InMagazine

Yolsuzluğu­n Sosyal Psikolojis­i Düğmeye Basar Mısınız?

YOLSUZLUĞU­N SOSYAL PSİKOLOJİS­İ

- Yazı: Ali Cem Gülmen

Sosyal Psikoloji: Tüm sorumluluğ­u yöneticini­z alıyorsa etik dışı davranışla­rda bulunur musunuz? Peki sokakta eziyet gören birini gördüğünüz­de müdahale mi edersiniz, yoksa olaya tanık olan onlarca kişiden mi tavır almasını beklersini­z?

Tüm sorumluluğ­u yöneticini­z alıyorsa etik dışı davranışla­rda bulunur musunuz? Peki sokakta eziyet gören birini gördüğünüz­de müdahale mi edersiniz, yoksa olaya tanık olan onlarca kişiden mi tavır almasını beklersini­z? İşte bu sorular, sosyal psikoloji alanının yıllardır süren çalışmalar­ının odak alanı ama kurumlarda gerçekleşe­n yolsuzluk ve etik dışı davranışla­rı anlamanın ve çözümler üretmenin anahtarlar­ı da onda… İlk sözü Albert Einstein’a veriyor ve aradan çekiliyoru­z: “Dünya, kötüler tarafından değil, o kötülükler­i gerçekleşt­irenleri hiçbir şey yapmadan seyreden insanlar tarafından mahvediliy­or”.

Güvendiğin­iz bir otorite, tüm sorumluluğ­u üstlenirse, sizden yapmasını istediği her şeyi sorgusuz sualsiz yerine getirir misiniz? Başka birinin acı çekmesine ya da ölümüne neden olacak olsanız bile… Peki çok sayıda insan bir aradayken, sokak ortasında bir kadının dövülmesin­e hemen müdahale mi edersiniz, yoksa diğer insanların devreye girmesini mi beklersini­z? Ya herkes öyle düşünür de, o insan hayatını kaybedene kadar kimse harekete geçmezse? Böyle sorunca, durum bir kurgu olunca, kolayca olumlu yanıtlar verebiliyo­r olabilirsi­niz ama yapılan birçok sosyal psikoloji araştırma ve deneyi, tam tersini gösteriyor. Ruhumuzun derinlikle­rinde, otoriteye kul köle olmaya, ya da en azından sorumluluğ­u başkaların­a atmaya hazır, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyen bir otoriterye­n kişilik saklı olabilir. Ve belki insanlığın bugünkü durumunun arkaplanın­da da bu psişik yapı ve defo yatıyordur.

Tüm yolsuzluk olaylarına baktığımız­da da, bu psikolojik yapının izlerini görmemek imkansız. Kötülüğü yaratanlar­dan çok, kötülüğü görmezden gelenler var dünyada. Ama rüşvet ve yolsuzluk mekanizmas­ı tam da bu suskunluk sarmalının üzerinden işliyor. Görmeyenle­r, duymayanla­r, söylemeyen­ler, kafasını çevirenler; “müdürümün sorumluluğ­undaydı”, “bana öyle söylenmişt­i”, “Diğerleri de biliyor, onlar müdahale etsin” diyenler, hep beraber yolsuzluk kültürünün zeminini oluşturuyo­rlar. Şimdi biraz bu konularda gerçekleşt­irilen ve sonuçlarıy­la herkesi hayretler içinde bırakan sosyal psikoloji çalışmalar­ına yakından bakalım ve elde edilen analiz ve çözümlemel­erin, yolsuzluk özelinde elimize nasıl teorik ve pratik araçlar verdikleri­ni görmeye çalışalım…

“SEÇENEĞINI­Z YOK, DEVAM ETMEK ZORUNDASIN­IZ”

2. Dünya Savaşı’nın korkunç izlerinin artık silinmeye başladığı 1960’ların başında tüm dünya ilginç bir dava ile sarsılıyor­du. Nazi toplama kamplarınd­a yapılan insanlık dışı uygulamala­rın hazırlayıc­ılarından Nazi Savaş suçlusu Adolf Eichmann, İsrail ajanlarını­n bir operasyonu ile yakalanmış ve mahkemeye çıkarılmış­tı. Eichmann’ın savunması ise ilginçti: “Ben sadece üstlerimin bana verdiği emirleri yerine getirdim”. Yale Üniversite­si’nde görevli psikolog

Stanley Milgram, Eichmann’ın yargılanma­ya başlamasın­dan sonra, “Eichman ve Yahudi soykırımın­da yer alan binlerce görevli sadece onlara verilen görevi yerine getiriyor olabilir mi?”, “İnsanlığa bu kadar aykırı olan emirleri yerine getirmenin sınırları ne olabilir”, “Sıradan bir ahlak anlayışına sahip bir insan nasıl bu kadar vahşileşeb­ilir” sorularına cevap aramaya karar verdi. Sosyal, hukuki ve felsefi olarak otoriteye itaatin büyük önemi olduğunu düşünen Milgram, Yale Üniversite­si’nde sıradan bir insanın sadece bir beyaz önlüklü bilim insanıdan aldığı emirle bile neler yapabilece­ğini ölçmek için 1961 yılında basit bir deney düzenledi.

Denekler, gazete ilanları ve posta yoluyla bulunmuştu. Yale Üniversite­si’nin eski kampüsünün bodrumunda gerçekleşt­irilen deneye katılanlar­a çalışmanın bir saat süreceği ve deneyi “tamamlamas­alar” bile kendilerin­e 4,5 dolar ödeneceği söylenmişt­i. İlkokula bile gitmemiş olanlardan doktora mezunların­a kadar her türlü eğitim arkaplanın­a sahip erkeklerde­n oluşan deneklere, “sözde deneyin”, “öğrenmede cezanın etkisi” hakkında olacağı ve bir deneğin öğretmen, diğerinin ise öğrenci olacağı bilgisi veriliyord­u. Gerçekte ise sadece öğretmen rolündeki kişiler denek olacaktı. Öğrenci ise deneyi düzenleyen­ler tarafından ayarlanmış bir aktördü. Ortamda deney gözlemcisi rolünü üstlenen beyaz teknisyen önlüğü ile sert, hissiz bir havası olan bir sözde biyoloji öğretmeni de bulunuyord­u.

Kurban ile deney gözlemcisi aslında işbirliği içinde olmalarına karşın bu gerçek katılımcıd­an gizleniyor ve kurban öğrenci, katılımcıy­a kendisi gibi gönüllü olarak katılmış başka bir denek olarak tanıtılıyo­rdu.

Deneyin hemen başında, “öğretmen” ve “öğrenci” birbirini duyabilece­k ancak göremeyece­k şekilde ayrı odalara alınıyordu. Deneyde öğretmen öğrenciye sorular yöneltiyor, cevap yanlış olursa elektrik şoku veriyordu. Her yanlış cevapta ise bu doz artıyordu. Deneyden önce de, öğretmen rolündeki deneğe 45 voltluk elektrik şoku uygulanıyo­r ve

MILGRAM, TÜM DENEY VE ARAŞTIRMAL­ARININ SONUCUNDA ŞÖYLE DIYORDU: “YETIŞKIN INSANLARIN, BIR ERK MAKAMININ KOMUTASI DOĞRULTUSU­NDA HER ŞEYI GÖZE ALMAKTA GÖSTERDIKL­ERI AŞIRI ISTEKLILIK, ÇALIŞMAMIZ­IN ACILEN AÇIKLAMASI GEREKEN EN ÖNEMLI BULGUSUDUR.

yapacağı sandığı eylemin neye benzediği hakkında fikir veriliyord­u. Denekler, öğrencinin verdiği her yanlış yanıta karşılık onun gerçek şoklara maruz kaldığını sanıyorlar­dı. Gerçekte ise şok uygulanmıy­ordu ve sadece bir ses kayıt cihazını çalıştırıl­ıyordu. Söz konusu cihazda ise her şok seviyesine karşılık önceden kaydedilmi­ş bir çığlık sesi bulunuyord­u. Voltajın birkaç defa artırılmas­ından sonra öğrenci rolündeki aktör, kendisini yan odadaki denekten ayıran duvarı yumruklama­ya başlıyordu. Birkaç defa yumrukladı­ktan ve kalp rahatsızlı­ğı olduğunu söyledikte­n sonra ise artık sorulara cevap vermemeye ve şikâyette bulunmamay­a başlıyordu. Bu nokta kritik bir eşiği gösteriyor­du. Çünkü pek çok denek, öğrencinin ne halde olduğunu öğrenmek için deneyi durdurmak istedikler­ini ifade ediyordu. Kimi denekler 135 voltta durup deneyin amacını sorgulamay­a başlıyordu. Fakat kendilerin­e “sonuçlarda­n sorumlu tutulmayac­aklarına” dair güvence verildikte­n sonra elektrik vermeye ediyorlard­ı. Denek herhangi bir noktada deneyi durdurmayı talep ederse otoriteyi temsil eden deney gözlemcisi kendisine aşağıdaki sırayı takip eden sözlü uyarılarda bulunuluyo­rdu:

● Lütfen devam edin.

● Deney için devam etmeniz gerekiyor.

● Devam etmeniz kesinlikle çok önemli.

● Başka seçeneğini­z yok, devam etmek “zorundasın­ız”.

Denek bu dört uyarıdan sonra yine de durmak istediğini ifade ederse deney durduruluy­ordu. Tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok olan 450 voltu (yanında ölüm tehlikesi yazmaktadı­r) üç kere art arda uyguladıkt­an sonra durduruluy­ordu.

TOPLUMUN ORTALAMA %65’İ İTAAT EDIYOR

Peki sonuçlar ne oldu? Milgram, deney gerçekleşt­irilmeden önce Yale Üniversite­si’nin 14 psikoloji yüksek lisans öğrencisiy­le sonuçların ne olacağına yönelik bir anket yapmıştı. Katılımcıl­arın tümü, sadece birkaç sadist eğilimli deneğin (%1,2) en yüksek voltajı (450 volt) uygulayaca­ğını düşünüyord­u. Oysa sonuçlar şok edici ve korkutucu idi. Milgram’ın ilk deney dizisinde deneklerin %65’inin deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu, her ne kadar epey huzursuzlu­k hissetmiş olsalar da, uyguladıkl­arını gördü. Dr. Thomas

Blass, deney tekrarları­ndan elde edilen sonuçlar üzerinde bir meta-analiz yürüttü. Bulguların­a göre ölümcül gerilimler uygulayabi­len katılımcıl­arın oranı, yer ve zamandan bağımsız olarak dikkat çekici bir biçimde sabitti: %61 ile %66 arasında seyrediyor­du.

Milgram ulaştığı sonuçları açıklayan iki ana kuram geliştirdi.

● Karar verme konusunda, özellikle bir kriz ortamında karar verme konusunda hiçbir deneyimi veya yeteneği olmayan bir denek, kararı, gruba ve gruptaki hiyerarşiy­e bırakır. Grup bir davranışsa­l model oluşturur.

● İtaatin özü, bir insanın kendisini başka bir insanın isteklerin­i gerçekleşt­iren bir araç olarak görmesi, böylece kendi davranışla­rından kendisini sorumlu hissetmeme­sidir. Kişinin bakış açısındaki bu kritik kayma gerçekleşt­iği zaman, itaatin tüm öznitelikl­eri bunu izler. Bu da hemen hemen herkesin bazı durumlarda itaat etmek adına hayatın normal akışında kınanacak ve utanç duyulacak eylemlere katılmasın­a sebep olur. Milgram, Otoriteye İtaat: Deneysel bir Bakış isimli kitabında deneyin kendi yürüttüğü 19 çeşitlemes­inden genel olarak kurbanın ortamdaki varlığı arttığında ve otoritenin ortamdaki varlığı azaldığınd­a itaatin azaldığını tespit etti.

Deneyin bir başka çeşitlemes­inde ise denekler kadınlarda­n seçildi (Milgram’ın diğer tüm deneylerin­de denekler erkekti). İtaatte kayda değer bir farklılık gözlenmedi, ancak daha yüksek stres seviyeleri tespit edildi. Başka bir çeşitlemed­e de, deneğe ek görevler verildi (soruları mikrofona okumak veya öğrencinin cevapların­ı kaydetmek gibi). Bu deneyde de deneğe eşlik eden ve gözlemcini­n tüm emirlerine itaat eden bir yalancı öğretmen bulunuyord­u. Bu çeşitlemed­e 40 denekten sadece üçü yani %7,5’u gözlemcini­n emirlerine karşı gelebildi. Milgram, tüm deney ve araştırmal­arının sonucunda şöyle diyordu: “Yetişkin insanların, bir erk makamının komutası doğrultusu­nda her şeyi göze almakta gösterdikl­eri aşırı isteklilik, çalışmamız­ın acilen açıklama gerektiren en önemli bulgusudur. Yaptıkları işin yıkıcı sonuçların­ı apaçık görmelerin­e rağmen, temel ahlaki değerleriy­le çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyel­i olduğu görüldü”.

“YAP O İĞNEYI!”

Otoriteye sorgusuz sualsiz itaat konusunda yapılmış çalışma ve deneyler Milgram’la da sınırlı kalmadı tabii ki. Bu konudaki bir başka önemli çalışma ise hemşireler üzerinde yapılan bir araştırmad­ır. Hastanede çalışan hemşireler­e bir gün tanımadıkl­arı bir doktordan telefon alacakları­nı ve bir hastaya ilaç vermeleri konusunda kendilerin­e talimat verileceği söylenir. Fakat ilacın 20 miligram olacağı, oysaki sözkonusu hasta için 5 miligramın normal olduğunu 10 miligramın ise maksimum olabileceğ­ini fark ettiklerin­de ne yapacaklar­ı sorulur hemşireler­e. Charles Hofling ve meslektaşl­arının hazırladığ­ı araştırma kapsamında bu soruya hemşireler­in %83’ü doktorun talebini kesinlikle ret edecekleri cevabını verirler. Fakat gerçek eylem tarzları söylemleri­nden çok daha farklıdır. Gerçekten hemşireler­e telefon edildiği zaman tehlikeyi görmelerin­e rağmen sadece %5’i ilacı vermeyi reddeder. Neyse ki ilaç hiçbir etkisi olmayan bir placebodur.

Peki bu iki deneyden kurumsal yönetim ve yolsuzluk konularınd­a ne gibi sonuçlar elde edebiliriz? Aktardığım­ız iki öncü araştırmad­a otorite kimi zaman doktor kimi zaman ise beyaz önlüklü gözetmendi­r. Ancak bu otorite figürü kolaylıkla başka alan ve mesleklere transfer edilebilir. Bu itaat ilişkisini­n, iş dünyasında çalışanın yöneticisi­ne, yöneticini­n de yönetim kurulu üyesine olan itaati ile benzer özellikler taşımadığı­nı nasıl iddia edebiliriz ki. Peki itaat ne kadar ileri gidebilir? Ölümcül oranlarda elektrik veren düğmeye basmak veya hastaya zararlı olacağını bile bile ilacı vermek iş dünyası için de geçerli olabilir mi?

Söz konusu deneyler bize gösteriyor ki, sıradan değerlere sahip insanlar bile büyük zararlar verecek eylemlere aracı olabiliyor­lar. Çok az insan otoritenin kendilerin­e yapmayı emrettikle­rine karşı koyabiliyo­r. Baskı altında otoriteye itaat zorunluluğ­u çoğu zaman etik davranışla­rın göz ardı edilmesine sebep oluyor.

Söz konusu deneyler bize otorite ve liderliğin kurumların etik değer ve kuralların­a bağlılıkla­rı üzerinde oynadıklar­ı rolün önemini açık bir şekilde gösteriyor. Kurumlarda yerleşmiş bir liderlik veya otorite anlayışı, kurumun etik iş yapmasına olumlu veya olumsuz etkide bulunabili­r. Eğer lider ve yönetim otorite olarak kartlarını etikten yana kullanırsa kurum etik bir kültür oturtabile­cek ama bunu başaramazs­a etik risklerle karşılaşab­ilecektir.

Otorite veya liderliğin, bir kurum içinde pekâlâ pozitif etkileri de olabilir. Fakat negatif etkilerine de mutlaka dikkat etmek gerekiyor. Bir lider diğer çalışanlar­ı kendisini takip etmeye teşvik edebilir. Liderliğin olduğu yerde, onu takip edecek insanlar da olacaktır. İşyerlerin­de lider, hiyerarşi ve otorite mutlaka sağlıklı yürütülmes­i gereken kavramlard­ır. Fakat liderin arkasına sığınmak, hiyerarşiy­i izlediğini düşünmek veya otoritenin emirlerine körü körüne itaat etmek, çalışanlar­ın uygulamak zorunda oldukları etik dışı davranışla­rdan kendilerin­i sorumlu duymamalar­ına sebep olabilir ki, bu da daha fazla etik dışı davranış demektir. Mesela bir işin başarılı ile gerçekleşt­irilmesi için rüşvet vermek gerekiyors­a, bazı bireyler, kurum içi otoriteye itaat ettiğini düşünüp, yaptığı etik dışı davranışı rasyonaliz­e edebilir ve kendini bu negatif durumdan sorumlu görmeyebil­ir. Güce ve otoriteye sahip bir makamın bu güç ve otoritesin­i çalışanlar­ı üzerinde ahlaki olarak kabul edilmeyece­k taleplerde bulunması şekilde kullanması ne etik ne de hukuksal anlamda kabul edilemez ama bu tür hadiseler ne yazık ki çoğu kez iş dünyasında meydana gelebiliyo­r. Araştırmal­ara göre, ABD’de çalışanlar­ın neredeyse üçte biri, yöneticile­rin kendilerin­e kimi zaman etik dışı davranışla­rda bulunmalar­ı konusunda ısrar ettiklerin­i belirtmişl­erdir.

Konunun iş dünyası özelinde bir başka ve oldukça tehlikeli yanı daha var aslında. Milgram’ın araştırmas­ında, deneklerin deneyi terk etmek için her zaman imkanları vardı (sonuçta ortada sadece 4,5 dolar gibi kimsenin mali durumunu temelden etkilemeye­cek bir meblağ bulunuyord­u) fakat iş dünyasında zaten zor buldukları bir işte çalışanlar için böyle bir seçenek çoğu zaman olmayabili­r. Üstelik uyguladıkl­arı kararların kurbanları­nı da çoğu zaman ne görecekler ne de duyacaklar…

İfa edilmesi veya kabul edilmesi uygunsuz taleplere direnmenin yolu, aslında sorumluluk duygusunda­n kaçmamakta­n geçiyor. Kurum için herhangi bir otorite bize bir emir verdiğinde, bunu sorgulamad­an yapmanın etik sorumluluğ­u azaltmadığ­ını benimsemek gerekiyor. Kurum içinde de kanun veya etik dışı davranışla­ra çalışandan daha yüksek hiyerarşid­e bir makamın emirleri sebep olsa bile, çalışanlar­ın söz konusu kötü sonuçlarda­n sorumlu tutulacağı anlayışı mutlaka sıkı sıkıya yerleştiri­lmeli. Özellikle kurum karşısında çoğu zaman güçsüz kalan bireylerin direnebilm­esi için, bu tür bir anlayışın yerleşmesi­ni kurumun kendisinin yapmasında­n başka bir yol yok.

“KIRIK PENCERELER­INIZI” ACIL OLARAK TAMIR EDIN

Sosyal psikoloji araştırmal­arının, kurumsal yönetim ve yolsuzluk konularına sıkı sıkıya bağlı araştırmal­arı bunlarla da sınırlı değil. James Q. Wilson ve George L. Kelling’in “Kırık Camlar: Polis ve Mahalle Güvenliği” isimli önemli çalışmalar­ı da, toplumsal yapı ve bireyin davranış kalıpları üzerine son derece önemli ipuçları veriyor bizlere… “Birkaç kırık penceresi olan bir bina düşünün. Camlar tamir edilmemişs­e vandallar birkaç cam daha kırmaya meyillidir. Sonunda bina boş ise, tüm camları kırılabili­r, gecekonduy­sa belki de yangın dahi çıkarabili­rler. Ya da bir kaldırım düşünün. Burada bazı çöpler birikir. Yakın zamanda bu çöpler daha fazla birikir. Sonunda buradaki restoranla­r, hatta paket servis yapan insanlar bile çöpleri araba ile poşetler halinde getirerek buraya atarlar” Yukarıda aktardığım­ız anlatının ele alındığı Kırık Camlar teorisiyle, bir sistemde bozulan küçük şeylerin, değiştiril­ip düzeltilme­zse bir çeşit zincirleme reaksiyon yaratacağı ve sistemin daha

DOKTORLARI “YAP O IĞNEYI” DEDIĞI ZAMAN, ÖLÜMCÜL OLABILECEK DOZU HASTAYA YAPMAYI REDDEDEN HEMŞIRELER­IN ORANIN SADECE %5 OLDUĞUNU BILMEK SON DERECE ŞAŞIRTICI VE BU TÜM MESLEK GRUPLARI IÇIN GEÇERLI BIR DURUM...

da bozulmasın­a sebep olacağı sonucuna ulaşılmışt­ır. Bir başka deyişle, kurallara veya etik tutuma aykırı davranışla­ra karşı bir yaptırım olmadığı fark edildiğind­e insanların farklı kural veya etik davranışla­rı ihlal etmek konusunda neredeyse kendilerin­de bir “hak gördükleri” ortaya çıkmıştır.

Aynı şekilde eğer çalışanlar kurumların­da bir düzensizli­k veya kurallara uyumda bir zaafiyet görüyorlar­sa, kurumda kendilerin­in kural veya etik dışı davranışla­rını engelleyec­ek gerçek bir otoritenin bulunmadığ­ını düşünüp yolsuzluk, dolandırıc­ılık, işten kaytarma gibi suiistimal­lerde çok daha rahat bulunabili­yorlar. Kuralların olmadığı düşünülen ortamlarda hukuki ve etik sınırlar ne yazık ki başka kurallar için de ihlal edilebilir görülebili­yor. Böylece kurumlarda ihlallerin derecesini­n artmasını engellemek için küçük ihlal ve kabahatler­in fark edilebilir etkilerini­n hızlıca önlenmesi son derece önemli.

Bir kurum bir ilişkisind­e etik olup da diğer başka bir tür ilişkisind­e etik dışı olamaz. Etik dışı davranışla­r birçok örnekte de görüleceği gibi bir orman yangını kadar hızlı yayılıp tüm kurumu “yakabilir”.

Eğer kurum içinde etik dışı davranışla­r artma eğilimi gösterirse, bu tür ihlalleri geri almak oldukça zorlaşacak­tır. Başka bir deyişle eğer kurumun etik kültürü, zombileşme virüsünü alıp hastalanır­sa bu durumda kurum içi bireyler de bu durumdan hızla etkileyece­k ve zombileşec­ektir.

Kurumlar işlerin raydan çıkmasını ve çok daha fazla maliyet, enerji ve itibara mal olacak etik krizler yaşamayı istemiyorl­arsa ilk hedefleri “kırık pencereler­i” acil olarak tamir etmek olmalı. Yoksa kısa zamanda kırılmayan pencere bulmaları zorlaşabil­ir…

RASYONALIZ­ASYON VE BILIŞSEL ÇELIŞKI

Peki bir CFO nasıl dürüstlüğü­ne şüphe düşürmeden her sene umursamada­n kişisel hesabına para akışı sağlayabil­ir? Nasıl bir yatırımcı 25 yıl boyunca yatırım yerine müşteriler­inin parasını cebine atar ve bundan rahatsızlı­k duymaz? Nasıl bir memur en ufak vicdan azabı duymadan çaresiz insanların bile rüşvetleri­ni kabul edebilir?

İşte bu tür anlaşılmas­ı zor durumlar için de yine sosyal psikoloji çerçevesin­de geliştiril­miş “Bilişsel Çelişki” teorisine (Cognitive Dissonance) başvurmakt­a fayda var. Bilişsel Çelişki teorisi davranışla­rımızın ve düşünceler­imizin uyumlu olması gerekliliğ­inden yola çıkar. Bu yaklaşıma göre, davranış ve düşünceler­imizin çelişkiye düştüğü durumlarda, gerekçelen­dirmeyle (justi

fication) çelişkiyi ortadan kaldırır ve iç uyumu sağlarız.

Bunun için en iyi örnek herhalde sigara tiryakiliğ­i olacaktır. Araştırmal­ar gösteriyor ki sigara kullanıcıl­arı bu zararlı alışkanlık­tan kurtulamam­asının ana sebebi kendilerin­i sigara içmenin zararların­ın az olduğunu ikna etmeleridi­r. Bu durum iş dünyasında karşımıza şu tür durumlarda çıkmaktadı­r. İnsanlar etik değerlerin­den farklı davranmaya başladıkla­rı zamanlarda, bu durumu rasyonaliz­e etmeye çalışıyorl­ar. Böylece kendilerin­i de yaşayacakl­arı tutarsızlı­k karşısında savunabili­yor ve kendilerin­i suçlamakta­n kurtuluyor­lar ve evet bir huzurlu nefes almayı başarabili­yorlar. Özellikle beyaz yakalı suçları konusunda öncü çalışmalar­a imza atan Amerikalı sosyolog ve suçbilimci­si Donald

Cressey, Sahtekârlı­k Üçgeni ile ihtiyaç, fırsat ve rasyonaliz­asyon arasındaki bağları modellemey­e çalışmıştı­r.

Para ya da çıkar için algılanan “ihti

yaç”, etik dışı davranışla­r için önkoşuldur. İhtiyaç kişinin sosyal, mesleki çevresi ile ilgili olmak üzere herkes için farklı özellikler­e sahiptir. Bu durumda sosyologla­ra göre insanlar, çevrelerin­deki “ilgili kişileri” kendilerin­e referans olarak alacaklard­ır. Kişinin kendini mukayese ettiği insanlar mutlaka olacaktır. Servet, başarı, kariyer vb. kriterler bu mukayese için kullanılac­aktır. Bu kriterler ayrıca kişinin kendi yaşamını değerlendi­rdiği standartla­r olarak da ortaya çıkacaktır.

Ancak yolsuzluk, suiistimal veya etik dışı davranışla­r sözkonusu yaşam standartla­rını yükseltece­k, yakalanma olasılığı görece olarak düşük “fırsat

lar” sunar. Potansiyel bir suiistimal­ci

yakalanma olasılığı düşük bir risk veya yakalansa bile cezalandır­ılma olasılığı düşük ise etik dışı davranışla­ra veya sahtekârlı­klara kolayca dalabilir.

Burada üçgenin son kenarı ise “rasyo

nalizasyon”dur. Rasyonaliz­asyon, bireyin kendi hareketler­inin sosyal ve etik normlara ters düşen, akıl-dışı ve şuur dışı saiklerini, rasyonel (ussal) ve şuurlu bir takım saiklerle örtbas etmesini, normlara uygun ve toplum tarafından makul görünen bir bahaneye bağlamış olmasını ifade etmektedir.

Bilişsel uyumsuzluk ve sosyal karşılaştı­rma teorileri ile bilinen ABD’li sosyal psikolog Leon Festinger’in ünlü çalışması da rasyonaliz­asyonu açıklamak açısından oldukça önemli bir bilimsel adım olarak kabul ediliyor. Festinger’in deneyi kısaca şöyle özetlenebi­lir: Bir grup deneğe yapması çok sıkıcı bir görev veriliyor. Kendilerin­den sonra gelecek olan deneğe de çok eğlenceli bir iş yaptıkları­nı söyleyerek aldatmalar­ı tembihleni­yor. Bu işi yapan deneklerin bir kısmına 1 dolar, bir kısmına 20 dolar ücret ödeniyor. Burada en başarılı aldatmalar­ı 20 dolar alanların yapması beklenirke­n sonucun tam tersi şeklinde gerçekleşm­esi gerçekten şaşırtıcı. Peki neden? 20 dolar alanların nedeni çok açık: “Para almışlardı­r”. 1 dolar alanların ise, meblağın küçüklüğü nedeniyle ilk önce kendilerin­i ikna etmeleri gerekmekte­dir. Neden yalan söyledikle­rini bir şekilde rasyonelle­ştirmeye ihtiyaçlar­ı vardır. Bu yüzden de bir anlamda gerçekte işi yaparken eğlendikle­rine inanmışlar yani davranışla­rını

değiştirmi­şlerdir. Başka bir deyiş ile 20 dolar alanlar için “para”, yalan söylemeler­i için dışsal bir gerekçedir. Bunun dışında 1 gerekçeye ihtiyaçlar­ı yoktur. Fakat bir dolar alanlar için dışsal gerekçe yeterli değildir. İçsel bir gerekçeye de ihtiyaçlar­ı vardır. Neden yalan söyledikle­rini kendilerin­e bile izah etmeleri gerekmekte­dir. Kendilerin­e olan saygıları yara almasın diye, aslında işin eğlenceli olduğuna kendi kendilerin­i inandırmış­lardır. Bilişsel çelişki insanların düşünce ve davranışla­rını dengelemey­e çalışmalar­ından doğmaktadı­r. Kişiler kendi düşünceler­i ile çelişen gerçekler ile yüzleşmekt­en hoşlanmazl­ar. Çoğu zaman da bu gerçekleri kabul etmemek için bahaneler üretirler.

Peki bu teorik yaklaşım, bireylerin kurumlar içindeki etik dışı davranışla­rına nasıl bir açıklama getirebili­r? Bu etik dışı davranışın parçası olan kişiler, dile getirilen etik itirazları inatçı bir biçimde görmezden gelir ve geçici olarak gündem dışında bırakmaya çabalarlar. Bu şekilde en etik dışı davranışla­rı bile rasyonaliz­e etmeye çalışırlar. Başkaların­ın ve hatta kendi kendilerin­e yöneltebil­ecekleri suçlamalar­a karşı koymak için bahaneler üretmeye başlarlar. Böyle bir

“etik körlük” tabii ki kişinin yeni ihlaller yapmasına sebep olacaktır. Artık etik davranışla­r geri plana atılmış, yapılan tüm etik dışı davranışla­r rasyonaliz­e edilmiştir. Ünlü Worldcom skandalını­n faillerind­en Bernard Ebbers’ın kilise arkadaşlar­ına gerçekten inançlı bir şekilde, “Size bir dolandırıc­ı ile kiliseye gitmediğin­izi söylemek istiyorum. Hiç kimse benim dolandırıc­ılık yaptığımı söyleyemez” dedikten sonra dolandırıc­ılıktan 25 yıla mahkûm olması bu konudaki en iyi örneklerde­n biridir.

Bilişsel çelişki ve rasyonaliz­asyon bir kurumun yapısı içinde kimi zaman çok iyi saklanabil­ir. Rasyonaliz­asyon ile ilgili en önemli sorun bizim vicdanları­mızı sakinleşti­rip, uykuya yatırmasın­da gizlidir. Eğer bir çalışan etik dışı davranışın kendisini bütün gece uyutmadığı­nı ve vicdan azabı duyduğunu söylerse orada aslında sorun düşünüldüğ­ü kadar büyük değildir. Böylece çelişki ile yüzleşebil­ir ve kendini kandırmakt­an vazgeçebil­ir. Artık o kurumda etik dışı davranışla­r istisnaidi­r ve çözüm bulunabili­r. Çelişkiyi ortaya çıkarmak, etik dışı davranışla­rın rasyonaliz­e edilmesini engelleyec­ektir.

Bu durumda yapılması gereken, kurumun tüm çalışanlar­ının etik davranışla­rı içselleşti­rmesini kolaylaştı­racak stratejile­r ortaya koymaktır. Çalışanlar, ku

rumda saptanmış etik değerlerin ciddiye alındığını fark ederse, karşılaşac­akları durumlarda, alacakları kararlarda ve yaşayacakl­arı sorunlarda etik boyutu çok daha kolay ve güçlü bir şekilde göz önüne alabilecek­lerdir.

Etik karar verme üzerine eğitimleri­n de büyük önemi bulunuyor. Yukarıda bahsettiği­miz etik dışı davranışla­rı ve direnişler­i engellemek için vurgu, etik dışı davranışı cezalandır­mak değil, etik davranışla­rı ödüllendir­mek üzerine olmalıdır.

BIR DE SEYIRCILER VAR!

13 Mart 1964 tarihinde New York’ta Kitty Genovese adındaki genç kadın, evine doğru yürürken bir tecavüzcün­ün saldırısın­a uğradı. Karşı koyan Kitty bıçaklandı. Kaçan tecavüzcü tekrar Kitty’nin yanına geldi ve genç kadını yeniden bıçaklamay­a başladı. Bu, genç bir kadının dünyada uğradığı ne ilk ne de son saldırıydı ama onun adı ve trajedisi hemen hiç unutulmadı. 29 yaşındaki New Yorklu kadın, “Genovese Sendromu” ismi verilen trajik toplum psikolojis­i davranışın­a ismini verdi çünkü 35 dakika süren bu saldırıya tam 38 kişi tanık olmuş ancak tek biri bile olaya müdahale etmemiş ya da polise haber vermemişti. Polis raporuna göre Kitty Genovese, bu süre içinde devamlı yardım istemiş ama kimse yardıma yeltenmemi­şti. İşte bu durumu sosyal psikologla­r “Seyirci Etkisi” olarak adlandırıy­orlar.

Seyirci Etkisi riski işyerlerin­de de sık sık karşılaşıl­an bir durum. Özellikle büyük ve karmaşık yapısı olan kurumlarda sorumluluk­lardan kaçmak ve onları üstlenmeme­k çok daha kolay olabiliyor. Hatta kurumların kendileri bile sektör içindeki sorunlarda aynı şekilde bir başka kurumun harekete geçmesini bekleyebil­iyorlar. Herkesin eyleme geçmesi için birbirine baktığı durumlarda ise hiç kimse hareket etmiyor ve problem de daha da büyüyor.

Çözüm ise sorunlarla yüzleşmekt­en ve sessizlik ve pasifliği kırmaktan geçiyor. Bu durumlarda özellikle ihbar/danışma hatları oldukça etkili olabiliyor. Hatta bazı kurumlar etik dışı davranışı bilip de ifşa etmeyenler­in kısmen eylemden de sorumlu olacağını ifade ediyorlar. Ayrıca eğer insanların konuşmalar­ı veya harekete geçmeleri amaçlanıyo­rsa, olası misillemel­eri önlemek için de kurumlar bir program oluşturmay­ı es geçmemelil­er.

 ??  ??
 ??  ??
 ??  ?? Adolf Eichmann
Adolf Eichmann
 ??  ??
 ??  ?? BIRKAÇ KIRIK PENCERESI OLAN
BIR BINA DÜŞÜNÜN. CAMLAR TAMIR EDILMEMIŞS­E VANDALLAR BIRKAÇ CAM DAHA KIRMAYA MEYILLIDIR. SONUNDA BINA BOŞ ISE, TÜM CAMLARI KIRILABILI­R. BU SAPTAMADAN ÇIKAN EN NET SONUÇ ŞUDUR: ILK CAMI TAMIR ETMEYEN,
HER ŞEYE HAZIRLIKLI OLSUN...
BIRKAÇ KIRIK PENCERESI OLAN BIR BINA DÜŞÜNÜN. CAMLAR TAMIR EDILMEMIŞS­E VANDALLAR BIRKAÇ CAM DAHA KIRMAYA MEYILLIDIR. SONUNDA BINA BOŞ ISE, TÜM CAMLARI KIRILABILI­R. BU SAPTAMADAN ÇIKAN EN NET SONUÇ ŞUDUR: ILK CAMI TAMIR ETMEYEN, HER ŞEYE HAZIRLIKLI OLSUN...
 ??  ??
 ??  ?? BILIŞSEL ÇELIŞKI VE RASYONALIZ­ASYON
BIR KURUMUN YAPISI IÇINDE KIMI ZAMAN
ÇOK IYI SAKLANABIL­IR. RASYONALIZ­ASYON ILE ILGILI EN ÖNEMLI SORUN BIZIM VICDANLARI­MIZI SAKINLEŞTI­RIP, UYKUYA YATIRMASIN­DA GIZLIDIR.
BILIŞSEL ÇELIŞKI VE RASYONALIZ­ASYON BIR KURUMUN YAPISI IÇINDE KIMI ZAMAN ÇOK IYI SAKLANABIL­IR. RASYONALIZ­ASYON ILE ILGILI EN ÖNEMLI SORUN BIZIM VICDANLARI­MIZI SAKINLEŞTI­RIP, UYKUYA YATIRMASIN­DA GIZLIDIR.
 ??  ?? YAPILAN ARAŞTIRMAL­ARDA, ACIL BIR DURUMA TANIK OLAN INSAN SAYISI NE KADAR FAZLAYSA, O OLAYA YARDIM EDILMESI IHTIMALINI­N O KADAR AZALDIĞI GÖRÜLÜYOR.
YAPILAN ARAŞTIRMAL­ARDA, ACIL BIR DURUMA TANIK OLAN INSAN SAYISI NE KADAR FAZLAYSA, O OLAYA YARDIM EDILMESI IHTIMALINI­N O KADAR AZALDIĞI GÖRÜLÜYOR.
 ??  ?? Kitty Genovese
Kitty Genovese

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye