Vampirler, zombiler, ucubeler ve aslında insan!
Korku… En temel duygularımızdan biri. Bizi hayatta tutmaya da yarıyor, kopup toplum dışına kaçmamıza da… Hayalet hikâyeleri, canavarlar, vampirler, hortlaklar… Dünyayı ele geçiren makineler ve sistemler. Matrix 4'ü beklerken sormakta fayda var: Neden korkmak isteyelim ki!
“Bir yandan korkun bir yandan umudun varsa, iki kanatlı olursun, tek kanatla uçulmaz zaten.” DEX Plus Korku Klasikleri’nin arka kapağı Mevlânâ’nın bu sözü ile selamlar bizi. Bugün dijital dizi ve film platformlarının korku ve gerilim segmentleri yüzlerce filmle dolu…
İyi de neden korkmak istiyoruz ki? Benim gibi 80’li yıllarda doğduysanız, 1986 yılında kaydedilen “Operadaki Hayalet” müzikalinin “The Phantom of the Opera” şarkısının güçlü klavye tınıları çocukluğunuzun en kuvvetli hatıralarındandır. Bizim jenerasyon için “İpekyolu Belgeseli” nin ezgisi hemen ardından ikinci sırada gelir… Hem korkarız hem de seve seve izleriz, dinleriz…
Frankenstein, Operadaki Hayalet, Dr. Jekyll ve Mr. Hyde… Edgar Alan Poe kitapları, Stephen King’ler… Çiklet içinden çıkan vampir dişleri… Bunun yanında kendi kültürümüzden hortlak hikâyeleri -ki biz bu eski güzel sözü bırakıp şimdilerde aynı kavram için “zombi” yi kullanıyoruz- üç harfliler ve Kont Drakula… Kendi kültürümüzden Kont Drakula yazmama şaşıranlarınız olabilir. Drakula aslında tarih içinde bizim hiç de yabancı olmadığımız bir şahsiyet... Romanya Prensi ve Eflak Voyvodası 3. Vlad’dan bahsediyoruz. Edirne sarayında Fatih Sultan Mehmet’le büyüdüğü, ancak tahta çıktıktan sonra Fatih’e karşı geldiği söylenir. Vahşetle dost, düşmanlarını kazığa oturttuğu için Kazıklı Voyvoda olarak bilinen Vlad’ın Fatih tarafından sürgüne yollandığı ve dört yıl Tokat Kalesi’nde tutulduğu da anlatılır. Hatta Tokat Kalesi’nde süren restoran çalışmaları ile turizm açısından Drakula’ya sahip çıkma yolundayız.
“Kan içmek” insanlık tarihi kadar eski bir dehşet. Düşmanlara gözdağı vermenin belki de en görkemli yolu… Drakula şimdilerde romantik vampir hikâyelerine dönüşse de zamanında edebiyat ve sinema dünyasını karşı karşıya getirmiş bir telif savaşına da sahne olmuş. Bundan seneler evvel Almanya’nın en sert kuzey rüzgârlarının estiği küçük bir kentte yürürken, tam bulunduğum yerde dünyanın ilk vampir filminin çekildiğini öğrenmiştim. 1922 yılında sessiz sinema olarak çekilen: Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi…
frankenstein’ı 1818’de mary yazdı!
F.W. Murnau’nun yönettiği filmin senaryosunu Henrik Galeen kaleme alıyor ama 1897’de İngiltere’de “Dracula” yı gotik bir korku roman olarak yazan Bram Stoker’in dul eşinin hukuk mücadelesinden kurtulamıyor. Dul Stoker, herhangi bir telif ücreti ödenmediği için mahkemeyi kazanıyor ve Nosferatu’nun kopyalarının yok edilmesine karar veriliyor. Ancak günümüze kadar filmin kült bir yapıt olarak ulaştığını söyleyebiliriz… Hikâyeyi hepimiz biliyoruz, eminim bugüne kadar pek çok da filmini izledik. Ama Kerem Sanatel’in çevirisiyle Doğan Egmond Dex Plus’ın Korku Klasikleri’nden Dracula’yı bugünkü algılarımızla yeniden okumak aslında bilgimizi zannettiğimiz hikâyeye yeniden bakma şansı tanımış olacak. Meselâ Frankenstein… Hepimizin zihninde Hollywood’un çizdiği fiziksel karakter canlanıyor. En iyi bildiğimiz korku hikâyelerinden biri diye düşünüyoruz. Peki 1818 yılında yazılan kitabın yazarının bir kadın olduğunu kaçımız biliyoruz. Açıkçası Alfa Klasikleri’nden No: 94 olarak çıkan 2018 basımı kitabı okuyana kadar ben de bilmiyordum.
“her birimiz bir hayalet hikâyesi yazalım”…
Mary Wollstonecraft Godwin Shelley (üç soyadının birincisi annesinin, ikincisi babasının ve üçüncüsü ise çileli bir hayat yaşamaya adım attığı kocasına ait) feminist bir anne ve felsefeci bir babanın çocuğu olarak 1797’de Londra’da doğuyor. Boşanmanın neredeyse imkânsız olduğu bu dönemde “evli” şair Percy Shelley’le yaşamaya başlıyor. (Daha sonra Shelley’nin ilk eşinin ölmesi üzerine onun soyadını alıyor.) Cenevre’de neredeyse hepsi başka bir şeyden kaçmış şairler ve yazarlar arasında Lord Byron “Her birimiz bir hayalet hikâyesi yazalım” dediğinde Mary, başyapıtını kaleme almaya başlıyor. Frankenstein kasvetli bir İsviçre gününde böylece doğmuş oluyor. Hem de Mary sadece 19 yaşındayken. Operadaki Hayalet, toplumdan izole olmak zorunda kalmış, toplumun kabul etmediği insanları mı anlatıyor ya da Frankenstein sadece bir ucube mi? Korkularımızın hepsinin kökeninde kendimiz yok muyuz aslında? Beyazperdenin en büyük bütçeli projelerinin kendi ellerimizle yükselttiğimiz makineler çağında robotların dünyayı ele geçirmesi üzerine değil mi? Aslında tüm bu korku, biraz da sistem eleştirisi değil mi? Şimdi heyecanla Matrix 4’ ü beklemiyor muyuz? Düşmanların kanını içmek, hayat sebebin olanların sevgisizliği yüzünden canavara dönüşmek, yaptığın kötülükler sonucunda hortlamak, ölüp sonsuz huzuru bulamamak ve hatta duygusuz zekânın geliştirdiği teknoloji ile savaşmak… Belki özeleştiri yapabilmek için biraz “korku” okuması yapmakta fayda var. Ama Mevlânâ’nın dediği gibi bu sadece bir kanat, uçmamızı sağlayacak diğer kanat “umut”…