Küçük istimbot
“Ölümden korkmak anlamsızdır. Ben varken ölüm yoktur. Ölüm geldiğinde ise zaten ben yokum.”
Samos’un sağlam beyinlerinden bahsediyorduk. En bilineni Pisagor olsa da onun öncesinde ve sonrasında öyle adamlar çıkmış ki Samos’tan, akıllara zarar. Bu ay, biz amatör denizcilere çok yakıştırdığım fikirlere sahip Samoslu bir filozofumuzla başlayalım, Epiküros’a merhaba diyelim!
sıkı bir eğitimden geçmiş. Zira doğuştan zeka ile filan olmaz bu derinlik.
Bu çağ düşünürlerinin, zamanlarının çok ötesindeki konulara saplantılı bir ilgileri var. Sıkı durun, ‘atom’a takmışlar mesela. Çoğu düşünür ahlakın, hayatın, dinin yapısıyla uğraşırken, bir yandan ‘atom’larla ilgili teoriler de ortaya atıyor. İlginç değil mi? Yüzde yüz doğru değil elbette düşündükleri. Kimisi atom bölünmez diyor, kimisi bölünür diyor, kimisi ruh da atomlardan oluşur filan diyor, hatta bazıları deli saçması düzeyinde. Fakat sen iyiliğin kötülüğün ahlakın üzerine felsefe yapan bir adamsın, ne işin var ‘atom’la kuantumla bre hey gafil!
Şimdinin önde gelen bilim adamlarından olan pek saygıdeğer cübbeli bir hoca geçenlerde Nasa’yı filan eleştirdi hatırlarsınız. Dedi ki, “Uzaya muzaya gitmek, Mars’ta filan hayat aramak ne saçma! Atın bir yüz bin dolar, gelin hepsini ben anlatayım, boşu boşuna uğraşıyorsunuz, para harcıyorsunuz. Bunlar bilinen şeyler. Daha ucuza öğrenmiş olursunuz hem!?!?!”
Zamanımızın filozofları çok aşmış durumda. Cübbeyi giydin miydi evrenin tüm bilgisi beynine yükleniyor. Bilim de neymiş! O zamanlar cüppe olmadığından, Egeli filozoflar gerçeğe ulaşmak için bayağı uğraşıyorlarmış. İlkel adamlar tabii, akıl edemiyorlar. Bir cüppeli Epiküros Hoca çıkaramıyor kara cahiller! Arada 2500 sene var çünkü, karanlık dönemde onlar!
Neyse Epiküros’tan uzaklaşmayalım. Bazen Epikür bazen Epiküros diyoruz, idare ediniz. Anadolulu isimlerin sonunda malum -os eki var hep. 12 İyon şehri Anadolu’ya ait olduğuna göre, Samos da onlardan biri olunca, Epiküros’u da hemşehrimiz kabul ediyoruz, heyecan yapıyoruz. Zenginliğimize bakar mısınız? Yaşadığımız topraklardan Aristarkuslar, Pisagorlar, Epiküroslar hatta Thalesler, Anaksimandroslar, Anaksagoraslar geçmiş. Bugünkü bilimin, bilimsel metodun temellerini atan adamlar. Başka coğrafyalarda tek tük dehalar görünse de hiçbiri kalıcı olmamış, kendinden sonra bir okul yaratamamış. Fakat bizim Ege’nin meyveleri, Ege’nin çocukları binlerce yıl sonra bile ışıl ışıl parlıyorlar.
Dikkatli dostların gözünden kaçmamıştır, yukarıda bahsettiğim Epikür ile biz amatör denizcilerin “alakası ne alakaydı kaardiş” diye Türkçe’ye eziyet düşünüyorlardır. Az sabır.
Epikür azıcık hassas iki konuda çatır çatır fikir yürüten bir adam. Tanrı
bir baktım, telefon takside kalmış! Bir yerlerden telefon buldum, kendi numaramı çeviriyorum, taksici açmıyor, iyi mi? Israrlı aramadan sonra açtı, bıçkın bir üslupla beni süründürüyor. Çok uzaktaymış, hemen gelemezmiş, trafik de berbatmış. Poffffff! Neyse bir saat uğraştım ve adamı getirttim bıraktığı yere. Takside de müşterisi var. Adam sadece bana geliyor ayağı yaparken yoldan müşteri de almış. Üç beş kuruş sıkıştırdım eline, telefona kavuştum. Taksici arabanın kapısını kapatırken “Abi biri aradı çok kızdı bana, bağırdı çağırdı, Sadun’muş ismi, ne biçim azarlıyor o öyle yaaa” dedi, gitti. Gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. Numarayı çevirdim, “Sadun Abim, şey, ık mık...” der demez patladı. “Nerdesin lan!” Kısaca anlattım olayı, gülmekten konuşamıyor. Adresi tarif etti. Ressam Vecihi Sokak’tı galiba. Eve vardım, Oda Abla’ya çiçeğini verdim. Sarıldık, sevindik. Sadun Abi hâlâ dalga geçiyor.
Yemeği yedik, benim gözlerim 70’lerde zamanın durduğu tarihi salonda. Duvarda kocaman bir gemi tablosu. Camlı dolaplarda Kısmet’in seyahatinden objeler. Rüya gibi. O zaman Athar Beşpınar’ın hayatını yazıyorum, Naviga için. Harıl harıl kaynak arıyorum. “Özcan iyi tanırdı onu, dur bakayım bir arayayım” dedi. Özcan dediği Özcan Özyemişçi. Bir başka duayen. Eline ev telefonunu aldı. Upuzun kablosuyla, çevirmeli bir sabit telefon. Tuşlu değil, gençler bilir mi bilmem, çevirmeli! Konuştular, “Ben kalkamıyorum artık, yaşlandım” demiş Özcan Bey, “Gündüz beni arasın, konuşurum çocukla.” Çocuk ben oluyorum?!?!? O telefon görüşmesi ertesi gün Naviga’nın ofisinden yapıldı. Önemli bir andı. Neyse.
Gece geç oldu, sohbetin tadına doyamadan, kalkayım artık dedim. Oda Abla da, Sadun Abi de patladı, “Olmaz öyle şey, gidemezsin!” Haydaaaaa. Otele yerleşip gelmişim, her şeyim orada, yavaştan gideyim derken, haydi yine bir azar. “Gece kalacaksın, sabah gidersin!”
Detayları geçeyim. O gece Sadun Abi’nin çalışma odasındaki tek kişilik sedirde yattım. Şimdi bile tüylerim diken diken. Uyudun mu derseniz, ne mümkün! Çünkü o bir oda değil, bir zaman tüneliydi. Tam karşınızda ağzına kadar evrak dolu bir dolap varken nasıl uyuyabilirsiniz! Kapakları kapanamayan, çünkü içinden belgeler taşan metal dolap, bir zaman tüneli girişi gibi ve davetkâr. Müze bekçisine görünmeden eserlere dokunan, biletsiz, kaçak girişli, kalbi heyecandan fırlayacak bir suçlu gibi sabahladım dolabın önünde.
Kahvaltıda içim pır pır. “Abi o dolap var ya o dolap!”
Sadun Abi gevrek gevrek gülüyor karşımda. “Amaaan boşver dolabı hayta, bak bu peynir çok güzel, al bak...”
Dayanamayıp heyecanla bastırıyorum. “Abi, o 8 mm makaralar, o filmler böyle kalamaz, çoktan bozulmaya başlamıştır abi, o dolapta kaç doktora tezi var, ah be abi! Tasnif etmek lazım onları! O dolap var ya... Şubatta gelirim İstanbul’a yine, ben tasnif ederim, abi onları bırakma öyle....” Sözümü kesiyor. “Eeeeh! Şubatta ben kayağa gidecem ulan! Yemişim evrağı bilmem neyi! Kaç senemiz kaldı ki şurda! Uğraşamam şimdi! Peynir al! Hayta!”
Önce Özcan Özyemişçi Ağabey, sonra da Sadun Abi göçtü gitti.
Sadun Abi’ye dışarıdan baksanız şöyle tarif edebilirdiniz: Yazın teknede güneyde, kışın ise Uludağ’da kayakta, lüküs hayat, oh ne rahat. Kendiyle de dalga geçerdi, “Eeeeh sosyete beeeh!” gibilerden. Uludağ’a kayağa gittiğinde nerde kaldığını söylemişti bir gün. National Highways General heroro rororo bilmemne gibilerden yabancı, pek havalı bir isimdi. Meğer devletin Karayolları Müdürlüğü’nün tesislerinde kalıyormuş. Highways filan dediği o. Jetonum düştüğünde ne gülmüştüm. Yazın kaldığı koyların ve teknenin tevazuu da malum. Kışın gittiği tesisler de hayweys cenırıl bilmem ne dese de, neticede devletin dinlenme tesisi. Hani pek sosyetik ve üst düzey bir hayattı?
Demem o ki eldeki imkanlarla, şu bir kere geldiğimiz dünyada, az şeyle maksimum haz alacak şekilde bir hayat süren Sadun Abim, ülkemizin en Epikürist adamıydı! Tuzlu suyu bol olsun. Elinde bin kat fazla imkanı olduğu halde şu kısacık hayatın tadını çıkaramayanlara da selam olsun.
Önümüzdeki ay Samos’la ilgili bir başka yazıda buluşmak üzere. (Vay arkadaş ne Samos’muş, ömrümüzü yedi, doymadı.)