Endüstri 4.0 ve İnsanlığın Geleceği
GÜNDEM: Birçok kaynak, Endüstri 4.0'ın dünyaya olan etkisinin ilk endüstri devriminin etkisi kadar dramatik olacağını öngörüyor. Zira bu yeni eşik, üretim, kaynak kullanımı, insanın üretimdeki rolü gibi birçok alandaki paradigmaları değiştirecek.
Birçok kaynak, Endüstri 4.0’ın dünyaya olan etkisinin ilk endüstri devriminin etkisi kadar dramatik olacağını öngörüyor. Zira bu yeni eşik, üretim, kaynak kullanımı, insanın üretimdeki rolü gibi birçok alandaki paradigmaları değiştirecek ve beraberinde Tarım 4.0, Eğitim 4.0, Hukuk 4.0 ve hatta Vatandaş 4.0 gibi kavramların da hızla evrilmesine sebep olacak gibi gözüküyor.
Bugünlerde, hakkında konuşulan ve geleceğimizi şekillendirmeye namzet bir kavramla çok sık karşılaşıyoruz: Endüstri 4.0. Bu yazıyı, bir kavramın dördüncü safhasını iyi anlayabilmek için ilk safhasına dönmek ve tarihsel süreç içerisindeki gelişiminin uğrak noktalarını hatırlamak faydalı olur inancıyla hazırladım.
Gelin bu yolculuğun ilk durağı olan 1700’lerin başına dönelim, Batı’nın endüstri hamlelerini hatırlayalım ve Endüstri 4.0 yolculuğunun ana uğrak noktalarını inceleyelim.
Dünya tarihi devrimler ve karşı devrimlerle dolu; ancak endüstri devrimleri sadece doğduğu topraklardaki yaşamı değil tüm dünyayı etkileme gücüne sahip kilometre taşları oldular. Her devrim gibi endüstri devrimlerini de sebepleri ve sonuçları ile incelemek gereğine inançla gelin yolculuğumuza ilk endüstri devriminden başlayalım.
VE KÖMÜR VE DENİZ…
İngiltere’de 1698 yılında buhar makinesinin icadı ve devamında 1712’de buhar gücü ile çalışan kuvvetli bir pompanın yapılması ile ortaya çıkarak, öncesindeki binlerce yıllık tarım toplumunu sadece ekonomik açıdan değil sosyal ve kültürel olarak da geliştiren, şehirleşmeden eğitime, hatta toplum hayatının temel dinamiklerine kadar her alanda değiştiren ilk endüstri devrimi.(1) Rönesans’ın dünyanın herhangi bir ülkesinde değil de İtalya’da filizlenmesinin ardında olduğu gibi endüstri devrimlerinin de ardında, doğduğu toprakların sosyal, kültürel ve ekonomik dinamikleri olduğu aşikârdır. Bu bakımdan ilk endüstri devrimini anlamlandırmak için şu temel sorulara cevap bulmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Dünyayı endüstri devrimine hazırlayan dinamikler nelerdi?
Endüstri devrimi neden 18. yüzyılda oldu?
Endüstri devriminin beşiği neden İngiltere oldu? Her devrimde olduğu gibi endüstri devriminde de bir kıvılcıma ve değişim ateşini canlı tutacak bir enerji kaynağına ihtiyaç vardı. İngiltere’nin kuzey kıyılarında yer alan, yüzeye yakın, kolay işlenebilir, zengin kömür alanları bu enerji kaynağı ihtiyacını karşıladı ve İngiltere’yi dönemin süper gücü haline getiren sürecin başlangıcı oldu.(2)
Daha önceleri temel enerji kaynağı olan odunun yerini alan kömürün enerji verimi üç kat daha fazla, taşınması ve muhafazası ise daha kolaydı. Endüstri devriminin yakıtı olan kömürün kullanımı bile bir devrim niteliğindeydi. İnsanlık ilk defa dünyanın mineral enerji kaynaklarını kullanmayı denemiş ve başarılı olmuştu.
Elbette Batı’nın diğer ülkelerinde de kömür vardı ancak denize, yani limana en yakın kaynak İngiltere’nin elindeydi. Denize yakınlık büyük bir lojistik avantaj sağlarken bir zorluğu da beraberinde getirdi: Madenleri basan deniz suyunun pompalarla dışarı atılması mecburiyeti. Atların gücü ile çalışan ilkel pompa düzeneklerinin sınırlı pompalama yeteneği, bu devasa zenginlik ile insan arasındaki en büyük engel olmaya başladığında, insanın ekonomik verim
lilik ve kazanç ile arasındaki her engeli kaldırmaktaki kararlılığı, onu buhar gücüyle çalışan verimli ve güçlü pompalar yapmaya doğru sürükledi. Böylece nispeten küçük ve yerel bir soruna çözüm ararken yepyeni bir dünyanın perdesini aralamış oldu Batı dünyası.
BİLİM VE DOĞAL KAYNAKLAR KESİŞİNCE
Dünyayı değiştirecek bir devrimin tek itici gücü zengin kaynaklar olamazdı elbette. Avrupa’nın geri kalanında kendini gösteren kilise ve devlet baskısının var olmadığı 17. ve 18. yüzyıl İngilteresi, bilim ve akılcılığın da beşiğiydi. Bilimsel kapasite ve doğal kaynak zenginliğinin kesişim noktasından “ilk endüstri devrimi” çıktı.(3)
Üretimde elektriğin kullanımı ve böylece gece de üretimin sürdürülebilmesi, demirin yerini çeliğin, kömürün yerini petrolün alması, telgraf ve telefonun icadı, üretimde otomasyona geçiş gibi yeni kaynaklar ve o kaynakların verimli kullanımına olanak sağlayacak bilimsel gelişmeler Birinci Dünya Savaşı’na kadar sürecek olan ikinci endüstri devri
minin ardındaki itici güçleri oluşturdu. İlk ikisinden hiç de farklı olmayan dinamiklerle hayatımıza giren üçüncü endüstri devriminin ardındaki itici güçler ise dijitalleşme ve otomasyon oldu.
Etkisi ilk iki devrime nazaran çok daha büyük olmasına rağmen kısa süren üçüncü endüstri devrimi, üretimi ve küresel gayrisafi milli hasılayı nüfus artışının gerektirdiği oranda yükseltmekte ve işsizliği yenmekte yeterli olamadı(4) zira çok önemli bir bileşeni eksikti: VERİM
Ve sonunda yüksek verim arayışımız bizi Endüstri 4.0’ın eşiğine kadar taşıdı. Birçok kaynak, Endüstri 4.0’ın dünyaya olan etkisinin ilk endüstri devriminin etkisi kadar dramatik olacağını öngörüyor. Zira bu yeni eşik, üretim, kaynak kullanımı, insanın üretimdeki rolü gibi birçok alandaki paradigmaları değiştirecek ve beraberinde Tarım 4.0, Eğitim
4.0, Hukuk 4.0 ve hatta Vatandaş 4.0 gibi kavramların da hızla evrilmesine sebep olacak gibi gözüküyor.
Yazının bundan sonraki bölümünde, tüm dünyada istihdamdan teknolojiye, üretimden lojistiğe, iş yapma biçimimizi değiştirecek eşiğe doğru yürüyüşümüzün ardındaki temel dinamikleri inceleyecek ve Endüstri 4.0’ı anlamaya, anlamlandırmaya çalışacağız. Ama gelin önce bir adım geri gidelim ve bu geçişi anlayabilmek için üçüncü sanayi devriminin dünya ekonomisine olan etkisini biraz daha yakından inceleyelim.
BÜYÜME NEDEN ÖNEMLİ?
Dünyayı bilimsel ve teknolojik olarak ilk ikisinden çok daha ileriye taşıyan üçüncü sanayi devriminin dünya ekonomisinde sürdürülebilir bir büyümeyi tetiklediğini söylemek oldukça zor… İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen takribi 15 yılda yaşanan küresel ekonomik büyüme, 1960 yılından günümüze, sürekli bir düşüş trendi gösterdi ve teknolojideki ilerlememizin küresel ekonomiye yansıması hiç de beklediğimiz gibi olmadı. 1960’larda %5%6 aralığında olan küresel ekonomik büyüme bugün %3.4’ler seviyesinde ilerliyor. Üstelik geride bıraktığımız yaklaşık 60 senenin dinamikleri ile bu düşüş trendini tersine çevirmek pek de mümkün gözükmüyor.
Yani klasik küreselleşmenin, ucuz hammadde, ucuz kaynak, ucuz işgücü gibi konvansiyonel araçlarının bizi sağlıklı bir ekonomik geleceğe taşıması mümkün olmayacak.(5)
Peki büyüme neden önemli?
Sorunun cevabı çok açık… Sürekli artan nüfusu besleyebilmek, bu nüfusun hayatını güvenli ve sağlıklı sürdürmesini sağlayabilmek ve artan nüfusa istihdam imkanı sunabilmek ancak sürdürülebilir ekonomik büyüme ile mümkün olacaktır. Gelin görün ki yaklaşık son 60 yıldır her gün büyüyen dev bir ailenin tüm ihtiyaçlarını, her gün küçülen bir bütçe ile karşılamaya gayret ediyoruz.
Peki bu durumla mücadele etmek için hiç mi çaba göstermedik? Elbette gösterdik, gösterdik ama palyatif çözümler ürettik. Örneğin dünya devleri, fabrikalarını başta Çin olmak üzere ucuz işgücünün olduğu topraklara taşıdı. Fakat yatırımın ve sosyal değişimin doğal sonucu olarak ucuz işgücü kısa süre içinde pahalı hale geldi.
Ardından fabrikalarımızı büyüttük ve entegre tesisler yerine bir ürünü büyük miktarlarda üretmeye yöneldik. Bu
HER DEVRIMDE OLDUĞU GIBI ENDÜSTRI DEVRIMINDE DE
BIR KIVILCIMA VE DEĞIŞIM ATEŞINI CANLI TUTACAK BIR ENERJI KAYNAĞINA IHTIYAÇ VARDI. ODUNUN YERINI ALAN KÖMÜRÜN ENERJI VERIMI ÜÇ KAT DAHA FAZLA, TAŞINMASI VE MUHAFAZASI ISE DAHA KOLAYDI.
YENI ÇAĞA ADAPTE ETMEK ÇABASINDA OLDUĞUMUZ ÜRETIMI, TEMELDE 60 YIL ÖNCEKININ AYNI OLAN FABRIKALARI DAHA BÜYÜK YAPARAK VEYA BAŞKA TOPRAKLARA TAŞIYARAK YAPMAYA ÇALIŞTIK. HIZLA DEĞIŞIP GELIŞEN DÜNYADA, 60 YILDIR PEK DE DEĞIŞMEYEN TEK ŞEY FABRIKALARIMIZ OLDU.
yöntem de bir süre faydalı oldu ancak tedarik zinciri yönetimini öyle karmaşık ve riskli hale getirdi ki kısa süre sonra faydalı etkisinin azalmaya başladığına tanık olduk.
Örnek olarak perakende moda sektörünü ele alırsak, tedarik zinciri yönetiminin yerel rakipleri karşısındaki rekabet avantajını, onlar gibi senede iki koleksiyon sunmak yerine ayda bir koleksiyonu tüm dünyadaki mağazalarına taşıyan Zara gibi küresel markalara nasıl bir operasyonel yük ve risk getirdiğini kolayca görürüz.
Yeni çağa adapte etmek çabasında olduğumuz üretimi, temelde 60 yıl öncekinin aynı olan fabrikaları daha büyük yaparak veya başka topraklara taşıyarak yapmaya çalıştık. Baş döndürücü hızda değişip gelişen dünyada, 60 yıldır pek de değişmeyen tek şey fabrikalarımız oldu.
İnternet gibi teknolojik ilerlemeler ise sosyokültürel küreselleşmeye ivme katarken bu makasın aralığını daha da açtı ve sonuçta ekonomik büyümeyi sağlayamayan ve yetersiz büyümenin altında ezilen bir küreselleşme ile karşı karşıya kaldık. Yani endüstriyel küreselleşme kendi açtığı yolda yeteri kadar hızlı ilerleyemediği için kendini tüketti ve Endüstri 4.0’ın eşiğine kadar geldik. Gelin görün ki, Endüstri 4.0 devrimi bu küresel tespit neticesinde ulaşılan bir ortak bilinç ile değil, küresel pazarın büyük oyuncuları olan ülkelerin rekabet avantajı arayışlarının sonunda ortaya çıktı.
Küreselleşmenin sürpriz oyuncusu Çin, Batı tarafından kurgulanan oyunun kurallarını o kadar iyi anladı ve adapte oldu ki geride bıraktığımız 10-15 yılın yıldızı oldu ve çok kısa bir sürede dünyanın üretim merkezi ve ikinci büyük ekonomisi oluverdi.(6)
VERİMLİLİK VE İŞSİZLİK
Kendi oyununda yenilmeye başladığını gören Batı’nın karşı hamlesi ise Endüstri 4.0 idi. Bu karşı hamlenin üç temel bileşeni olduğunu görüyoruz:
Pazara ulaşım (Time to Market): Bir ürün veya hizmetin ilk tasarlanma anından itibaren satılabilir olma safhasına kadar geçen zaman olup tüm Ar-Ge, prototip, test ve üretim süreçlerinin en yüksek verimi alacak şekilde entegre edilmesidir. Batı bu yöntemle gelen süreç avantajını, bir ürünü kopyalanana dek bir üst sınıf ürünü piyasaya sürmek için kullanmayı planlıyor.
Esneklik: Aynı üretim hattını, birden çok özelleştirilmiş ürünün üretimi için kullanabilme becerisidir. Çin’in aynı üründen milyonlarca üretebilen ve bu yolla fiyat üstünlüğü sağlayan tesislerinin karşısına, hattı durdurmak zorunda kalmadan birçok ürünü neredeyse sonsuz çeşitlilik seçeneği ile üretebilecek üretim hatlarına sahip tesisler kurmayı planlayan Batı, kişiselleşmiş ürünleri toplu üretim fiyatına getirecek bir modeli benimsiyor.
Verimlilik: Batı, çok üretip kaybın getirdiği verimsizliği minimize eden Çin’in karşısında durabilmek için üretimin tüm süreçlerinde kayıpları ortadan kaldırmak sureti ile rekabetçi maliyetler yakalamayı hedefliyor. Üretimdeki verimsizliğin temel sebebi ise insan. Endüstri 4.0, kas gücü ile çalışan ve üretimdeki hatanın %90’ının sebebi olan insanı düzenin dışında bırakmayı amaçlıyor.
İlk iki bileşen ancak günümüzde var olan teknoloji ile mümkün olduğu ve üçüncü bileşen olan verimlilik, ilk ikisinin varlığına ihtiyaç duyduğu için geçmişte var olmayan rekabet gücünü ele geçiren Almanya liderliğindeki Batı, 2011 yılındaki Hannover Fuarı’nda yapılan lansmandan beri Endüstri 4.0’ı konuşuyor ve geliştiriyor.
Mevcut üretimin yetişemediği için kötü etkilendiği internet ise Endüstri 4.0’ın temel dinamiklerinden olacak gibi gözüküyor. 2020 yılına kadar internete bağlı çalışacak nesnelerin sayısının 40 milyar olacağı öngörülüyor.(7)
“Veri işleme” ise bu devrimin diğer önemli dinamiğini oluşturuyor. 2010 ve 2020 yılı arasındaki dönemde insanoğlunun ürettiği verinin 50 kat artması bekleniyor. İnsanlık tarihinde 10 yılda 50 kat büyüyen başka bir kaynak oldu mu? Sanmıyorum.
ENDÜSTRI 4.0 ILE BIRLIKTE, VERIMLILIK SAYESINDE KAYBIN MINIMAL OLDUĞU, TAŞIMADAN GIDA ATIĞINA INSANA DAIR TÜM ÇARPANLARI ÇIKARTABILMIŞ, GÜVENLIK AÇIKLARINI MINIMIZE ETMIŞ FABRIKALAR GIRIYOR HAYATIMIZA.
Tam da bu noktada bir açmaz ile karşılaşıyoruz: Hızla artan nüfus karşısında sürdürülebilir ve verimli bir üretim yaparak rekabetçi olmak amacıyla uygulamaya başladığımız bu yeni sanayi devrimi, eğer çalışan sayısını azaltacak ve onların işini öğrenebilen robotlara yaptıracaksa istihdamın dışına itilen insanın başına ne gelecek? Verimlilik arayışımızın getireceği işsizlik ile nasıl mücadele edeceğiz?
Bu soruya verilen doktrinel cevapların iki temel kampta toplandığını görüyoruz: 1) Endüstri 4.0 emekçinin sonu olacak, işsizlik artacak, gelir seviyesi uçurumu daha da artacak ve bu bizi toplu bir sosyal yıkıma götürecek.
2) Endüstri 4.0 bir ömür boyu aynı üretim hattında cıvata sıkmaya veya pres yapmaya mahkûm edilmiş insanı ortadan kaldıracak. Buna karşılık insanı entelektüel kapasitesi ve hatta insanlık onuru bakımından layık olduğu yere koyacak. Bundan önce kurgulanmış gayrı insani çalışma şartlarını ortadan kaldırarak insanı özgürleştirecek.
Ben ikinci kampta olmayı tercih edenlerdenim. Zira bu eşiğin ekonomik ve endüstriyel küreselleşmenin gölgesinde kalan sosyal ve kültürel küreselleşmeyi destekleyeceğini, sınırların olmadığı özgür bir dünyaya bizi daha çok yaklaştıracağını, sorumlu dünya vatandaşlığı gibi kavramları hayatımıza sokacağını düşünüyorum. Bu düşünceme güç veren ise Tarım 4.0, Eğitim 4.0, Japonya’da ortaya atılan Toplum 5.0 ve tüm bu gelişmelerin tetiklediği Etik 4.0 gibi kavramların konuşulmaya başlanmış olmasının yanında, 2020 yılına kadar Endüstri 4.0 ile gelişeceği beklenen 16 yeni mesleğin şimdiden tanımlanmış olmasıdır. Bu yeni sanayi devrimini bir de sürdürülebilirlik perspektifinden inceleyelim…
Verimlilik sayesinde kaybın minimal olduğu, insansız üretim sayesinde karanlıkta çalışabilen; karbon ayakizinden, taşımadan gıda atığına insana dair tüm çarpanları çıkartabilmiş, yangın, su basması, güvenlik açıkları gibi riskleri minimize etmiş fabrikalar hayatımıza giriyor.
Bu fabrikalar şehircilik anlayışımızı bile etkileyecek; artık fabrikalarımızı şehrin ana ulaşım arterlerine veya sanayi bölgelerine kurmak zorunda kalmayacağımız için ortaya çıkacak alan kullanım verimliliğini ve sanayiyi tamamen sınırları dışına atabilmiş şehirlerin ulaşabileceği yüksek sağlık standardını bir düşünün.
Küresel dinamikleri bu kadar konuştuktan sonra gelin bir de yerelde neler olduğuna bakalım.
Matbaanın keşfinden ilk üç sanayi devrimine kadar Batı’nın hep bir asır gerisinde kalmış olan Türkiye, Endüstri 4.0’ı da ıskalıyor mu? Bu soruya gönül rahatlığı ile vereceğim cevap HAYIR. Bakın Endüstri 4.0 adına Türkiye’de neler yapılmış…
Arçelik üretim hatlarında kullandığı 20 öğrenen robotunu kendisi üretti.
Ford Otosan kısa süre sonra 40’ın üzerinde öğrenen robotu devreye almış olacak.
Endüstri 4.0 platformu çoktan kuruldu. (http://www.endustri40.com)
Dijitalleşme ve Endüstri 4.0 Derneği bu yazıda fikirlerinden ve konuşmalarından çok faydalandığım, dostum ve iş hayatımın en önemli uğrak nokta
larında desteğini hep aldığım Ali Rıza
Ersoy başkanlığında kuruldu.
Türkiye Cumhuriyeti Endüstri 4.0 politikaları ve yol haritası kısa zaman içerisinde, yani Almanya’dan sadece beş yıl sonra açıklanmış olacak.
“MADE IN CHINA 2025”
Endüstri 4.0’ın Çin ile rekabet yarışının bir sonucu olduğunu söylemiştik; öyleyse bu yazıyı Endüstri 4.0 devriminin hem sebebi hem de belki de bu devrimden en çok etkilenecek taraf olan Çin’i ve “Made in China 2025” adını verdiği karşı hamleyi tartışmadan bitiremeyiz. Önce tarihte biraz geri gidip Goldman Sachs tarafından 2006’da yapılan projeksiyonu hatırlayalım. Şirket, 2025 yılında Çin ekonomisinin Amerikan ekonomisi ile neredeyse eşit büyüklüğe ulaşacağını, 2027’de Çin ekonomisinin Amerikan ekonomisine eşit boyuta geleceğini ve 2050 yılında ise Amerikan ekonomisinin iki katına ulaşacağını öngörüyordu. Bu haliyle bile korkunç bir değişimi gözler önüne seren kriz öncesi tahminlerin artık bir geçerliliği kalmadı;(8) yıl 2017 ve dengeler çoktan değişti. Çin öngörülenden bile hızlı büyüdü ve büyümeyi sürdürecek gibi görünüyor.
BNP Paribas tarafından 2010 yılında yapılan bir projeksiyon, Çin ekonomisinin Amerikan ekonomisi ile aynı boyuta geleceği tarihin 2020 olduğunu söylüyor.(9)
Bu yeni süper güç, bildiğimiz paradigmaları iki şekilde yıkacak:
1) Modern zamanda ilk defa bir süper güç, gelişmiş değil, gelişmekte olan ülkeler arasından çıkacak.
2) Modern zamanda ilk kez bir süper güç batıdan değil doğudan çıkacak. Bu durum dünyayı sadece ekonomik güçler dengesi bakımından değiştirecek sananlarımızın büyük bir yanılgı içinde olduğunu düşünüyorum. Kanımca Batı dünyası, çok yakında, bir toplumun modernleşmesi ile Batılılaşması arasında kırılmaz bir bağ olduğu illüzyonundan uyanmak zorunda kalacak; zira Çin modernleşecek ama Batılılaşmayacak.
Yeri gelmişken… Batılılaşma ile menfi bir değişimi ifade etmediğimi de söylemeliyim; yapmaya çalıştığım, bir çıkarıma ulaşmaktan çok durum tespitinden ibarettir.
Batı, modernleşmenin bilim, teknoloji, rekabet ve gelişmiş para piyasaları ile mülkiyet hakkına bağlı bir kavram olduğunu düşündüğünden Çin’deki modernleşmenin aynı dinamiklerle oluşacağını düşünüyor ve sosyal, kültürel ve tarihsel dinamiklere gereken önemi vermiyor. Çin’i anlamak çabasındaki bizlerin yaptığı önemli bir hata, onu Batılı bakış açımızla anlamlandırmaya çalışmaktır. Ekonomist Martin Jacques, Çin’i anlamlandırabilmek için üç temel gerçeği anlamamız gerektiğini söylüyor: Devletin tanımı, devletin yönetme biçimi ve devlet-halk ilişkisi.(10)
Batılı devletlerin aksine Çin bir ulus devlet değil, bir uygarlık devletidir. Modern Çin tarihi M.Ö.221 yılında Qin Hanedanı’nın kurulması ile başlar. Ardından gelen ve M.Ö.206-M.S. 220 yılları arasında süren Han Hanedanı dönemi ise günümüz Çin kültürünün ve Çinli olmak kavramının oluştuğu dönemdir. Han Hanedanı zamanındaki yoğun nüfuslu yerleşim merkezleri hâlâ Çin’in en kalabalık nüfuslu bölgeleridir.(11) Yani Çinli olmak kavramı, Batı’da olduğu gibi, son birkaç yüzyılın ulus devlet anlayışından değil 2000 yıllık bir geçmişten kök alır; adetleri, inançları, felsefeleri köklü bir kültür ve o kültürün alışkanları ile yoğrulmuştur.
Devlet, Batı dünyasının anladığı bir merkezi yönetim mantığı ile çalışmaz; son derece çoğulcu ve merkezi olmaktan uzak bir yöntemle yönetilir. Bu kadar büyük bir yüzölçümünü ve nüfusu yönetmek ancak böyle mümkündür. Dağılmanın yaşanmamasının ardındaki ana sebepse ortak uygarlık kültürüdür. Çinliler için en önemli politik değer Çin ulus devletinin değil Çin uygarlığının devamlılığıdır. Günümüz Batı devletleri, 2000 sene önceki Kutsal Roma İmparatorluğu’nun parçalanması ile oluştu ve bu parçalanma hâlâ sürüyor. Buna karşılık Çin, birçok farklı kökeni ortak bir uygarlık kültürünü oluşturacak şekilde birleştirmeyi seçti ve farkları anlayan; tanıyan ve yöneten bir anlayışla kurulmuş olan bu birlik hâlâ sürüyor. Farkları yönetmeye verilebilecek en güzel örnek ise Hong Kong.
2000 YILDIR
HİÇ SINANMAYAN GÜÇ
1997’de Hong Kong, Çin yönetimine geçtiğinde Batı dünyası kısa zaman içinde her şeyin değişeceğini öngörmüştü. Bunda da haklıydı çünkü kendi geleneği gittiği yere alışkanlıklarını, kurumlarını ve yasasını götürmek olduğundan Çin’i de kendi
EKONOMIST MARTIN JACQUES, ÇIN’I ANLAMLANDIRABILMEK
IÇIN ÜÇ TEMEL GERÇEĞI ANLAMAMIZ GEREKTIĞINI SÖYLÜYOR: DEVLETIN TANIMI, DEVLETIN YÖNETME BIÇIMI VE DEVLET-HALK ILIŞKISI
geleneği üzerinden anlamlandırmaya çalıştı. Ancak, aradan geçen 20 yılda Hong Kong, Çinli oldu ama sosyal, kültürel, ekonomik hatta hukuki yapısında hiçbir değişiklik olmadı; oysa aynı şeyi Doğu-Batı Almanya birleşmesi için söylemek mümkün değildir. Devlet-halk ilişkisi ise üçüncü temel fark. Batı toplumları devlet kavramının demokrasinin bir işlevi olduğunu düşünür. Devleti meşru kılan demokrasidir. Oysa demokrasi ile yönetilmiyor olmasına rağmen Çin Devleti’nin halkın gözündeki meşruiyeti Batılı devletlerin kendi halklarının gözündeki meşruiyetinin çok üstündedir.
Martin Jacques bu durumu şöyle açıklıyor: Çin’de anladığımız anlamda bir demokrasiden söz etmek mümkün olmadığına göre, devletin otorite ve meşruiyeti temel işlevinden geliyor: Çin uygarlık kültürünün korunması.(12) Devleti bu kadar güçlü yapan bir diğer şart ise Batılı devletlerin güç ve meşruiyetinin sürekli olarak sınanıyor olmasına karşılık Çin Devleti’nin gücünün 2000 yıldır hiç sınanmıyor olmasıdır. Roma İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından ortaya çıkan hanedanlar, kilise, tüccarlar veya aristokrasinin başka ailelerine karşı devamlı bir meşruiyet savaşı verdiler. Sonrasında kurulan devletler ise savaşlar, politik manevralar, ekonominin dinamikleri ile sınandılar; hatta günümüzde halklar ve sivil toplum tarafından sorgulanmaları sürüyor. Oysa Çin Devleti’nin gücü özellikle iç dinamikler tarafından hiç sınanmadı.
Bizler devleti özgürlüklerimize her an tecavüz edebilecek, gücü sınırlandırılması gereken bir işgalci olarak görürken bir Çinli için devlet, birliğin korunmasından sorumlu bir aile reisi gibidir. Farkındaysanız Çin’in ekonomi politikaları da kitaplarda okuduğumuz klasik modellere pek uymuyor. Çin hem devlete hem de sermayeye inanan bir bakış açısıyla yönetiliyor.
Adam Smith’in “Çin piyasası Avrupa’daki her şeye oranla daha büyük ve daha karmaşıktır” tespitini hatırlayın. Bu durum, Mao dönemi istisna olmak üzere, hep böyleydi ve böyle kalacak gibi gözüküyor.
YANLIŞ SORU: KİMİN GEMİSİ DAHA BÜYÜK?
Gelin başlangıç sorumuza geri dönelim... Çin’i anlamak neden bu kadar zor?
Çünkü Çin’i anlamlandırmak için hâlâ Batılı deneyimlere güveniyoruz. Batı’nın kibirli, kendi medeniyetinin en iyisi olduğunu düşünen ve çevresini anlamak yerine onların kendisini anlaması gereğine kendini inandırmış bakış açısı hâlâ birçoğumuzda hakimiyetini sürdürüyor.
Amerikan tarihçisi Paul Cohen’e göre, Batı kendini olabilecek en kozmopolit kültür olarak görüyor. Oysa durum bunun tam tersi. Teknolojik, ekonomik, kültürel ve askeri gücü Batı’yı diğer medeniyetleri hiç tanımak zorunda bırakmamış. Bugün dünyanın en büyük ekonomik bölgesi olan ve dünya nüfusunun 1/3 ünün yaşadığı Doğu Asya, Batı hakkında Batı’nın onlar hakkında bildiğinden çok daha fazla bilgiye sahip çünkü uzun bir anlama ve anlamlandırma tecrübesi var.
Dünya ekonomisi üzerindeki etkiye baktığınızda; hele dünyanın geleceğini düşündüğünüzde G7 ülkelerinin yerini E7 ve G20’nin aldığını, dünya ekonomisinin gelişmekte olan ülkeler tarafından biçimlendirildiğini görüyoruz.
Hiçbir ülke içinde bulunduğu çağı şekillendirdiği için lider olamaz; yalnızca geleceği şekillendiren ülkeler lider olabilirler.
Avrupa geleceği şekillendirme gücünü 15.-19. yüzyıllar arasında elde etti ve kullandı. Amerika bu imtiyazlı gruba 20. yüzyılda katıldı. Şimdi ise tüm sinyaller geleceği şekillendirme gücünün Doğu Asya’ya doğru geçiyor olduğuna işaret ediyor.
Çin’in sadece taklit ürünlerin yapıldığı devasa bir fabrika olduğunu düşünenlere hararetle bir ziyaret öneririm. Şehircilik politikalarına baksınlar, eğitim kurumlarını gezsinler, eğitim programlarını incelesinler, hatta meşhur tek çocuk politikasını incelesinler... Şaşıracaklarına eminim.
Yukarıdaki resimde 15. yüzyılda Zheng
He komutasında Güney Çin Denizi, Doğu Çin Denizi ve Hint Okyanusu’nda keşif seferleri yapan ve Doğu Afrika kıyılarına ulaşan gemi ile bu keşiften 80 yıl sonra Kristof Kolomb’un Amerika’ya ulaştığı geminin ölçekli maketlerini görüyorsunuz.
Bu manzara karşısında aklınıza ilk gelen soru ...
“Bu gemi diğerinin kaç katıymış?” ise hâlâ Batılı ve niceliğe dayalı bir zihin yapısındasınız demektir. Çin büyüklüğüyle sizi büyüler ama onu anlayamazsınız.
Sorunuz, “Bu teknoloji ve büyüklüğe rağmen, kıtalararası keşiflere Avru