BIRCE AKALAY
Güzel oyuncuyla doğada sosyal mesafemizi koruyarak harika bir çekim gerçekleştirdik.
Doğaya kaçış isteği, kendi içine dönme ve kıymet bilme… Pandemi sürecinin hepimizde bu tip etkileri oldu. Biz de Birce’yle doğaya kaçıp ruhumuzun derinliklerine dönüyoruz. Son olarak Babil dizisindeki İlay karakteriyle gönüllerimizi fetheden güzel oyuncunun farklı yönlerine şahit olmak ister misiniz?
Zor günlerden geçiyoruz, malum. Nasıl geçti bu ana kadar? Neler yaptın karantina sürecinde?
Bugüne kadar nasıl geçti anlamadım açıkçası. Garip bir rüzgâr gibi gerçekten… Hayatımızda ilk defa böyle bir durumla karşılaşıyoruz hepimiz. Ben biraz şanslıyım çünkü karantinam Kaz Dağları’nda, çok sevdiğim bir dostumun otelinde, nadide bir tecrübeyle başladı. Otel kapandı mecburen ama biz 14 gün kuralını uygulamak üzere, biraz da korkudan orada kaldık; iyi ki de kalmışız. Sağ olsun Dilara Karabay evimizi aratmadı bize. On kişi komün hayatı yaşamaya başladık resmen. Müthiş bir deneyim ve derin bir hatıraydı hepimiz için. İstanbul’daki karantina sürecine iki hafta rötarlı başladım anlayacağın. Yuvaya döndüğümde ilk başta evde ne kadar yapılacak iş varsa yaptık. Kütüphaneden, gardıroplara kadar her yer itinayla elden geçirildi. Ev, hiç yaşamadığı kadar yaşar oldu. Her akşam ocak yandı. İçimden aşçılık oynayan bir çocuk çıktı. Sonra ‘illa bir şeyler üretmeliyiz’ kafaları geldi. Neyse şimdilerde oryantasyonumu tamamladığımı düşünüyorum. Bazen iyi, bazen kötü, parçalı bulutlu yolumuzu bulduk bir şekilde. Yaşamaya, huzurlu kalmaya çalışmaya devam.
Tam bu sürece girmeden önce yeni başlayan Babil de yarım kalmış oldu. Dizi ve İlay karakteri çok sevildi. Biraz diziden, ekipten bahsedelim mi?
Evet, maalesef. Hayat durdu, biz de durduk tabii mecburen. Zaten son haftalarda iyiden iyiye dezenfekte olmalar başlamıştı sette. Biz ilk duran setlerden biriyiz. Bu anlamda yapımcımızın hassasiyetine minnettarım. İşimizin sevilmesi mutluluk verici. İlay’ın sevilmesi de beni çok mutlu ediyor tabii ki. İyi ki, onu seçmişim diyorum her defasında oynarken. Ekibimiz harika; başka ne denebilir bilmiyorum. Hepimizin aynı işte toplanmış olması inan bana izleyici için ne kadar lezzetliyse, sahada bizim için de o kadar keyifli. Aslında proje bana iki defa geldi. İlkinde hâlihazırda yine çok sevdiğim başka bir yapımcıyla uzun süredir sıcak temas hâlinde olduğumuz için, etik olmayacağını düşündüğümden bu tarafa “Beni affedin” demiştim. Böyle zamanlar çok zordur, kritiktir bir oyuncu için. Ama etik benim için çok önemli. Fakat ‘Her şerde bir hayır var’ sözü boşuna söylenmemiş. O uzun zamandır görüştüğümüz iş olamadı ve ben bu kez Babil’i okudum. Çok sevdim. İlay’ı ayrı sevdim. O zaman Halit ve Ozan kadroda netleşmişti. Halit’i hiç tanımıyorum ama hep karşılıklı oynamak isterdim. Ozan ile arkadaşız. Onunla da birlikte oynamayı hep isterdik. Proje öncesinde yazın biraz konuşmuştuk hatta ama o sadece “Keşke sen olsan” demiş; fakat projeye dair ser verip sır vermemişti. Şimdi iki yakın arkadaşı oynuyoruz. Hayatta her şey olacağına varıyor. Nur’u, Mesut’u tanıyordum ama hiç birlikte oynamamıştık; çok mutluyum. Aslı ile zaten aynı dönemdeniz. Sözün özü harika bir mutfakta, iyi malzemeler ve iyi şeflerle hep beraber yemek pişiriyoruz, diyelim.
İlay dizide evli ve birçok suça karışmış bir adamla beraber. Dışarıdan bakıldığında yargılanabilecek bir durum ama buna rağmen seyirciler İlay’ı çok sevdi. Neden sence?
İlay kötü kalpli değil, bunun etkisi olduğunu düşünüyorum.
Zayıflıkları, defoları, yanlış kararları, trajik hataları var. Ama kimin yok ki? Tüm bunlar bir kişinin diğerini sevmemesi ve yargılaması için yeterli sebepler olabilir belki. Ama seyirci anlamak ve hissetmek için izler. İlay’ın başına gelenler herkesin başına gelmese de benzerleri mutlaka yaşanmıştır. Hayatında en sevdiği insanı trajik bir hatayla kaybedip üzerine daha büyük hatalar yapmış çok insan tanıyorum. İlay’ın kafası kötüye çalışmıyor. Kalbi kötücül atmıyor. Haydi diyelim ki attı, bu da mümkün; yine de sevebilir seyirci. Çünkü kimse kötü doğmuyor ki bu dünyaya. The Joker’ı hatırla ya da Lady Macbeth’i... Doğru ve hassas terazide kurulmuş bir hikâyede, seyirci karakteri anladığı, özümsediği ve empati yapabildiği zaman izlek oluşuyor. Duydukları o haz duygusu da beğeni olarak bize dönüyor. Bizim işimiz anlatmak; sevdirmek değil aslında.
Sete dönüş tarihiniz belli mi?
Bir aksilik olmazsa ağustos ayında sete geri döneceğiz gibi duruyor. Pandemi sürecinin uzamaması tek dileğimiz.
Bu pandemi dönemi sana neler öğretti? Ya da bir öğreti olması gerekiyor mu sence bu süreçte?
Benim zamanla iletişimim değişti sanırım. Gün yine 24 saat, hafta yedi gün. Kendi hızında akmaya devam ediyor. Fakat izafi oluşunu hiç bu kadar hissetmemiştim. Kendime yabancılaşıyorum bazen; hoş hepimizin başına geliyor aynı şeyler. En büyük öğreti, en önemli ders; bugün her ne kadar korunarak sosyal yaşantıya karışmaya başlasak da, insanlar kendini AVM'lere atsa da, salgının yaşandığı o ilk haftalarda alınmış olmalıydı bence. Bunca yaşanandan sonra toplum olarak, bilimin hayatımızda ne kadar önemli olduğunu anlamamış olamayız artık diye düşünüyorum. Tabiat Ana'ya ne kadar muhtaç olduğumuzu... Ona iyi bakmalıyız ve daha çok bilim insanı yetiştirmeliyiz. Bunun için enstitüler kurulmalı diye düşünüyorum.
Sence dünya düzeni değişiyor mu?
Değişiyor elbette. Savaşmaya ve tüketmeye doymayan insanoğlu, kendine yeni araçlar üretiyor işte. Keşke pozitif değişim yaşansa. O pozitif değişenler sen, ben ve bizim çocuklar gibi insanlar sadece. Maalesef... Ben zaten kendimi bildim bileli doğaya saygılı, hayatın bana sunduklarına şükrederek, ona özverili karşılıklar vererek yaşamaya çalışıyorum. Ruhum hâlâ romantizm çağının etkisinde. İlk zamanlar ‘Pandemiler sonrası tarihte neler değişmiş?’ diye okudum durdum bir umut. Sonra durdum dedim ki; “Yahu Birce, iyiye doğru değişmiş olsaydı bugün böyle mi olurduk?” Ama olsun; yine de bir umut! Biz, bize yeteriz. Umarım bir gün dünyaya da yeteriz.
Psikolojimiz de ister istemez etkilendi hâliyle. Sen neler yaptın moral, motivasyonun için bu dönemde?
Çok düşündüm gerçekten. Roman ve benzeri bir kitap okumadım mesela henüz. Çokça makale, bulabildiğim kadar tez okuyorum. Ya da kitap kapağı açıyorsam, araştırma yapmak için oluyor bu. Mezun olduğum okulda iki yıldır öğretim görevlisiyim. Son dönemde bu süreçte, öğrencilerime nasıl daha faydalı olabilirim diye kendimi geliştirmeye çalışıyorum. İnsan öğrenirken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor ya; o hissi çok seviyorum.
Herkes yeni hobiler edindi, farklı etkinlikler yaptı bu dönemde. Senin oldu mu böyle hobilerin?
Olmaz olur mu? Elbette var! İstanbul’a ilk döndüğümde epey yemek yaptım, hâlâ da öğreniyorum. Ben normal şartlarda hem vakitsizlikten hem de biraz isteksizlikten kendimi doyurmak için bile yemek yapmıyordum. Sete beslenme uzmanım İlker Çağlayan senelerdir yemeğimi gönderiyor. O olamazsa yardımcım Bahar misler gibi yemekler yapar bana. En fazla eş, dost geldiğinde anlı şanlı girilir mutfağa. Ama Şemsa Denizsel sağ olsun. Benim fitilimi Kaz Dağları’nda o ateşledi. Döndüğümde kendimi her gün inanılmaz keyifli tariflerin içinde buldum. Başarı puanım fena değil bence. Ben saatlerce dizi izleyemiyorum. Koltukta çürüyormuşum gibi geliyor. Ama gün aşırı keyifli izlemeler yapıyorum. Sevdiğim diziler ve belgeseller var. Sokağa çıkma yasağı yoksa, gün aşırı sabah yürüyüşü ve evde pilates yapıyorum. Ona rağmen kilo aldık tabii. O kilolar ağustostan önce verilecek. Bu mesleğe gönül verdiğin ilk alan aslında tiyatro… Bundan sonra seni yine sahnelerde görecek miyiz? Yasaklar kalkar kalkmaz derhal. Sahne benim evim. Bu dünyada içinde olmayı en sevdiğim yer. En büyük aşkım. Her şeyin yok olduğu tek yer. O güzel günler gelsin, salgın bitsin seyircimizle buluşmak için can atıyorum. Bu süreçte özel tiyatrolar ve tüm çalışanları büyük zarar gördü. Hükümetimizin bu noktada güzide kurumlar için, sanat için bir destek paketi açıklamasını çok isterdim. Ama olmadı. Dayanışmak adına elimizden geleni yapıyoruz biz bize, ama yetişmek nasıl mümkün olabilir ki... Dileğim sağlıklı günlerde perdelerin yeniden açılması, salonların dolması ve herkesin yeniden refah günlerine bir an önce kavuşması. Babil’den hemen önce seni bir şarkı yarışmasında sunucu olarak izledik. Bu teklif nasıl geldi sana? Başta çok ilginç bir teklifti. “Oyuncuyum ben yahu, beni ne yapacaklar ki müzik yarışmasında? Ne alaka?” dedim. Ama bambaşka bir deneyim oldu. 13 bölüm çok eğlendik. Harika insanlar tanıdım, kadim dostlar kazandım. İlk bölümü çektik. Sonra araya Ramazan ayı girmişti. Tekrar çekimlere başlamadan önce talihsiz bir rahatsızlık geçirdim. Aslında sonrasında hiç yorulmamam gereken bir dönemdi. Fakat o güzel insanların enerjilerini o kadar sevmiştim ki, kopamadım. İyi ki kopmamışım. 13 bölüm boyunca kimse kimseyi kırmadı, üzmedi. Şarkı söyledik, güldük, eğlendik. Buradan selam olsun!
Aşk, bugünlerde hayatının neresinde?
Aşk her zaman en güzel yerde durur. Bu hepimiz için böyle değil mi?
Âşık olunca nasıl bir Birce oluyorsun? Ne hissediyorsun mesela? Midende kelebekler oluyor mu?
Kelebekler benim saçımda olur genelde. Ama bu, aşkla alakalı değil. Çocukluğumdan beri karşıma çıkarlar. Hatta bir tanesi hiç gitmesin diye 17 yaşında koluma dövmesini yaptırdım; şaka değil. Aşka gelince... Nasıl desem, baharda ağaçlar nasıl çiçek açar; kadınlar âşık olduğunda öyle çiçekler açıyor bence. Sokakta yürürken aldığın o mis koku, her hücrene nasıl bir coşku yayar... Aşk insana onu yapıyor. “İnsan aşka düşünce, kendini unutur” diye boşuna dememişler. Ama hakiki olan; bir âşık yokken de hayatın kendisiyle aşk yaşayabilmektir bence. İhtiyacımız olan ilk ve sonsuz aşk da odur. Son günlerde maalesef yapamasak da, İstanbul’da bu mevsimde en çok neler yapmayı seversin (severdin)?
Kandilli ve Beyoğlu’nda balık yemek...
Bir de Büyük Ada’ya gidip Aya Yorgi Kilisesi'ne uğradıktan sonra yanı başında köfte patates yemeyi çok seviyorum. Sıcaklar beni bunalttığı için, ilkbahar mevsimlerinde İstanbul’u gezmek en sevdiğim şey. Mis gibi Kapalıçarşı'yı dolaşır, sonra Altın Boynuz'u turlarsın. Sokak balıkçılarından tazecik balık ekmek yersin. Yukarı çıkıp Aya Sofya’yı izlersin; kim bilir kaçıncı kez... Balat’ta bir kahve içersin. Sultanahmet’e girersin, serin serin... Çok sevdiğim bir dostum, fotoğraf sanatçısı Morteza Atabaki, bu pandemi döneminde, bana bir gün telefonda; “İstanbul’un kızısın sen, özlersin tabii” dedi. Duyduğum en güzel şeydi gerçekten. İstanbul’u ölene kadar gez gez bitiremem ben.
Bu pandemi döneminde, senin aldığın en büyük ders neydi? Seni örnek alanlara neler söylemek istersin?
Ben dersimi pandemiden önce, geçtiğimiz sene almıştım zaten. Bir tane kalbim var! İnsan kendine kesinlikle iyi bakmalı.
Önce bedenine, ruhuna; sonra doğaya, sevdiklerine ve işine saygı duymalı. İmkânları el verdiğince sağlıklı yaşamaya, sağlıklı düşünmeye özen göstermeli. Sevgiyi ve bilgiyi paylaşmalı; öfkeden ve dedikodudan kaçınmalı. Dürüst yaşamalı. Olan, olmayana vermeli. Hoşgörülü, iyi niyetli, anlayışlı olmalı ve gülümsemeyi unutmamalı. Bu senfoni bitmez ki; böyle uzar… Çok mu oldum acaba? Şu sözü çok seviyorum; “Yarın yokmuş gibi yaşa ve hiç ölmeyecekmiş gibi çalış!”