Sanat Tarihine Dair
Sanat tarihi ilk bakışta herhangi bir dolayımı olmayan, doğrudan bir alan olarak tanımlanır. Sanat ve tarih insanların üniversite öncesi dönemde az ya da çok müfredatta aldıkları dersler arasındadır. Fakat, sanat tarihi disiplinin araştırma alanı çok daha girift konular ve bu konulara dair sorgulamalara dayalıdır. Peki sanat ve tarih derken tam olarak neyi kastederiz? Sanatın tanımladığı alanlar hangileridir? Bu açıdan sanat tarihi bize bugüne kadar neler söylemiştir ve yakın dönemde neler söyleyecektir?
Tarihte Latince ars sözcüğünden İngilizce’deki ‘art’ sözcüğüne evrilen sanat sözcüğü, başlangıçta ‘yetenek’ ve ‘ustalık’ anlamına gelmekteydi ve bu anlamı hala günümüzde kullanılmaya devam ediyor. Hala sanat, ‘bir şeyi yapmada gösterilen ustalık’ ve ‘bir meslekte uyulması gereken kurallar bütünü’ anlamlarını taşıyor. Fakat çağımızda sanat ve sanatçı sözcükleri artık geçmişte olduğu gibi dolaysız bir anlama sahip değil ve sadece teknik anlamda bir ustalığı işaret etmiyor. O halde neyi tanımlamakta ve ‘ustalık’ anlamından ayrılmasını sağlayan parametreler nelerdir?
İlk etapta tarihte karşımıza çıkan kavram ‘güzellik’ olmuştur. Çünkü bir sanat nesnesi izleyicisini ilk olarak görselliğiyle etkiler ve bu yüzden 18. yüzyıldan geçtiğimiz yüzyılın başına kadar ‘güzellik’ kavramı merkezli estetik kriterler sanat yapıtlarının analizinde merkezi bir rol oynamıştır. Çünkü yüzyıllar boyunca Antikiteyi taklit eden bir sanatın muhteşem ve ölümsüz olduğu düşüncesi sanat tarihinde hakim konumdaydı. Disiplinin oluşmaya başladığı dönemlerde sanat tarihçilerinin resim, heykel ve mimarlık gibi başat alanlara odaklanmaları ve form analizi yapmalarının nedeni budur. -Halbuki, bu alanların yüzyıllar sonrasında ancak ‘güzel sanatlar’ başlığı altında ‘mekanik sanatlardan’ ayrıldığını göz önüne almak gerekir. 20. yüzyıldan itibaren sanat ve sanat tarihi daha radikal bir dönüşüm rotasına girmiştir.
Sanatçılar geleneksel sanat üretimini bırakarak yeni üretim araçları ve yeni estetik fikirler öne sürünce, sanat tarihçileri de sadece form analizine değil, sanat yapıtının kültürel kodlarını çözmeye de odaklandılar. Böylece monolitik bir güzellik anlayışının yerine güzellik kavramı öznel bir değer olarak tanımlanmış ve kültürel bir değer olarak zaman ve mekanın içinde değişken olduğu kabul edilmiştir . -Bu açıdan Umberto Eco’nun ‘Güzelliğin Tarihi’ ve ‘Çirkinliğin Tarihi’ çalışmalarına bakılmasında yarar vardır. Sanatın temeli görsellik ve görsel analiz hala birçok sanat tarihçisinin temel metodu, ama en azından şu söylenebilir: Güzellik artık sanatın tek ve temel özelliği olmaktan çıkmıştır.
Sanatı farklı kılan unsurlar orijinallik, yaratıcılık ve hayal gücüdür. Bu kavramlar ise modernist bir sanat düşüncesinden ortaya çıkar ve sanatçıyı ‘dahi’ olarak kodlar. Böyle bir tanımın tarihsel kökeniyse -her ne kadar ilgili dönemlerin tüm politik, kültürel ve ekonomik yapısını kapsamasa da- ancak Rönesans dönemine kadar geri götürülebilir. Örneğin ‘yaratıcılık’ kavramı Antikite döneminde var olan bir olgu değildi, sanattan beklenen yaratıcılık ve yenilik değil, aksine geleneklere bağlı olmasıydı. Bu bağlamda modernizm sonrasında ortaya çıkan bazı kavramları geçmiş dönemlere uygulamak neredeyse olanaksızdır.
Sanatın tanımının evrensel ve statik değil, öznel ve değişken olduğu sonucuna vardık. Peki ‘zevkler ve renkler tartışılmaz’ önermesinin yaratacağı metotsuz çoğulluk ve totoloji nasıl bir denklemle çözülür? Sanat, izleyicide görsel unsurlarıyla bir cazibe yaratan formları açısından gündelik yaşamın diğer pratiklerinden ayrılır. Fakat tek başına bu yargı yetmeyecektir, çünkü bir tasarım ürünü de cazip olabilir. O halde sanat yapıtının izleyicisinde duygusal, ussal ve davranışsal bir değişim yaratması beklenir. Böylece görsellik, malzeme ustalığı, yetenek, özgünlük ve nadirlik gibi unsurların bileşiminin yaratacağı potansiyel değişim sanatın ne olduğu sorusunun
cevaplarını içerisinde barındırır. Sanat hayata dair her konuyu sorunsallaştırabilir, rolüyse gündelik ve sıradan yaşamsal deneyimlerin ötesinde, kişinin yaşamında bir dönüşüm yaratma potansiyelidir. Şaheserlerin temel nitelikleri izleyicilerine tarihte ya da şimdi, insanlığın arzuları, hayal gücü, algısı ve hislerine dair güçlü veriler sunmalarıdır. Diğer bir deyişle bazı sanat yapıtları farklı zaman ve uzamlarda insan olmaklığın temel değerlerini yansıtır. İnsan yapımı herhangi bir maddi ürün, arkeolojide olduğu gibi, dönemin insan yaşamının şartlarına dair veriler sunar. Fakat sanat, kullanım nesnelerinden farklı ve üstyapısal olarak dönemin siyasal, hukuki, kültürel ve ekonomik yapısını bir biçimde verme potansiyelini haizdir. Sanat böylece insan yapımı ürünlerin içerisinde farklı bir konum kazanmıştır. Peki sanat tarihinin bir yanını, sanatı tanımlayabildiysek, tarih kısmına dair neler öne sürebiliriz?
Tarih kavramının tanımı ve ona dair düşünceler de zaman içerisinde dönüşüme ve değişime uğramıştır. Halbuki insanlar tarih disiplinine yüzyıllar boyunca bir dolaysızlık atfettiler: Tarih olgulara dayalıdır ve olgular gerçeği söyler. Fakat geçmişin verileri parçalanmış ve dağınık bir görüntüdedirler. -Tarihin historiyografisi için Edward H. Carr’ın ‘Tarih Nedir?’ isimli temel çalışmasını salık verebilirim. Bir tarihçi bu olgular yığını içinde neleri dahil edip, neleri dışarıda bırakacağına, bu toparladıklarını nasıl bir sistematik içerisinde bir araya getireceğine ve nihayetinde bunlardan hareketle nasıl bir yorumda bulunacağına karar verir. Bu sistematiği oluşturan anlatı, önermenin yazıldığı zamanda bir anlam üretecek şekilde düzenlenir. Bundan dolayı zaman değiştikçe anlatıların güncellendiğini, tekrar yorumlandığını ve hatta bazı anlatılar değer kazanırken bazılarının gündemden düştüğünü görmekteyiz. -Bu konuya dair Erwin Panofsky’nin ‘Bir İnsani Bilim Olarak Sanat Tarihi’ metnini önerebilirim. Tarih araştırma konusunun yazıldığı zaman ve mekanın üretimidir.
Zamandizin içinde sanat tarihi bilimi sömürgecilik dönemi Avrupası’nda gelişmiştir. Erken dönem sanat tarihçilerinin Antikite sanatını yücelterek akademik sanatın kökenlerini, düşünce yapısını ve pratiğini vurguladıkları bir Avrupanizmi yansıttıkları görülür. Ardından tarih öncesi, Antikite ve Orta Çağ Akdeniz uygarlıklarından gelerek Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ne uzanan bir ‘Batı Sanatı’ başlıklı anlatı kurulmuştur. Kendi ötekisini yaratan disiplin, sömürgeci bir perspektifle karşısındakini ‘Batı-dışı Sanat’ olarak konumlandırır.
Geçtiğimiz yüzyıldan itibaren yaşanan politik, toplumsal, ekonomik ve kültürel gelişmeler sanat tarihçilerinin bakış açılarında da pratikte kırılmalar yaratmıştı. Batı Sanatı’nın dahi sanatçısı -Beyaz, erkek, heteroseksüel ve Anglosakson-, post-kolonyalizm, feminizm ve queer sanat tarihi tarafından sorgulanmaya başlamıştır. Akademilerin ‘güzel sanatlarının’ yanında ikincil ya da tali sanatlar olarak görülen seramik, cam ve tekstil gibi üretimler sanat tarihi anlatısına dahil olurken, video sanatı, görsel şiir, enstalasyon gibi yeni sanat üretim araçları da bunlara eklemlenmiştir. Batı-dışı sanat olarak bir zamanlar kodlanan coğrafyaların sanatı ve sanatçılarına karşı ilgi gittikçe artmaktadır.
Bugün sanat tarihinin çözmesi gereken konuların başında kuşkusuz küreselleşme geliyor. Dünya gittikçe birbirine bağlanırken, farklı kültürlere aşina olmak ve onlar üzerine düşünmek gerekmektedir. Bu noktada insanlığın ayrıcalıklı maddi üretim nesneleri olarak sanat yapıtlarını analiz eden sanat tarihi, bu gelişimde büyük bir role sahiptir. Sanat tarihçilerinin bugün yapmaya çalıştıkları, sanat tarihinin Avrupanizm odaklı anlatısını ve bu bakışın sömürgeci sorunsallarının yükü altında çağın çok-kültürlü yapısını yansıtmaya çalışmaktır. Yani diğer bir deyişle sanat tarihi bugün nasıl yazılmalı sorusunun cevabının peşindedirler. Belki buna dair önerileriler sunmak, gelecekteki olası yazıların ipuçlarını içinde barındırabilir.
Öncelikle toplumsal ve tarihsel bir değişim ve dönüşüm teorisini bir ön-kabul olarak almak gerekiyor. Bir tartışma ancak böyle başlatılabilir ve sanat nesneleri ya da diğer kültürel üretimlerin tarihsel süreçleriyle birlikte belirli bir dönemin değerleri net bir biçimde ele alınabilir. Şunu unutmamak gerekiyor: “İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile -ki bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir-, hukuki, siyasal, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları-Ankara). Bu eksenden hareket edilirse, tarihsel materyalist bir metotla belirli sanatçılar ve kültürel dönüm noktaları hakkında yetkin yargılar öne sürülebilir ve bu, özellikle belirli kültürel nesnelere uygulanabilir.