yemin etti. Berlin sokaklarına dökülen SA ile SS, meşaleli resmigeçitler ve kutlamalar düzenledi.
Elbette diğer siyasetçiler kör değildi. Hitler’in iktidara göz koyduğunun ve partisinin aşırı sağcı eğilimlerinin farkındalardı. Hataları, Nazileri hafife almak oldu. Muhafazakârlar Hitler’le
koalisyon kurarak onu kontrol edebileceklerini ve partisini ehlileştirebileceklerini sanıyordu. Hitler hükümetin yüzü olacaktı ama hükümette gerçek sorumlular muhafazakârlar olacaktı. Halkın sevgilisi olmasına rağmen Hitler’de laf çok, icraat yoktu. Yabancı büyükelçiler onu “vasat” ve “Mussolini’nin kötü bir kopyası” olarak görüyordu. Siyasetçilerin çoğu onu hükümetin maskotu olarak görme eğilimindeydi. Hitler’in aşırı uçlardaki görüşlerini ve güç arzusunu hafife aldılar. Gazetelere bakılırsa Alman ulusu “ifade ve düşünce özgürlüğü” ile o kadar gurur duyuyordu ki Hitler’in bir diktatörlük kurabilmesi imkânsızdı. Hitler’in Yahudi aleyhtarı görüşlerinin farkında olan Yahudi toplumu bile kimsenin anayasal haklarını ellerinden alamayacağını düşündüğünden pek endişe duymuyordu. Almanya’da ve modern dünyada böyle bir şey söz konusu bile olamazdı. Hitler vahşi bir köpek olsa da tasmalıydı.
Ancak Hitler’in kolayca evcilleştirilemeyeceğini düşünenler de vardı. Berlin’deki İngiliz Büyükelçisi Horace Rumbold, Hitler’in devlet adamı niteliklerini taşımadığını ama “alışılmadık derecede zeki ve cüretkâr, tüm popüler taleplere karşılık veren birisi” olduğunu kabul ediyordu. Rumbold, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nı “Nazilerin Almanya’da kalıcı olacağı” konusunda uyarmıştı.
Robert Vansittart adlı bir diğer üst düzey İngiliz diplomat, Hitler’in mevcut durumu tersine çevirip bir an için bile üstünlük elde ederse bundan yararlanacağını ve Avrupa’da yeni bir savaş başlatabileceğini düşünüyordu. Bununla birlikte, bu şüpheci diplomatların sesleri yeterince yüksek çıkmıyordu ve çoğu kişi canavarla yüzleşmektense onu görmezden gelmeyi tercih ediyordu.
Nazizme karşı çıkan Almanların hiçbiri yeterince hızlı harekete geçemedi. Kendi farklılıklarını ve bölünmelerini tartışmaktan Nazizme karşı birleşmeye vakit bulamadılar. Hafife alınmasına rağmen son derecede hırslı biri olan Hitler, iktidara giden yolu, kendisini kontrol altında tuttuğunu sananların burnunun dibinde çizdi. Son 20 yıldır inşa ettiği barut fıçısını patlatmak için sadece bir kıvılcıma ihtiyacı vardı. Hitler büyük bir fırsatçıydı ve beklediği fırsat 27 Şubat 1933’te ayağına geldi.
Hitler’in şansölye olmasından dört hafta sonra Reichstag’ta yangın çıktı. Yangın saat 21.00 civarında bildirilmiş ama itfaiyeciler geldiğinde ana salon çoktan alevler içinde kalmıştı. Binanın yakınlarında yakalanan Marinus van der Lubbe adlı adam yangını çıkardığı şüphesiyle tutuklandı. Hitler için bu eşsiz bir fırsattı: hükümet binası ateşe verildiği için değil, fail olduğu öne sürülen kişi komünist olduğu için.
Hitler bu bilgiyi avantaja çevirebilirdi. Bilgiyi çarpıtabilir, bu tehlikeli saldırıyı tüm komünist ajitatörlere atfedebilirdi. Mahkeme van der
Lubbe’nin eylemi tek başına gerçekleştirdiği sonucuna varsa da Naziler bu saldırıyı komünistlerin Alman hükümetine karşı kurdukları komplonun kanıtı olarak gösterdi. Komünistler asiydi, halkı kışkırtıyorlardı ve Almanya’nın istikrara kavuşması için onlardan kurtulmak gerekiyordu. Hitler, Hindenburg’u sivil özgürlükleri askıya alan bir olağanüstü hal kararnamesi çıkarmaya ve Almanya Komünist Partisi ile “acımasız bir çatışmaya” girmeye davet etti. Tepkilerle başa çıkamayacağını anlayan Hindenburg kararnameyi imzaladı.
Böylece Hitler, komünistleri topluca tutuklama özgürlüğüne kavuştu. Üstelik buna parlamentodaki milletvekilleri de dahildi. Nazilerin çok uzun zamandır şiddetle çatıştığı en büyük rakipleri olan komünistler artık yoktu. Parlamentodaki sandalyeleri boşalmıştı ve Nazi Partisi o sandalyeleri de ele geçirmek istiyordu. Birkaç gün sonra seçim yapılacaktı ve Hitler bu sefer çoğunluğu ellerinden kaçırmak niyetinde değildi.
Sivil özgürlüklerin çoğunu askıya alan Reichstag Yangın Kararnamesi sayesinde Almanya, Nazilerin sömürebileceği ve arzularına göre yönlendirebileceği bir ülke haline geldi. Yasa, “habeas corpus” güvencesini, ifade özgürlüğünü, basını, örgütlenme ve toplanma hakkını, hatta mektup ve telefonların gizliliğini askıya alıyordu. Bu sayede Hitler, Nazi yandaşı olmayan tüm yayınları yasakladı ve komünist komplosunu durdurmanın tek yolunun Nazilere oy vermek olduğunu duyurdu.
Nazi askerleri yalnızca komünistlere değil; sendikacılara, solculara, sosyal demokratlara ve merkez partiye de şiddet uygulamaya başladı. Bu sırada Nazi gazeteleri de halkı paniğe sürüklüyordu. Binlerce komünistin hapsedilmesiyle birlikte Nazilerin oy oranı %33’ten %44’e yükseldi. Nazi örgütlerinin sandık başında kurduğu baskılara rağmen Hitler istediği çoğunluğa ulaşamamıştı, ama DNVP’NIN %8 oyu da eklenince %52’lik çoğunluk oranı sağlanmış oluyordu. Ne kolay olmuştu ne de olağanüstü bir zafer elde edebilmişti ama sonunda başarmıştı. Artık Hitler, tüm gücü elinde toplamaya yönelik gerçek planını yürürlüğe sokabilirdi.
Hitler, cumhurbaşkanının kendisine tehdit oluşturabileceğini biliyordu çünkü cumhurbaşkanının istediği zaman şansölyeyi görevden alma yetkisi vardı. Onu bir anda durdurabilecek birisi varken Hitler özgürce hareket edemezdi. Önce Yetki Kanunu’nu geçirmesi gerekiyordu. Bu kanun, ona parlamentoyla uğraşmak zorunda kalmadan, kararnameyle kanun yapma gücü verecekti. Bu yetkilerini dört yıl süreyle kullanabilecekti ve dört yıl, Hitler’in planlarını harekete geçirmesi için yeterli bir süreydi.
Yetki Kanunu, Hitler’e âdeta cumhurbaşkanının gücünü, yani kararnameyle ülkeyi yönetme gücünü verecekti. Böyle bir kanun görülmüş bir şey değildi ve yalnızca aşırı acil durumlarda kabul edilebilirdi. Üstelik Hitler’in kanunu
“YETKI KANUNU HITLER’E KANUN YAPMA GÜCÜ VERECEKTI.”
geçirmek için üçte iki çoğunluk oyu alması gerekiyordu.
Hitler, en büyük baş ağrısının Sosyal Demokratlar olacağını biliyordu. Bu yüzden, tehdit ve tutuklamalarla çoğu Sosyal Demokrat’ın oylamaya katılmasını engelledi. Hitler, yeni yetkilerini parlamentoya, cumhurbaşkanına, eyaletlere ve kiliselere karşı kullanmayacağına söz verdi. Yetkilerini, sözde ülkeyi batıran komünistlerin pisliğini temizlemek ve ülkeyi düzlüğe çıkarmak için kullanacaktı. Parlamentoya bir tercih hakkı sundu: “Reichstag’ın beyefendileri, savaşla barış arasında bir seçim yapmak size düşüyor.” Hitler’in sözlerine ikna olan ve ona karşı çıkmaktan korkan politikacılar fazla muhalefet etmeden 23 Mart 1933’te Yetki Kanunu’nu geçirdiler. Böylece Hitler, bir diktatörün sahip olabileceği hemen hemen tüm yetkilere kavuşmuş oldu.
Hitler’in verdiği sözlerin hepsi neredeyse anında suya düştü. Kendisine karşı çıkacak herhangi bir parti kalmadığı için eyaletlerin gücünü ellerinden aldı ve kendi partisi dışındaki partileri ortadan kaldırdı. Ayrıca parlamentonun demokratik sorumluluklarını da elinden aldı. Hindenburg’un cumhurbaşkanlığı görevini sürdürmesine izin verdi ama Ağustos 1934’te Hindenburg ölünce Hitler tüm gücü kendi elinde topladı. Zaman kaybetmeden, Hindenburg’un öldüğü gün tüm askerlere Hitler Yemini’ni etmelerini emretti. Askerler, yeni liderlerine koşulsuz itaat edeceklerine yemin ediyordu.
Hitler, iktidarı ele geçirme yolunda dünyayı ateşe vermedi. Seçmenleri sindirme ve muhalefeti tutuklama taktikleriyle bile çoğunluğu elde edemedi. Hitler hiçbir zaman tüm Alman halkını ikna edemedi ve aslında halkın büyük kısmı başka partilere oy verdi. Ama bunların Hitler için önemi yoktu. Eline geçen her fırsatı değerlendirmeyi başardı, yasaları ve mevzuatı çarpıttı, siyasetçileri kendisinin bir tehdit olmadığına ikna etti. Onu yolun başında durdurabilecek kişiler kendi hatalarını fark ettiğinde ise iş işten geçmişti. Artık Almanya Hitler’indi ve ne isterse yapabilirdi. Şimdi sırada Avrupa vardı.