NAZİ ALMANYASI’NDA POLİSLİK
Nazi rejimi ülke üzerindeki kontrolünü sıkılaştırırken Alman halkına yöneltilen başlıca silahlar tehdit, şiddet ve korkuydu.
İki savaş arasında Almanya’da ortaya çıkan polis devleti, detaylı ve etkili bir planın sonucu değildi. Güvenlik kurumlarının kontrolü ve hâkimiyeti ele geçirmek için rekabet ettiği, düzensiz, genellikle kaotik bir süreçti. Almanya’nın dönüşümüne birçok kurumun katkısı olmasına rağmen üç kurum öne çıktı: Gestapo, SA ve SS.
Naziler, kurumlar arasındaki rekabeti bazen zayıfları ayıklamak ve sadakati şüpheli olanları ortadan kaldırmak için de kullanıyordu. Partinin o yıl gerekli gördüğü kişiler ertesi yıl görevden alınabiliyor, süregelen korku ve şüphe ikliminde güvenlik güçlerinin uyguladığı yöntemler giderek sertleşiyordu.
Naziler, partinin ilk yıllarında eylemlerine “yasallık” kılıfı uydurmaya çalışıyordu. Halkın huzursuzluğunu sürdürmek için Almanya’da bir kriz ortamı yarattılar. Bu sayede, düzeni yeniden sağlama bahanesiyle aşırıya kaçan önlemleri kabul ettirme şansları artıyordu. Şubat 1933’te Hitler, Reichstag yangınını baskıcı önlemler almak için bahane olarak kullandı. Almanya’da olağanüstü hal ilan edildi ve demokratik hakların çoğu askıya alındı. Sıradan vatandaşların gözetlenmesini kolaylaştırmak için polisin yetkileri artırıldı. Bu gelişme ülke tarihinde bir dönüm noktası olsa da temelleri önceden atılmıştı.
POLİS DEVLETİNİN OLUŞUMU
Gestapo’nun kökenleri, 1918 devriminin ardından Berlin’de kurulan siyasi polis kuvvetlerine dayanır. “Departman 1A” adı verilen ayrı bir bölüme “siyasi nitelikli tüm cezai suçları gözlemleme, önleme ve kovuşturma” sorumluluğu verilmişti. Başlangıçta 300 civarında saha görevlisi bulunan Departman 1A,
Hitler’in korumaları. Heinrich Himmler en önde ortada. (1932)
bölge polis kuvvetlerinde yeni kurulan siyasi departmanlarla da işbirliği yapıyordu.
Hitler 1933’te iktidara geldiğinde 50.000 kişilik Prusya polis kuvvetlerini kontrol altına almanın önemini anladı. Polis kuvvetlerinin başına Hermann Göring getirildi ve siyasi bölüm (o zamanki adıyla Departman 1) polis kuvvetlerinden ayrıldı. 26 Nisan 1933’te merkezi Berlin’de bulunan, ülke çapında alt bölümleri olan “Gizli Devlet Polisi” kuruldu. Almancası “Geheime Staatspolizei” olan bu kurumun kısa adı “Gestapo” idi.
Nazi Partisi’ne ilk yıllarında çok önemli hizmetler sağlayan bir diğer örgüt ise Sa’ydı. Resmi adı Sturmabteilung, yani “Fırtına Birliği” olan bu örgüt “Kahverengi Gömlekliler” adıyla da anılır. Nazilerin hem yurtdışında hem de yurtiçinde saldırganlığa ihtiyacı vardı. Dış saldırganlık ordunun sorumluluğundaydı. İç saldırganlıksa Sa’nın işiydi.
Üyelerinin çoğu Birinci Dünya Savaşı’nda görev yapmış olan SA, Nazi Partisi’nin paramiliter gücü haline geldi. SA, rakip partilerin, özellikle de komünistlerin destekçilerini ve silahlı kanatlarını alt etmeye istekliydi. SA üyelerinin bir kısmı savaşta korkunç deneyimler yaşamıştı ve öfkelerini Nazilerin siyasi rakiplerine kusuyor, şiddet arzularını bu şekilde bastırıyorlardı. Bu yüzden SA her zaman sorunluydu. Nazilerin saldırı köpeği olarak değerli bir işlevi vardı ama köpeği bir kez serbest bırakınca geri toplamak zor oluyordu.
1932’de Hitler, bir komünisti öldürmekten hüküm giyen SA üyelerini destekleyen bir konuşma yapmış, Göring de polise SA faaliyetlerini destekleme emri vermişti. Mart 1933’te Göring, Yahudilere yönelik saldırıları üstü kapalı biçimde onaylayan bir konuşma yaptı ve “polisin Yahudi dükkânlarını koruma timi olduğu fikrini kabul edemeyeceğini” açıkladı. Bununla birlikte, Sa’nın haydutluğuna verilen destek de çok uzun sürmeyecekti. Hitler iktidara geldikten sonra bir yıl içinde üye sayısı 4 milyonu aşan örgüt, sonunda rejim için tehdit olarak algılanacaktı.
SS (Schutzstaffel, yani “Koruma Timi”), Nazi yöneticileri için küçük bir kişisel koruma ekibi olarak kurulmuştu ama zamanla partinin sembolüne ve parti ideolojisinin somutlaşmış haline dönüştü. Heinrich Himmler’in komutası altında genişleyerek partinin iç polis kuvveti haline geldi. Özellikle ilk yıllarında Sa’yı kontrol altına almakla uğraştı.
Elit bir örgüt olarak nam salan SS’E katılma kriterleri çok katıydı. Adayların diş dolgusunun olması bile elenmelerine yol açabiliyordu. SS, 1934’te Sa’nın dağıtılmasında öncü rol üstlendikten sonra büyümeye devam etti ve neredeyse bağımsız bir ordu haline geldi.
YENİ MAHKEME SİSTEMLERİ
Nazilerin hâkimiyetini güçlendirmek için üç büyük güvenlik kuvvetinin yanı sıra yeni mahkemeler de kurdu. Nüfusu zayıflatabilecek kalıtsal hastalıklar nedeniyle kısırlaştırmanın
gerekli olabileceği davaları “Kalıtsal Sağlık Mahkemeleri” değerlendirecekti. Bu mahkemelerde bir milyona yakın dava görüldü ve yaklaşık 400.000 kişi kısırlaştırıldı.
“Özel Mahkemeler” ise Nazi Partisi’yle ilgili dedikodu yapan vatandaşları yargılamakta uzmanlaşmıştı. 1939’da bu mahkemelerin yetki alanı, yabancı basın organlarını takip etme, savaş esirlerine ve yabancı işçilere yardım ve yataklık etme suçlarını da kapsayacak şekilde genişletildi. Ülke çapında 74 Özel Mahkeme vardı ve yeni yönetmeliklerle güçleri sürekli artırıldı. “Ülkenin zafere ulaşma iradesini baltalamak” ve “halkı parazit gibi sömürmek” gibi öylesine geniş tanımlı suçlar vardı ki mahkemeler istedikleri herkesi mahkûm edebiliyordu. Mahkûm edilenlerse çoğunlukla 25 ile 55 yaş arasındaki erkeklerdi. Özel Mahkemelerin 11.000 kişiyi idama gönderdiği tahmin ediliyor.
En kötüsü ise meşhur Volksgerichtshof, yani “Halk Mahkemesi” idi. 1934’te kurulan bu mahkeme hem devletin dış güvenliğine hem de iç düzenine karşı işlenen vatana ihanet davalarına bakıyordu. Mahkemenin üç dairesinin her biri beş yargıçtan oluşuyordu. Bunların ikisi profesyonel, üçü Nazi rejimi tarafından atanan onursal yargıçtı. Halk Mahkemesi’nde masumiyet karinesi diye bir şey yoktu. Koşullar sanıkların o kadar aleyhineydi ki suçsuz bulunma ihtimalleri çok düşüktü.
NAZİLERİN İKTİDARI
Nazi Partisi iktidara geldikten sonra kendi güvenlik yapısında değişiklikler yaptı. Amacını tamamlayan SA kısa süre sonra kenara atılacak, hem Gestapo’nun hem de Ss’in güçleri artırılacaktı. Nihayetinde SS, diğer polis teşkilatlarını da içine alarak baskın güç haline gelecekti.
Göring’in doğrudan kontrolü altındaki Gestapo, hem muhbirlerden hem de “ihbarcı”lardan (yurttaşlarını çeşitli suçlardan veya istenmeyen davranışlardan dolayı ihbar eden sıradan vatandaşlar) destek alıyordu. İronik bir şekilde, Gestapo’nun öncüsü olan Departman 1’in asıl amacı siyasi yelpazenin hem aşırı sol hem de ağırı sağ uçlarındaki yıkıcılığı önlemekti. Oysa Gestapo artık aşırı sağcı Nazilere hizmet ediyordu ve demokrasinin diktatörlüğe dönüşmesinde önemli bir rol oynadı.
Üçüncü Reich’ın en başından beri terör gücü olarak kullanılan Gestapo, hızla devlet kontrolünden çıkarıldı ve kapsamlı yetkilerle donatıldı. “Koruyucu gözaltı” hükmü uyarınca Gestapo insanları hapsedilebiliyor, hatta
“Kahverengi Gömlekliler” adıyla anılan Sa’nın bu gömlekleri seçmesinin tek nedeni I. Dünya Savaşı’ndan sonra ucuza bulunmalarıydı.
süresiz veya kalıcı olarak toplama kamplarına gönderebiliyordu. Savaşın patlak verdiği sırada kamplarda koruyucu gözaltında 25.000 kişi vardı. Bu kişiler serbest bırakıldıktan sonra bile suçlu olarak kabul ediliyor ve istendiğinde yeniden tutuklanabiliyordu.
Himmler’in Reichsführer-ss (SS komutanı) ve Alman polis şefi olarak atanmasıyla, iki büyük güvenlik teşkilatı arasındaki güç mücadelesini SS kazanmış oldu. SS personeli, 1934’te toplama kamplarında muhafızlık yapmak üzere eğitildi ve emirlere uymaları için âdeta beyinleri yıkandı. 1928’de SS personelinin sayısı 300’ün altındayken 1933’te yaklaşık 209.000’e çıktı. Bu süre içinde örgüt baştan sona değişmişti. Ss’in kendi eğitim yöntemleri ve askeri okulu vardı. SS üyeleri siyah bir üniforma giyiyordu ve saha görevleri için gri bir üniforma da tasarlamıştı.
Kısa süre sonra ilk Waffen-ss tümenleri (silahlı birimler) kuruldu. Dachau gibi toplama kamplarında kurulan Totenkopf (“Ölüm Kafası”) Tümeni de bunlardan biriydi. Waffenss tümenleri savaşta çok iyi iş çıkardı. Alman ordusuyla paralel hareket eden ama ordunun bir parçası olmayan seçkin bir kuvvet olarak görülüyorlardı. Yarattıkları vahşetle kısa sürede ün kazandılar.
GESTAPO İŞ BAŞINDA
“Polis devleti” terimi ancak 1930’larda yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Almanya artık İtalya’yla ve Stalin’in Sovyetler Birliği’yle aynı kefeye konan şüpheli bir ülkeydi. Genel kanıya göre polis devleti Alman halkına o kadar hızlı ve sinsi bir şekilde dayatılmıştı ki etkili bir direniş mümkün olmamıştı. Ancak daha yakın zamanlarda tarihçiler, halkın oynadığı rolü daha eleştirel bir şekilde ele almaya başladılar. Günümüzde bazı tarihçiler, halkın genel olarak olup bitenin farkında olduğunu ama Nazi Partisi’nin manipülasyonları sayesinde sivil özgürlüklerin kısıtlanmasına ayak uydurduğunu öne sürüyor. Şüphesiz ki terör, halkın motivasyonunu sağlamada çok güçlü bir faktördü. Nazilerin yarattığı korku ve belirsizlik ortamında halk, birlik ve düzen arayışına girmişti. Bu da Nazilerin demokratik özgürlükleri yok etmesine olanak tanıdı.
Savaşın sonlarına doğru yazılı kayıtların çoğu sistematik biçimde imha edildiği için güvenlik güçlerinin tam olarak nasıl faaliyet gösterdiklerini tespit etmek zor. Bununla birlikte, sayıları az da olsa günümüze ulaşan kayıtlar var. Düsseldorf’tan 70.000 ve diğer şehirlerden daha az sayıda Gestapo dosyası da bunlar arasında. Bu dosyaları inceleyen araştırmacılar Gestapo operasyonları için halkla işbirliğinin ne kadar önemli olduğunu ortaya çıkardı.
Tanımlanan iki temel işbirliği seviyesi var. İlki, düzenli bilgi için Gestapo’nun bir şekilde para ödediği muhbirlerin kullanılmasıydı. İkinci yöntemse vatandaşların diğer vatandaşlar hakkında genellikle tek seferlik ve gönüllü olarak bilgi paylaşmasıydı. Tahminlere göre muhbirlerin sayısı resmi Gestapo ajanlarından bile fazla olabilir. Bu muhbirler, gizli polisin itibarını daha da korkunçlaştırıyor ve halk sürekli olarak gözetlendiğini hissediyordu.
İhbarcı vatandaşların asıl amaçlarını anlamaksa daha zor. Bulgular, ihbarların
yalnızca dörtte birinin partiye sadakatten yapıldığını, %37’sinin kişisel kinden kaynaklandığını ve diğer %39’unun açık bir nedeni olmadığını gösteriyor. Pek çok insan, bazen gerçek bir getirisi olacağı için bazen de sadece kin güttüğü için kişisel düşmanlarını Gestapo’ya ihbar ediyordu.
Peki, insanlar bu kadar korktukları Gestapo ile nasıl bu seviyede bir işbirliği kurabiliyordu? İnsanların kişisel koşullarını iyileştirmek için ellerinde kalan tek yol buydu. Nazi Almanyası’nda siyaset yapmak anlamsız hale gelmişti ve rejime yönelik türlü eleştiri cezalandırılıyordu. Bir sorunu doğrudan Gestapo’ya bildirmek, ne kadar şüpheli bir yöntem olursa olsun, en azından değişimi tetiklemenin bir yoluydu. İşin ilginç yanı, parayla muhbirlik yapmak ayıplanırken komşularını gönüllü olarak ihbar etmek ayıp sayılmıyordu. Aslında bu da saçmaydı çünkü tanıdıklarını ihbar etmek kişisel bir tercihken muhbirler çoğu zaman Gestapo tarafından görevi kabul etmeye zorlanan ve tehdit edilen, yani tercih şansı olmayan kişilerdi.
Gestapo muhbirleriyle ilgili araştırmalar, 1999’da ABD Başkanı Bill Clinton’ın Washington’daki Ulusal Arşivler’de saklanan büyük bir belge koleksiyonunu (“Himmler Koleksiyonu”) yayımlamasından sonra derinleşti. Koleksiyonda binlerce Gestapo muhbiri hakkında ayrıntılar bulunuyordu. Üst düzey muhbirlerin casusluk eğitimi aldıkları ve hatta bazı görevler için yurtdışına gönderildikleri ortaya çıktı. Kural olarak Yahudilerin muhbirlik yapmasına izin verilmiyordu ama Yahudi yeraltı cemaatinin çok büyük olduğu Berlin’de buna da izin çıkmıştı. Muhbirlere tutuklanmama sözü ve para verilebiliyordu. Bazı durumlarda bu para ayda 500 Reichsmark’a kadar çıkıyordu ama genellikle çok daha azdı.
Gestapo ve SS, istikrarlı bilgi akışı sayesinde önleyici bir güvenlik politikası uygulayabiliyordu: “Suçluları” henüz suç işleme şansı bulamadan ortadan kaldırıyorlardı. Sanığın “ruh haline” dayanan kovuşturmalar yaygındı. Mahkeme, sanığın suç işlemeye meyilli olduğuna karar verirse mahkûmiyet verebiliyordu.
Bu gidişat, Sovyetler Birliği’nin işgali için SS Einsatzgruppen’ın (“Müdahale Grupları”) kurulmasıyla zirve noktasına ulaştı. Toplam 3.000 kişiden oluşan ve Sovyet topraklarına kadar Alman ordularının peşinden gelen bu dört grubun amacı, ele geçirilen topraklardaki siyasi muhalifleri ortadan kaldırmaktı. İlk
başlarda yerel halka mensup Yahudilere ve komünistlere şiddet uygulamakla yetinen bu gruplar hızla sabrını yitirdi ve toplu infazlar gerçekleştirmeye başladılar.
POLİS DEVLETİNİN ÇÖKÜŞÜ
Savaş kötü gitmeye başlayınca Naziler halk üzerindeki kontrollerini sıkılaştırmaya çalıştı. Halk Mahkemesi’ndeki yargılamalar her zaman tek taraflıydı (Savunma yapmak isteyen avukatların başvuru yapması gerekiyordu ve bu başvurular genellikle reddedildiği için sanıklar etkili bir şekilde savunulamıyordu.) ama artık tüm mahkemeler daha da acımasız hale gelmişti. 1939’da Alman mahkemelerinde 99 ölüm cezası verilmişti. 1943’te bu sayı 5.336’ya yükseldi.
1943’te Halk Mahkemesi’nde yargılananların yarısı ölüm cezasına çarptırıldı ve 3.338 davadan sadece 123 sanık beraat etti. Savaştan sonraki Nürnberg Duruşmaları’nda bir Halk Mahkemesi yargıcı, mahkemenin asıl işlevinin “muhalefeti bastırmak” olduğunu kabul edecekti.
Nazi polis devletinin ölüm sancıları da oldukça korkunçtu. Müttefik Devletler her iki taraftan yaklaşırken polis, halk üzerindeki denetimini sıkılaştırmaya çalışıyordu. Bir yandan Müttefik uçaklarının sürekli attığı bombalar, öbür yandan polisin yakalamaya çalıştığı istenmeyen kişilerin ve şüphelilerin giderek artması halkı korkutuyordu. Kasım 1944’ten itibaren Gestapo’ya mahkeme kararı olmadan şüphelileri infaz etme izni verildi.
İnsanlar ister seyahat ediyor ister sadece sokakta yürüyor olsun, sık sık kimlikleri kontrol ediliyordu. Rejimin çökmekte olduğunu anlayan vatandaşlar artık birbirini ihbar etmeye yanaşmıyordu. Bu yüzden muhbirlere daha çok başvuruluyor, hayati bilgi akışını sürdürmek için onlara önemli teşvikler sunuluyordu.
Üçüncü Reich’ın çökmesiyle birlikte sistemin de sonu geldi. Ancak yaptıkları caniliklerin ileride ortaya çıkmasından korkan Gestapo, SS ve diğer kurumlar ellerindeki tüm belgeleri imha etmeye giriştiler. Bu sayede faaliyetlerinin önemli bir kısmını gizleyebildiler. Naziler sadece bir polis devleti değil, bir terör devleti kurdu ve direnişin beyhude olduğunu kendi halkına kabul ettirmeyi başardılar. 1.000 yıl sürmesini umdukları “güçlü” rejimin en büyük mağdurları ise bizzat Alman halkı oldu.