Miras gibi kalıcı
Art Deco ve geometrik çizgilerle bütünleşmiş mücevherler yaratan Melis Göral, 2008’de başlayan tasarım yolculuğunda adeta zamansızlığa vurgu yapıyor.
Kimi zaman gösterişli, kimi zaman ise minimal olmayı başarabilen Melis Göral’ın kendi ismini taşıyan mücevher markası, pırlantalar ışığında kadınların gücünü temsil ediyor adeta. Sadece Türkiye’de değil dünya çapında da başarısından söz ettiren Göral, markasının doğuş hikayesinden ilham kaynaklarına kadar detayları röportajımızda anlatıyor.
Markanızın çıkış noktası neydi?
Tasarım çocukluğumdan beri hayatımın içinde. Başta moda tasarımı okuyacağım diye gittiğim Milano’da, onlarca emek verilen bir işin çok çabuk tüketilebileceğine şahit oldum. Mücevherin ise eskiyip atılmadığını bilmek, zamanla içerisine katılan manevi değerlerle daha da zenginleştiğini görmek beni mücevher tasarımına yöneltti. Insituto Europeo Di Design’da mücevher tasarımı üzerine eğitimimi tamamladıktan sonra bir süre New York’da tasarım üzerine çalışmalar yaptım.
Türkiye’ye döndükten sonra bir süre babamla çalışarak işin mutfağına hakim olmak istedim. 8 yıl önce kendi tasarımlarımı yapmaya başladım ve 5 yıl önce de ismimi verdiğim markamı lanse ederek Bebek’te ilk satış noktamı açtım.
Melis Göral markası, dünya çapında ses getirmeyi nasıl başardı peki?
Bunda en önemli etkenin tasarımlarımın özgün ve zamansız bir ruhunun oluşuna bağlıyorum. Doğru satış kanallarında doğru koleksiyonlar ile yer almak, fuarlara katılmak, doğru bir iletişim çalışması da yaptığınız işin güzelliğini başarıya taşıyan kollar tabi. Tasarım aşamasında kendi sınırlarınızı zorlamayı ya da denenmiş bir şeyi denemeyi seviyor musunuz?
Her koleksiyonda farklı teknikler ve materyaller kullanıyorum. O yüzden hepsi ilk koleksiyon heyecanı ve hevesi veriyor. Bu enerjiyle de çok beğenilen, farklı koleksiyonlar ortaya çıkıyor. Tasarımlarınızı minimal mi yoksa gösterişli olarak mı tanımlarsınız? Yoksa bir noktada bu ikisinin birleşimi olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Aslında bunu her koleksiyonumda farklı yorumluyorum. Minimalliği de gösterişi de zamanına ve yerine göre ayrı ayrı seviyorum. Luna Luce, Harmony gibi koleksiyonlarımda kullandığım tarz ve taşlar daha gösterişli iken, Matisse ve La Linea gibi koleksiyonlarımda kontrast daha yoğun ve minimal bir çizgiye sahip. Koleksiyonlarınızda sizi neler besliyor?
Ben özellikle seyahatlerim sırasında farklı kültürlerin sanata yansımalarından ilham alıyorum. Her koleksiyonum bir hikâye ile doğuyor ve bu hikâye ise genelde sanat ve mimari akımlardan besleniyor. Mücevherlerinizde hangi taşları kullanmayı tercih ediyorsunuz?
Pırlanta her koleksiyonumun olmazsa olmazı, renkli taş da kullansam, mine de kullansam pırlantanın ışıltısını her koleksiyona katmayı çok seviyorum. Kalibre ve özel kesim renkli taşlarda ise genelde yakut, zümrüt, safirin yanı sıra aqua marine, topaz ve quartzın renklerini kullanıyorum. Lapislazuli, onyx ve malachite ise kullanmayı en çok sevdiğim doğal taşlardan.
Her koleksiyonunuzda farklı bir ruhu temsil etmeyi nasıl başarıyorsunuz?
İnsan olarak çok yönlü varlıklarız, ruhlarımız ise bunun ötesinde aslında. Gördüğünüz, gezdiğiniz, tanıştığınız, empati kurduğunuz taktirde herkesten her yerden ve her şeyden bir şeyler öğreniyorusunuz. Ben de bu ruhsal ve fiziki seyahatlerimin bir sonucu olarak farklı yaratım süreçlerinde farklı ilhamları farklı stillerle betimliyorum. Bunu yaparken o stilin kadınını hayal ediyor, mücevheri taktığında neler hissetmesini istediğime göre şekillendiriyorum.
Tasarım sürecinde nasıl bir imaj çiziyorsunuz kafanızda?
Kendi gücünün ve potansiyelinin farkında, stil sahibi ve çizgisini koruyan bir kadın olarak tanımlayabilirim. Tasarımlarımda farklı çizgiler ve konseptler olsa da aslında ne istediğini bilen o kadın bu tasarımları günün her saati üzerinde taşıyabiliyor.