Bir asırlık deneyim
94 yıllık üzüm bağlarının üçüncü kuşak temsilcisi Sibel Kutman
Oral’dan ailesi çocukluğu ve bağlarda edindiği deneyimler ve kurduğu güçlü bağ ile geçmişe yolculuğa çıkıyoruz.
Çok genç yaşlarınızdan beri yöneticilik yapıyorsunuz, mesela bu serüvende öğrendiğiniz en önemli şey nedir?
Genç yaşta sektöre girmenin avantajları oluyor tabii. İlk başta dezavantaj gibi oluyor ama tabii ki tepeden inme bir yönetici olarak gelmedim ben de. İlk geldiğimde belli basamaklarda deneyim kazana kazana yükseldim. Zaten hissedarı olduğunuz zaman ya da bir aile şirketi olduğu zaman doğal olarak size hemen bir yöneticilik ya da liderlik vasfı biçiliyor. Bunu hak etmek üzere çalışıyorsunuz ve kendinizi bir ispatlamanız gerekiyor. 90’ların sonundan bahsediyoruz. 2000’lerin başları o kadar da alışılagelmiş bir şey değildi. Hem kadın hem genç ve çalışıyor olmak. Dolayısıyla yadırgandığımı bazen ister istemez hissediyordum. Ama onu aşmak da çok zor olmuyordu açıkçası. Ne zorlandım ne çektim diyecek bir durum yoktu.
Aile işini devam ettirmek ve onun yüzü olmak nasıl bir sorumluluk ve sizin için nasıl bir gurur içeriyor?
Çok güzel, ikisi bir arada oluyor işte. Şimdi firma 94 yaşında ben 44 yaşındayım. Dolayısıyla benden 50 yaş daha büyük bir emaneti yönetmek durumundayım.
Bir kere burada her şeyden önce saygı duyuyorsunuz. Kendim 25 senedir bu işteyim, ben geldikten sonra hayata geçirdiğim şeyler var kendi bebeğimmiş gibi. Esas olay, esas miras benden büyük. Yani dedemin çocuğu, babamın kardeşi, benim büyüğüm. Dolayısıyla büyük bir saygı var. Tabii ki elim titreyerek yaklaşıyorum bu mirasa, emanete zarar getiren hiçbir şeye dahil olmak istemiyorum. Ben Türkiye’nin en eski yirmi firmasının bir tanesinin üçüncü kuşak temsilciyim dediğiniz zaman bu bir eder ve gururdur yani. Gelecekteki hedefim firmanın yüzüncü yaşını görmek henüz doksan dörtteyiz. Çok yaklaştı. Çok reel bir hedef olarak önümüzde duruyor.
Kültürel altyapısı çok derin olan bir iş yapıyorsunuz ve pek çok alanda gusto sahibi olmayı ve gurmeliği içeriyor. Siz doğuştan gelen zevkinizin mizacını bu alanda nasıl eğittiniz?
İçine doğmanın tabii ki avantajı var. İçine doğduğumuz için şarap bizim hayatımız. Çocukken bağlarda oynamaktan daha ergen yaşlarda şarap tadımlarına başlayarak, bu işi öğrenerek ve hep bağbozumunda şaraphanemizde görevler alarak, çalışarak geçti. Dolayısıyla şarap zaten hep var. Şarabın olduğu yerde yemek yeme zevkinin olmaması söz konusu değil. Çünkü o eşleşme çok sihirli bir şey. Şarabın olduğu yerde yemeğin, güzel yemek yemenin, yemek adabının ve paylaşmanın olmaması mümkün değil. Hani bizim için çok doğal çünkü bu dünyaların içinden geldik. Sonra tabii ki zamanla kendi zevkleriniz oluşmaya başlıyor. Kendinizin meraklarını takip ediyorsunuz. Gastronomi her zaman için gelişen bir sektör. Bu işin en keyifli taraflarından bir tanesi lezzetle, kokuyla uğraşıyorsunuz. Bir de hakikaten yemek ve şarap paylaşımla çok daha mana kazanan sizin için, anı oluşturan bir şeye dönüyor.
İşinize bir yaşam şekli de diyebiliriz değil mi? Kanunen 2013’teki yasaklardan sonra maalesef şarap üreticilerinin nihai tüketicilerimizle yani şarapseverlerle bir araya gelmesi yasaklanmış durumda. Neyse ki yemeiçme sektöründeki profesyonellere dokunabiliyoruz. Onlara eğitim verebilme şansımız hala devam ediyor.
Üzüm sizin için aynı zamanda çocukluğunuz. Bizimle biraz üzüm bağlarındaki anılarınızdan bahseder misiniz?
Bağbozumları ağustosta başlar ekimde biter. Bizde çocukken her yaz okullar açılana kadar kalabilirdik orada. Okul kapanır kapanmaz giderdik. Şaraphanede yaşardık. Evimizde şaraphanenin üstüydü o zaman. Dolayısıyla abimle başka bir oyun yaratmamız gerekmiyordu. Çünkü muazzam
bir heyecan var. Kamyon kamyon üzüm geliyor. Traktörle üzüm geliyor. Mesela benim ilk işim ilkokuldayken eşeklerle de üzüm gelirdi yan köylerden. Traktörü yok, römorku yok eşeğinin yanına dört küfe üzümü koyar gelirlerdi. Bunların da tartılması lazım çünkü kilosuyla siz o üreticiye para ödeyeceksiniz. Bir tane bu işlerden sorumlu Cemal Ağa’mız vardı. Eski usül kancalar ile asılır, tartılırdı. Benim görevim de katip gibi onun yanında defter-kalem tutuyordum. O kadar ciddiye alıyordum ki o işi akşam da babama rapor verirdim. Babam da bu işi çok ciddi bir şeymiş gibi alırdı. Görelim bakalım bugün ne olmuş falan. Aslında ciddi bir şeydi tabii, toplamam kontrol edilirdi.
Dans hayatınızın neresinde peki?
Artık ilgili bir seyirci statüsüne dönmüş durumda maalesef. Dans edebilirim hala şurada bir şeyler yaparım ama tabii ki dans zaten yaşla çok alakalı. Benim yaptığım dans en azından. Sahne ve modern dans dolayısıyla o zaten yapmayı bıraktığınız zaman o da sizi bırakıyor. Ama muhakkak bir noktada imkanım olursa Türkiye’deki özellikle modern dansın gelişmesi için bir katkıda bulunmak istiyorum. Umarım fırsat olursa şarapla beraber hani neyle hatırlanmak istersin derseniz şarap evet bir de dansa katkım olursa çok mutlu olacağım. Annenizin ülkesine ne kadar sıklıkla gidiyorsunuz? Türkiye’ye geliş hikayesi nasıl?
Annem Porto Riko’lu babam Türk. Ama annemin anneannesi ve dedesi de
Porto Riko’lu. Porte Riko’da evleniyorlar. Birçok Porto Rikolu gibi zaten New York’a taşınıyorlar. Zaten Porto
Riko aslında Amerika’nın bir bağımlı ama bağımsız eyaleti diye geçen enteresan bir statüsü var. Dolayısıyla aslında annem New York’ta doğuyor. Ve Spanish Harlem’de büyüyor. İlkokulu orada okurken bu sırada anneannem ve dedem boşanıyor. O da Porto Riko’da çok sık rastlanan bir durum. Ondan sonra aslında Porto Riko ve Türkiye aşkını başlatan anneannem. Çünkü dedem New York’da doktor olmak için Türkiye’den büyük burslar almış. Ziya
Bey adında bir Doktor New York’ta, ortopedik cerrah olmak üzere eğitime geliyor. Anneannem de o hastanede çalışıyor ve bir şekilde onların yolları kesişiyor. O yollar kesiştikten sonra hakikaten büyük aşk, ikisi de vefat edene kadar aşkları sürdü. Ben böyle ölümsüz aşk çok az gördüm. Anneanneme evlenme teklif ediyor ve kızın da benim kızımdır diyor. Ve Türkiye’ye geliyorlar. Annem aslında 15 yaşında Türkiye’ye geliyor. Annesi ve yeni üvey babasıyla beraber, 50’lerin sonları 60’lar yani. Annem Robert kolejinde okuyor babam da aynı şekilde. Bir şekilde orda da onların yolu kesişiyor. Dolayısıyla annemin Türkiye’de geçirdiği vakit tabii ki Porto Riko’da ve New York’ta geçirdiği vakitten toplamda daha fazla. Ama görseniz anlarsınız Porto Rikolu olduğunu.