Çabalama Turizm’in kanal maceraları
Kızkardeşim Burçin’in evinde, yemek masası başında eniştem Erdal Karamercan, “Yahu yazın bir nehir turu yapalım, Fransa’da kafa dinleriz” dedi ve hepimiz bu fikre balıklama atladık.
Ben nehrin içinden değil, köprüler aracılığı ile üstünden geçtim hep. Bilgim sınırlı ama olsun. Tekne teknedir.
Sağolsun Erdal, disiplinli Alman ekolünden olmasının da yardımı ile tüm hazırlıkları yapmış. Ben tam konu unutuldu galiba derken, bilgiler akmaya başladı.
Sanayi Devrimi ürünü, 19. yüzyıl yapımı Marne-ren Kanalı ağustos ayı başında bizi bekliyordu. Tekneler 34 feet boyunda motoryat görünümlü kanal tekneleri olacaktı.
Çıkış durağı Fransa’da Lagarde Köyü. Oraya en yakın havalimanı ise Lüksemburg’da. Vizeler kontrol edildi, biletler alındı. Büyük kızım Ütay, Fransızca konuşulacak bir yere gideceği için heyecanlı, küçük kızım Piraye bir yere gidileceği için çok heyecanlı, yeğenim üniversite öğrencisi Mina en büyükleri olduğu, görüp geçirdiği için ‘cool’ takılıyor.
Havaalanındayız. 5 Ağustos 2017 Cumartesi. Bekle bizi Lüksemburg, maceraya geliyoruz.
Lüksemburg pek sakin. Dünyanın en zengin yerlerinden biriymiş gibi görünmüyor. Gri bir kent, etrafı yeşil ama.
Bizi karşılayan minibüse doluşuyoruz. Alman şoförümüz, Avrupa’nın önemli şirketlerinden birinde stajyer. Türkiye’den gelen misafirleri karşılama angaryası ona çakılmış belli.
Araba kullanmayı biliyor ama Fransa’nın Lagarde Köyü’ne nasıl gidilir, pek bilmiyor. Kurallara bağlı, sakin, pek konuşmayan genç bir arkadaşımız.
Yavaş yavaş Lüksemburg’u geride bırakıyoruz ama gerçekten yavaş yavaş.
Kızların ellerinde telefonlar, küçük olan ipad’den film seyrediyor. Erdal, şoförün yardımcısı, mırıl mırıl Almanca konuşuyorlar önde. Şu kadar kilometre kaldı falan.
Ben etrafıma bakınıyorum. Bu nasıl su gezisi; henüz suya rastlamadık derken, kardeşim Burçin’in ortalığa çeki düzen verme, eksikleri tamamlama konusundaki hakim girişimciliği baş kaldırıyor.
“Tekneye yiyecek malzemesi (kumanya demedi) almak için süpermarkete gidelim”. Erdal, “Yavrum adam yolu zor buluyor, marketi nasıl bulsun? Zaten ısmarladık,” filan diyor ama nafile.
Yapılmış plana uyma kararlılığına sahip bir üst düzey yönetici ile o planı pek umursamayan eşi arasında bizim bunca yıldan sonra artık kanıksadığımız bir mücadele başlıyor.
Yönetici kaybediyor tabii ki ve Avrupa’nın ucuzcu market zincirlerinden birinin otoparkında buluyoruz kendimizi.
Kumanya niyetine bir takım ıvır zıvır alındıktan bir saat kadar sonra Lagarde tabelasını görüyoruz ve küçücük köyün içinde kurulmuş Hapimag tekne limanına giriyoruz.
Lagarde, terk edilmiş bir köy gibi. Sokaklar boş ama binalar özenli ve bakımlı. Avrupa’yı esir almış yaşlanan nüfus sorunu, ete kemiğe bürünüp Lagarde diye görünüyor gözüme.
Buranın insana ihtiyacı varmış ki biz geldik. Lagarde insan görsün. Büro daha açılmamış, birazdan gelirlermiş.
Oturup bekliyoruz, kızlar dolaşıyor, Piraye’nin gür sesli kahkahaları, Lagarde’a biraz neşe getiriyor.
Sürekli aborda olunan, dar alanda manevralar gerektiren, o nedenle tekne üzerinde ip oyunlarını ve takım çalışmasını zorunlu kılacak bir hafta var önümüzde.
Daha önceki benzer bir geziden nakledilenler yüzünden ben biraz tedirginim. Acele nedeniyle, bağlanma esnasında kopma eşiğine gelen parmakların hikayesi biraz ürkütüyor.
Büro açılıyor ve işlemler başlıyor. Her tekne için 45 dakika kadar form doldurma ve onay gerekiyor. Kanal için herhangi bir ehliyete gerek olmadığını biliyoruz. Ama tekneleri tanımıyoruz. Öğreneceğiz. Sanırım tekneleri Jeanneau yapmış, Venus 34. İki kamara ve tuvaletli, içerde ve dışarda dümeni olan, çepeçevre usturmaçalarla donatılarak, iki teknenin yan yana birkaç metre aralıkla geçebileceği kanalda seyir esnasında
mukadder çarpmalara karşı güvenli kılınmış, oturaklı tekneler.
Elektrik sistemleri sağlam. Motorları güçlü ve sessiz. Havuzlukları yüksek ve rahat. Bu yüzden kıç kamaralar oda kadar ferah. Kuzine de fena değil. Nespresso makinesi Ebru’da büyük bir konfor hissi yaratıyor.
Akıntısız kanalda bunları bisiklet gibi kullanan Eric yarı Fransızca, yarı Almanca ve sıfır İngilizce ile tekneleri anlatıyor. “Understand” diyor sonunda, “Understand evvel Allah” diyorum içimden.
Londres ve Budapest. Teknelerimiz. Bir hafta süreyle evlerimiz.
Eric önce Londres’i ve ekibini alıp, birkaç yüz metre ötedeki havuza götürüyor. Havuz kullanımını öğretecek, sonra gelip bizi ve Budapest’i götürecek. Sonra hürüz.
Saat olmuş üç bu arada. Pek bir yol gitmek de mümkün değil. Lagarde’da bürokrasi, kumanya sorunları ve Eric’in hızlandırılmış eğitimi çıkış saatimizi ileri attı.
İş basit aslında. Kanalda ilerlemek için havuzdan havuza zıplayacakmışız.
Her havuz, tekneyi yaklaşık 3 metre kadar alçaltıyor. Havuza girerken -iskele ya da sancak fark etmez- aborda olunup, baştan ve kıçtan iplerle babalara sabitlenip, su seviyesi indikçe ipi laçka edip, tekneyi aborda tutuyorsun. Seviyesine geldiğinde kapaklar açılıyor, toparlanıp yoluna devam ediyorsun.
Burası biraz zor çünkü daracık havuzdan kanala çıkarken su, teknenin üzerinde garip etkiler yapıyor; bu şu demek oluyor, tekne dümen dinlemiyor. O kadar usturmaçanın ne işe yaradığını deneyerek anlıyorsun.
Bunu ortalama, her 2 kilometrede bir yapmak ciddi ekip çalışması ve aslında kısaca yoğun çaba gerektiriyor. Kızlar bu nasıl tatil filan diye söyleniyorlar kendi aralarında çünkü ya sohbet kesiliyor ya Snapchat atılamıyor, Whatsapp gruplarının muhabbetinden mahrum kalıyorlar.
O yüzden bizim gezi ekibinin Whatsapp grubu, kısa sürede, Çabalama Turizm olarak adlandırılıyor ve hâlâ yoğun biçimde kullanılıyor.
Kanal, Fransa’nın Almanya ile iki savaşında en ağır çatışmalara sahne olan Alsace Bölgesi’nde. İkinci Dünya Savaşı tarihini öğrenirken, ‘Alsasloren’ diye geçiveren, Almanların hak iddia ettiği bölge. Çift dilli.
Hedefimiz Saverne Şehri’ne kadar gidip geri dönmek. Kanalda en yüksek hız saatte 6 kilometre; burada deniz ölçüleri geçerli değil. Gidiş geliş 120 kilometrelik bir yolumuz var. 20 saat seyir ama havuzlar nedeniyle süre çok uzuyor. Gece seyri yasak ve anlamsız.
Vaktiyle buradaki kömür madenlerinin ve ağır sanayi tesislerinin verimli işletilmesi için açılan bu kanal bugün, geçmişinden habersiz, pastoral bir manzaranın parçası olarak uzanıp gidiyor.
Şurada bir koyun sürüsü. Meelemem meşhurdur; meeliyorum, yakınlardan bir koyun cevap veriyor.
İlerde, ağaçların altında, beyaz üzerine koyu kahve geniş şeritleri olan inekler. Buraların davarıymış, Vosgienne türü. Onlara seslenemiyorum çünkü dillerini bilmiyorum.
Fakat kardeşim, bu hayvanları her akşam hamama mı sokuyorlar? Pırıl pırıl her biri.
Doğa olağanüstü. Elimizdeki küçük telsizlerle haberleşiyoruz Londres ile. İki havuzu vukuatsız geçiyoruz. Zor değilmiş. Sükûnet her şeyin başı.
Kanal, ağaçların arasında uzanıp giderken, paralel yolda insanlar yürüyor, bisikletliler dikkatli bir şekilde keyiflerine bakıyor. Ve herkesin dilinde bir “Hallooo”; herkes birbirine selâm verip el sallıyor. Birkaç saat içinde, İstanbul’da birkaç yılda görmediğimiz kadar selâm alıp veriyoruz. Piraye grubun selâmcısı oluyor: “Hallooo”.
Park yapılmaz denen yerler hariç her yere aborda olup bağlanmak serbest. Ormanın içinde durmaya karar veriyoruz. Yanaşıp teknenin demirbaşı kalın demir çivileri balyozla baba niyetine çakıp bağlanıyoruz arka arkaya. Motorlar kapanınca sessizlik, büyük bir sessizlik. Sadece ağaçların hışırtısı duyuluyor.
İyi bir spagetti, kırmızı şarap ve güneşin batışı. Harika.
Çabalama Turizm yolcuları sabah erkenden yola koyuluyor. Hava limoni. Ve meteoroloji yağmur diyor.
Bataville, Xouaxange, Hesse, Sarrebourg, Niederville, Lutzelbourg…
Kanalın hayat verdiği küçük köylerin çoğunda iyi lokantalar var. Bölgenin kırmızı ve beyaz şarapları meşhur. Eti lezzetli.
En küçük köyün en küçük lokantası bile belli bir ortalamanın üzerinde. Et yiyen biri olarak dananın sadece pirzolasının sunulmadığı lokantalar görmek sevindiriyor. En lezzetli dana böbrek soteyi, mutfağına girip teftiş etmeme izin veren şefin elinden Lutzelbourg’daki des Vosges Lokantası’nda yiyorum.
Fiyatlar sinir bozucu. Her hesap Türkiye ortalamasının altında. Üstelik mönüler kıyas kabul etmeyecek kadar çeşitli ve iyi pişirilmiş. Yaptıkları işle gurur duyan aile işletmeleri.
Kanalın havuzlar dışında çok önemli iki özelliği var. Biri tünelleri, diğeri 65 metre seviye alçaltan asansörü. Bir de, otobanın üzerinden geçmesi var ama onu saymıyorum artık.
Tüneller tek yönlü. İlki 475 metrelik Niederviller ve hemen ardından 2.306 metrelik Arzviller. Kanallardaki sıkı trafik düzeni, kuralların sadece öneri niteliği olduğu Türkiye gibi bir ülkede kuşkusuz uygulanmaz ama çok işe yaradığı kesin.
Tünelin başına gelince, kırmızı ise bekliyorsun, yeşil yanınca giriyorsun. Tekneler arka arkaya girebiliyor ama arada 75 metre mesafe bırakmaları gerek. Tünelin eni teknenin eninden 2 metre filan fazla. Yani zifir karanlıkta yaklaşık 3 kilometre gitmek tam dikkat gerektiriyor.
Bizim önümüzdeki garip, pinpon topu gibi sağa sola çarpa çarpa gitti, usturmaçalarının patlamaları komikti. Ben de iskele kıç omuzluğu bir an dikkatsizlik yaptığım için vurdum.
Teknelerin dümen dinlemesi için yarım yol filan gitmesi gerekiyor, azalınca sersemliyorlar, hızlanınca seyir hata kaldırmıyor. Giderken de dönerken de, o küçük darbe dışında vukuatımız olmadı.
Sınai ürün nakliyesini kolaylaştırmak için 1853 yılında yapılan asansör aslında teknelerin sırayla içine girdiği dev bir kapalı havuz. Bu havuz içindeki tekneler 44,5 metre iniyor ya da çıkıyor. Yapılmasından önce nakliye gemileri 3,8 kilometreyi aşmak için 17 havuz geçermiş ve bu da ürünlerin pazara ulaşmasını zorlaştırırmış. Yani bu asansör zamanının teknoloji şaheseri.
Ve yağmur. Bendeniz, vaktiyle, giderek küçülecek valizlerle seyahat etme kararı verdiğim için, teknede birkaç şort, gömlek ve çamaşırdan ibaret bir gardroba sahiptim. O yüzden yağmur beni pis yakaladı, soğuk da.
Ağustos ayının ortasında 7˚C’ye düşen sıcaklık, sağanak yağmurla birleşince pes etmedim ama çok ıslanıp üşüdüm. Sonunda, çamura yatıp, nihai hedefimiz olan Saverne için, Lutzelbourg’dan bir taksi ayarladım. Tekneler orada kalacak ama biz Saverne’a gidecektik
Çabalama Turizm yolcuları, havuzları aşa aşa bir günde gidecekleri Saverne’e 15 dakikada varınca, pek müteşekkir oldular. Ben de kendime birkaç parça esvap alabildim de dönüş yolunda ıslanıp, donmaktan kurtuldum.
Sonuç şudur: Çok iyi bir geziydi, Çabalama Turizm’in önümüzdeki yaz da benzer bir hazırlık içinde olduğu duyurulur.
Fransa’nın kanal sistemi
Seyir yapılabilen nehirler ve sonradan inşa edilen kanallar Avrupa kapitalizminin güçlenmesine çok yardım etti.
Bütün Avrupa ülkelerinin kanal sistemleri bu yüzden çok güçlü ve birbirine bağlı. Bugün, deniz görmeden bütün Avrupa’yı kanallar aracılığı ile gezmek mümkün çünkü altyapı buna göre kurulmuş. Bazı dünya gezgini yelkenciler de Akdeniz’den Atlantik’e ya da tersi yönde, direklerini teknenin güvertesine yatırıp kanallarla geçiyorlar.
Altyapı devlet tarafından işletiliyor. Kullanmak isteyen teknesinin motor gücü ve boyu üzerinden hesaplanan yıllık bir ücret ödüyor. Büyük şehirlerin, ulu ormanların, göllerin içinde geçen kanallar asude bir hayat isteyenlerin tercihi.
Kanalcılığın ayrı bir ekonomisi var. Köyde, tesis içinde konaklama 1015 euro arasında, ormana yanaşma bedava. Kanal teknelerinin canlı bir piyasası var. Fiyatları yüksek ama değer kaybı düşük çünkü arz-talep dengesini tutturmuşlar.