KAPAK YILDIZI AYBÜKE PUSAT
Samimi ve sıcakkanlı... Güzel ve tatlı oyuncu Aybüke Pusat ile keyifli sohbetimize davetlisiniz.
devam edecekler. Bu dengeyi kurmak geliştirmeleri gereken çok önemli bir beceri olacak. Evde kalmak, boş zamanları verimli değerlendirebilme adına bazı insanlara avantaj sağladı. Hobiler, spor, yaratıcı alanlar, eğitim, öğrenim, kişisel gelişim gibi alanlara insanlar daha fazla zaman ayırmaya başladı. Bazı insanlar daha aktif ve verimli bir yaşam sürdürmekle ilgili alışkanlıklarını uzun vadede koruyabilir. Maalesef bazı insanlar için evde kalmanın yarattığı sıkıntıyı yönetmenin bir yolu haz veren yiyeceklere yüklenmek oldu. Dünyada artan bir kilo sorunu olduğunu düşünürsek, bazı insanlarda duygu yönetmek için haz veren yüksek kalorili yiyecekleri yemek, kalıcı bir baş etme aracı olabilir. Bu da uzun vadede toplum sağlığı açısından olumsuz sonuçlar doğurur.”
DUYGULAR
Pandemi süreci çok çeşitli duygular ortaya çıkardı. Prof. Dr. Şalcıoğlu’na göre bu duyguların başında öfke geliyor. Yaşam düzenimizin sekteye uğraması ve ekonomik etkiler pek çok insanda öfke yarattı. Bu süreçte çaresizlik belki de beklenen bir duyguydu. Ama kendimiz kadar sevdiklerimizin sağlığını koruma telaşı içine de girdik. Onları yeterince koruduğumuzdan emin olamadığımız için belki de suçluluk hissettik. “Virüs taşıyan insanların toplumdan dışlanma endişesi ile utanç yaşadıklarına da tanık oldum” diyor Prof. Dr. Şalcıoğlu ve devam ediyor; “Virüs bulaşması kaygısı ve hijyene artan dikkat bazı insanların iğrenme duygusunu da tetikledi. Bu kişiler hem bulundukları ortamlara, dokundukları nesnelere hem de karşı karşıya geldikleri insanlara iğrenme tepkisi veriyor. Diğer yandan sevdiklerini kaybeden insanlar derin bir acı ve yas, zamansız kayıpların ardında bıraktığı kişilere tanık olanlar ise merhamet ve acıma tepkileri veriyor. Bir duygusal tepkimiz de şaşırma... Bazı insanların hiç tedbir almadığını sokaklarda, TV ekranlarında ya da sosyal medyada görmek bizde öfke kadar şaşkınlık da yaratıyor. Son olarak nefret hissinden de bahsetmek yerinde olur. Öf ke tetikleyen bu his, maalesef virüsün ortaya çıktığı Çin ve genel olarak Uzak Doğululara yönelik gözlemlediğimiz bir olgu. Bu korkutucu bir durum çünkü ayrımcılığa yol açan ve onu güçlendiren bir duygu.”
CAN SIKINTISI VE KAYGI
Bu tür süreçlerin en baskın olgularından bir diğeri can sıkıntısı. Her zaman yapmaya alışık olduğumuz şeyleri yapamamanın yarattığı eksiklik olarak tanımlayabiliriz. Yaşam kalitemiz düşer, iyilik hâlimiz bozulur. Eskiden özgürce yapabildiğimiz şeyleri bugün yapamamanın getirdiği bir durumdur, can sıkıntısı. Prof.
Dr. Sungur, pandemi gibi olayların bize özgürlüğün bir bedeli olduğunu hatırlattığını söylüyor ve devam ediyor: “Böyle zamanlar bize özgürlüğe şükran duymanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Özgürce yaşadığımız zamanları hayatımızda garanti olarak algılarken, bir virüs geliyor ve hiçbir şeyin garanti olmadığını görüyoruz. Bu dünya bize hiçbir zaman borçlu değil. Bize, beklediklerimizi vermek zorunda değil. Ama insan ne yazık ki bu hayatı hep alacaklı gibi yaşıyor.
Bu da kişiyi daha bencil ve ödül odaklı yaşamaya yöneltiyor. Bu süreçte hayatlarımızın birbiriyle bağlantılı olduğunu öğrendik. Tanıdığımız veya tanımadığımız herkesin hayatını etkilediğimizi gördük. Maslow’un ihtiyaçlar piramidini düşünelim. En üst kısımda insanın kendini gerçekleştirmesi var. Piramitte yukarı doğru ilerledikçe, alt kısımlarla bağımızı kesiyoruz. Halbuki bir virüs gelip, bir anda o en üst düzeydeki insanı alıyor ve en alt düzeye çekiyor. Barınak, yiyecek, içecek bulma ihtiyacına geri döndürüyor.
Temel ihtiyaçlarınız giderilmezse, özgürlük bile anlamını kaybeder. Hayat bizi bazen, yiyeceğinden çok iştahı olan insanlarla; iştahından çok yiyeceği olan insanlar arasına sıkıştırır. Burada neyi görmeliyiz? İnsanız, arada canımız da sıkılacak. Hayat, sadece iyi olarak kodladığımız duyguları yaşadığımız bir yer değil. Kaygı ve korku, bizi korur. Utanç, başkalarına değer verdiğimizi gösterir. Sevgi bizi iyileştirir. Her duygu, bir bilgidir. O duygular olmasaydı birçok şeyi fark etmezdik. Her duygu neye ihtiyacımız olduğuna işaret eder.
Kaygı da belirsizliğe ne kadar az toleransımız olduğunu gösterir. Belirsizliğin olmadığına inanmak istiyoruz ama hep var. Halbuki belirsizlik, tehlike demek değil. Bu duyguyu bastırmak değil, yönetmeyi öğrenmek gerekir.”
GELECEK HASTALIKLAR
Önümüzdeki dönemde hastalık hastalığı vakalarında ve takıntılı
davranış bozukluklarında artış olup olmayacağı merak konusu. Prof. Dr. Sungur konuyu şöyle açıklıyor; “İnsan bedeninde iki tür sistem var. Biri tehdit, diğeri sakinleşme sistemi. Bir tehdit algıladığımızda birinci sistem devreye girer. Sistem tehdit arar, döner kendi bedenini inceler. Aradıkça bulur, buldukça arar, aradıkça daha çok bulur ve buldukça daha çok arar… Ve biliyorsunuz, insan ne ararsa onu bulur. Ateşinizi ölçersiniz, rahat nefes alıp alamadığınızı, başınızın ağrıyıp ağrımadığını kontrol edersiniz.
Kontrol ettikçe de muhakkak bazı belirtiler bulursunuz. Önümüzdeki dönemde sağlıklı insanlar bile kendi bedenlerinde belirtiler görüp endişelenecek. Ama bunu hepimiz, aynı düzeyde yapmayacağız. Aklımıza gelen düşüncelere tepki verip vermemek, bizi diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğimiz. COVID-19’un olmadığı bir zamanda yorgunluk, hâlsizlik, hafif bir baş ağrısı, üşüme bizim için pek anlamlı olmayabilirdi. Ama şimdi buradaki belirtilerin virüsle bağlantısı kuruldu. Bu da sağlıklı insanlarda bile hastalık kaygısı oluşturabilir ve bu durum kişilerin hayat kalitesini düşürebilir.” Yine de bu ‘hastalık hastalığı’na kapıldığımız anlamına gelmeyebilir. Pandemi yavaş yavaş geride kaldıkça, bu yeni davranış biçimleri de eskiye, normal seyrine dönecek. En azından birçoğumuzda...
İLİŞKİ CEPHESİ
Prof. Dr. Şalcıoğlu’na göre pandemi süreci özellikle romantik ilişkiler için önemli bir sınav oldu: “Kimi ilişkiler bu sınavı başarıyla verirken bazıları başarısız oldu. İnsanların çok uzun süre küçük, kapalı mekânlarda hiç çatışma yaşamadan zaman geçirmeleri olası değil. Pandemi sürecinin doğal olarak yarattığı nahoş duyguların üstüne bir de yaşamların ortak mekânlarda üst üste binmesi, bireylerin ihtiyacı olan özel zamanı bulamamaları olumsuz duyguların körüklenmesine yol açtı. Doğru iletişim kurabilenler bu duyguları etkili yönetip belki de ilişkilerini güçlendirirken, kuramayanlar kavgalarla ilişkilerini yıprattı. Bazı çiftler ayrılma noktasına gelirken bazıları ilişkilerinin değerini anladı. Yalnız olan bazı insanlar da bir hayat arkadaşı ile yaşamı paylaşmanın değerini gördü.” Pandemi sürecinden ikili ilişkilerimiz çok etkilendiyse de travmatik olaylar en fazla kendimizle ve yaşamla kurduğumuz ilişkiyi dönüştürüyor. Prof. Dr. Şalcıoğlu; “Bu tür olaylar yaşamı anlamlandırma sistemimizi, benimsediğimiz değerleri sorgulamamıza neden olur” diyor ve ekliyor; “Kendini sorgulama, insanı kendisi için daha iyi bir yaşam kurma çabasına iter. Değerleri ile uyumlu bir yaşam sürdürmediğini ya da değerlerinin artık kendisine uymadığını fark eden insan, zamanla konfor alanından çıkarak, yaşamını değiştirir, yeni bir yaşama evrilir. Bu bir tür psikolojik büyüme, olgunlaşma göstergesi olabilir. Travmatik olaylar insanların kendi değerleriyle uymayan kişilerden uzaklaşmasını tetikler. Son olarak, dünyanın gittiği nokta ile ilgili salgının bize kazandırdığı bilinç bazı insanlarda ekolojik sistemi korumaya duyarlı davranışları benimseyen yeni bir yaşamın kapısını aralayabilir.”
İşin özü şu... Pandemiye ve karantinaya verdiğimiz tepkilerde süreci ne kadar izole geçirdiğimiz, yaşadığımız olaylara nasıl anlamlar yüklediğimiz hâyli önemli. Küresel ölçekte bir travma yaşıyoruz ve bu, hepimiz için zor. Artık ufak ufak pandeminin sonrasını konuşmaya başlamış olsak da, hâlâ fırtınanın ortasında olduğumuzu bilmeliyiz. Aldığımız her aksiyonun gelecek için en az mart-nisan dönemindeki tutumumuz kadar önemli olduğunu unutmamak gerekiyor. Yasakların sonlanması bitiş noktasına vardığımız algısını yaratmamalı. Hem fiziksel hem ruhsal sağlığımızı korumakla yükümlü olduğumuz, önümüzde daha uzun bir yol var.