Dilek ve
mi birbirimizi? Beceremediğimiz birşeyler var. Kuşadası’na, Bodrum’a ya da Bozcaada’ya yaptığımız daha doğrusu yapamadığımız birşeyler var ortada. Çirkin, kirli, hoyratça, çullanarak, ezerek, yok ederek, sonra yerine koyamayarak yapılmış bir şeyler. Yazdıkça üzen, gördükçe kahreden bir acayip anlayış.
Birkaç paragraf geçince Klima Koyu’na geldik, demirledik. Burayı seneler önce sevgili dostum Mehmet Atay tavsiye etmişti. Herkes ‘Poseydon’cuyken o ‘Klima’cıydı. Poseydon’un o güven veren, sarıp sarmalıyormuş gibi hissettiren kapalı koyuna göre biraz daha ‘yaygın’ olduğundan, tekneciler alarga için çok tercih etmiyor sanırım. Yoksa dip gayet de güzel demir tutuyor. Poseydon’daki gibi küçük şirin balıkçı evleri filan yok, burası daha turistik. Turistik dedimse pansiyon ya da yazlık toplasan sekiz-on binadan bahsediyorum, yanlış anlamayın. Klima Koyu’nun en güzel yanı Kaduna Restoran’ı içinde barındırması. Sessiz sakin bir restoran. Tekneciler tarafından çok rağbet göremiyor zira iskelesi küçük. Ne zaman gitseniz, üç tekne bağlıdır. Boş yer bulan da günlerce ayrılmaz. E akıllıca bir iş. Tertemiz deniz, lezzetli ve uygun fiyatlı yemekler, dalga ve rüzgâra kapalı bir koy, daha ne ister ki insan. İlginç olan, restoranı işletenler şu iskeleyi güzelleştirelim, modernleştirelim, denizi aydınlatalım kaygısında değiller. Anele ya da koçboynuzu bile yoktu en son. Salaş tahta bir iskele. ‘Olması gerektiği gibi...’
Serhan “Yanaşalım” dedi; çok istemekle beraber iskelede yer olmamasından canım sıkkın. Serhan gözü kara adam, her yere dalar. “Şu köşeye yanaşamaz mıyız?” diye sorunca anladım ki, o iskeleye yanaşılacak. Şu köşe dediği yer iskelenin bittiği yer. Yani olmayan kısma yanaşacağız iyi mi? Çıpayı attığımızı gören, iskeleye bağlı teknedekiler biraz gerildiler. Çünkü hakikaten yer yok. Geldik geldik, diğer teknedekiler indiler, halatımızı alıp, olmayan anele ve koçboynuzlarına bağladılar. Yani iskelenin taban tahtalarının arasından filan geçirip bi şekilde bağladılar, sağ olsunlar. Restorancıların halat almaya gelmeleri filan gibi lüksler yok bu kıyılarda. Her yerde teknecinin yardımcısı diğer tekneci. Yazılmamış bir kural gibi. Tahmin ettiğimiz üzere diğer üç tekne de Türk teknesi. Selamlaştık, teşekkürleştik. Birkaç lokma yemek üzere restorana oturduk. İskeleye baktığımda gülesim geldi, zira teknenin kıçında iskele yok. Böyle hafif diyagonal gibi de bir acayip yanaşmışız. İskele kıçta değil, iskele kıç omuzlukta. İskele, iskele kıç omuzlukta, kelime oyunu değil, tam yerine rast geldi valla. İnsan acıkmaya görsün, her deliğe girebiliyor.
Siparişlerimizi verdik. Defne’ye musakkanın güzel bir şey olduğuna dair ikna çalışmalarına girişiyorum. Haklı olarak başlarda Çetin Abisi’nin musakka çabasına anlam veremese de, sonradan anlaşıyoruz. Musakka güzel bişeydir! Güzel bir yemeğin ardından kısa bir yüzme arası verip kalkıyoruz. Pitagorion’a az bir yol kaldı. Defne bu arada Klima Koyu’yla ilgili bir resim çiziveriyor. İçinde musakka da var, iyi mi?
Haftalar sonra sevgili ağabeyim Meriç Köyatası’yla sohbet ederken Kaduna Restoran’ın sahiplerinin sık sık ülkemize geldiklerini ve Meriç Abi’yle ortak arkadaşları olduğunu öğreniyorum. Güleryüzlü bir servis. Sakin, huzurlu bir restoran. Müşterisi bol olsun.
Dilek Boğazı boyunca sancağımızda uzanan koyları anlatıp duruyoruz da hemen iskelemizde bize ait kıyılarda tüm haşmetiyle uzanan koca Mykale’den bahsetmemek olmaz. Dilek Boğazı’nın her iki yanından da bahsedelim, dengeli gidelim. Mykale dediğim dağ aslında bugünkü Samson Dağı ya da Dilek Dağı olarak adlandırdığımız dağ. Antik çağda Mykale ismiyle anılırmış. Samsun Dağı da diyenler var.
Gerçi bu isimlendirme işleri pek feci halde canımı sıkıyor. Antik çağda kullanılan isimler arasında bazen kayboluyorsunuz. Birkaç bin yıl önce eski Yunan alfabesiyle yazılmış bir yer ismi düşünün. O alfabeye göre yazılan ismi latin harflerine çevirin. Kitabı çeviren Almansa, İngiliz ya da Türk ise nasıl çevirecek o ismi? Antik Yunanca’dan çeviri yapabilen bilim adamı sayımız herhalde bir elin parmaklarını geçmez. Birçok yazarımız da o eserleri Almanca ya da İngilizce çevirilerinden Türkçe’ye çevirme yoluna gitmiş. Haydi buyrun, tam bir suyunun suyu durumu yani. Ben şimdi Polikrates mi demeliyim, Polycrates mi, Polykrates mi? Yunanca nasıl deniyormuş diye baktım, şöyle bir şey çıktı: Πολυκράτης. İki kuruş aklımız var, onu da bu iş sıfırlayacak. Komik bir örnek daha vereyim mi? ‘Musalar’ kelimesi diyelim. Hani ilk başta ne düşünürsünüz. Sakallı bıyıklı Musa dayılar tadında adamları çağrıştırıyor değil mi? Okuyup giderken böyle musalar musalar diye okuyorsunuz, ara sıra o musa müz olarak yazılıyor, başka bir yerde moise bir başka metinde mousa vs. Can alıcı nokta şu ki, bu bizim Musa dayı titreşimi yaratan kelime bal gibi de tanrıçaları,