North'un pruvası
Fiji buluşmaları
1970’den beri bağımsız olan iki büyük ve 300’e yakın küçük adadan oluşan Fiji’de yaklaşık 900 bin kişi yaşıyor. %60’ı Fijili, %30’u Hintli ve %10’u da yabancılardan oluşan bir nüfusa sahip. Adada konuşulan yerli dil Fiji ve Hint olmasına rağmen neredeyse herkes İngilizce biliyor. Para birimleri Fj$ ve 1 Fj$=0,5 dolar. Bizim bulunduğumuz adanın ismi Viti Levu. Bu adada iki marina var. Biri daha turistik olan Denerau, diğeri de Lautoka şehrine bağlı bizim olduğumuz Vuda Marin.
Fiji gerçekten de yaşanılası adalar grubu. Öncelikle insanlarının güler yüzlü ve yardımsever olması bizi çok etkiledi. Marina görevlileri, teknik ekipler, temizlikte çalışan kadınlar, restoran- bardaki garsonlar, hepsiyle aile gibi olduk diyebilirim. Hatta teknik ekipten biri olan Mohammed -genç yaşına rağmenikinci defa dede olunca bizi evine davet etti. Bizi marinadan kendi arabasıyla aldı. Eve geldiğimizde oğlundan olan erkek torununu Melike’nin kucağına verdiler. Öyle samimi bir ortam vardı ki anlatamam, sanki kırk yıllık dost gibiydik.
Evin babaannesi bize geleneksel bir sofra hazırladı. Dikkatimizi çeken ise sofrada çatal, bıçak olmayışıydı. Mohammed’in kızının eşliğinde küçük hint dürümü roti’leri ellerimizle afiyetle yedik. Bu unutulmaz bir gün olarak anılarımızda yerini aldı.
Marinaya gelişimizden bu yana iki ay, beklediğimizden hızlı geçti. Uzun zamandır beraber olduğumuz Kandiba teknesinden Hasan-zehra ve Carlos’a daha sonra Tutkum teknesi ekibi Bahadır ve Nur ile son olarak Koza teknesi ekibi Nurettin ve Ebru da eklenince marinada dört Türk teknesi olduk. İşlerini çok hızlı bitirip adalar seyrine başlayan Tutkum ekibi erken ayrılınca, dört ekibi aynı karede yakalayamadık. Kandiba’da bir sabah kahvesinde Koza ile buluştuk. Üç tekne ekibi ile güzel bir sohbet oldu. İlerleyen günlerde Kandiba ekibine katılan dostları Doktor Seçkin ile de tanışma fırsatını yakaladık. Onlar, “Vanuatu Adaları’nda tekrar buluşmak üzere” deyip marinadan ayrıldı.
Ragbi maçından at yarışına
30 Temmuz’da Fiji-avustralya seyri için North’a gelecek olan Turgutreis’ten çok sevdiğimiz yelkenci dostlarımız Tim ve Safi’yi beklerken adadaki faaliyetlerimize devam ettik.
Bu faaliyetlere Fiji’de yaşayan Yeni Zelandalı Denyse ile geçen seneden başlayan dostluğumuz sayesinde dahil olduk. Denyse, kızı Alex ve Maddy ile beraber bizi ragbi maçına davet etti. Tonga-fiji arasındaki maç yakından izlediğimiz ilk ragbi maçıydı. Tabii ki Fiji’yi destekleyen taraftaydık. Burada taraftarlar dostluk simgesi olarak iç içe oturuyorlardı. Rengarenk kıyafetler eşliğinde çoluk çocuk tribünleri doldurmuşlardı. O kadar güzel bir atmosferi sanırım başka bir yerde görmek mümkün değil. Tonga ekibi uzun zamandır beraber oynayan oyuncuların oluşturduğu bir takım olduğundan maçı kazandı. İki saat süren maçtan sonra oyuncular dahil herkes birbirini tebrik etti ve dostça ayrıldılar.
Katıldığımız diğer bir etkinlik de bir hafta sonraki Sabeto at yarışları oldu. Bu yarışa da marinadan yelkenci arkadaşımız Lisa bizi davet etti. Yanımızda şaraplarımızla büyük bir çayırın tepesinde yerimizi aldık. Kalabalık bir ailenin yanına oturabildik. Daha sonra bu ailenin marina ofisinde yetkili Shamron’un ailesi olduğunu görünce çok sevindik. Onlarla beraber yöresel at yarışlarını izledik. 10 kadar atın arasından bir tanesini seçtik ve onu desteklemeye başladık. Beş kere start alan yarışın birini de bizim at kazandı. Adını ‘Blondie’ (Sarışın) koyduğumuz atı ve jokeyini daha sonra pit alanında ziyaret edip tebrik ettik. Jokeylerin nerdeyse tamamı gençlerden oluşuyordu. Dikkatimizi çeken bir detay da yarışırken daha hızlı gitmek için atlara kesinlikle vurmayışlarıydı. Bu güzel günün ardından anılarımıza bir yenisini daha eklemenin mutluluğuyla teknemize döndük.
Çarşı pazar
Ben teknede yarım kalan işlerle uğraşırken, Melike de taksi ile yarım saatlik mesafede olan Lautoka şehir pazarına gitti. Çok büyük bir alanda kurulu pazarda yöresel meyve ve sebzelerin her türlüsünü taze olarak bulmak mümkün. Bunların çoğu ucuz bir fiyata satılırken, bazı sebzelerin de fiyatı inanılmayacak kadar pahalı. Melike’nin
çok sevdiği pazar alışverişi, ertesi günlerde bol sebze yiyeceğimiz anlamına geliyordu.
Yine günlerden birinde Denyse, Lisa, Maureen ve Melike buluşup marinaya 10 dakika yürüyüş mesafesindeki Vuda Market’e gittiler. Burada kurulan tezgahlarda kadınlar evlerinde yaptıkları ekmekleri, el işleri, süsleri ve buna benzer şeyleri satıyorlar. Fakat en önemli tezgah, kimsesiz çocuklar yurduna yardım amacı taşıyan kitap sergisi. Okuduğumuz İngilizce ve Almanca kitapları North’tan alıp o sergiye götüren Melike, yardım amaçlı kitap alışverişi de yapınca mutlu bir şekilde tekneye döndü.
North’ta yapılacak işler iyice hafifleyince marinanın 15 deniz mili batısında yer alan Malolo Adası’ndaki -burada herkesin uğrak yeri olan- Musket Cove adlı tatil beldesine gitmek için çıkış yaptık. Seyrimizin üstünde çok sayıda sığlık ve resif olduğundan, daha önceden oraya çok defa gitmiş olan Lisa’dan waypoint’leri (mevkileri) almış ve Navionics elektronik haritamıza işaretlemiştik. Rahat fakat yine de heyecanlı bir seyir yaptık. Girişe yaklaşık 1 mil mesafeden sonra tamamen göz seyri ile bize ayrılan yere baştan demir atmak suretiyle kıçtankara bağlandık.
Elektrik ve su temin edilen yüzer ponton, yaklaşık 1,7 metre gelgite göre tasarlanmıştı. North’un kıçından baktığımızda altı saat aralığı ile manzaramız değişiyordu. Zaten 1,5 metre su olan deniz, sular tamamen çekildiğinde çamurlu bir yer halini alıyordu. Suların yüksek olduğu zamanlarda ise insanlar yüzüyordu. Hareketli bir insan trafiği olmasına rağmen hiç rahatsız edici bir durum yoktu. İnsanlar çoğunlukla yalın ayak dolaşıyordu. İskele kıç omuzluğumuzda şahane bir bar vardı. İsteyenler kendi malzemeleri ile gazlı mangallarda barbekü partileri düzenliyorlardı. Biz de Vuda Marin’den tanıştığımız Avusturyalı iki çiftle birlikte mangal ziyafeti yaptık. Bu çiftlerden birisi Cayenne teknesinin ekibi Hannes ve Sabine idi ve onları bize, burada olduğumuzu bilen Stormbird teknesinden Ahmet Davran göndermişti. Güzel günü harika bir güneş batışıyla bitirdik.
Denyse ve Lisa, Denerau’dan bu adaya günde üç defa sefer yapan katamaran deniz otobüsleri ile hafta sonu için North’a misafir oldular. Tabii ki onlarla da aynı barda mangal partisi düzenledik. Ertesi gün ise suların alçak olacağı saati hesaplayıp sadece alçak suda görülebilen 1 deniz mili uzaklıktaki kum adacığına botla gittik. Deniz gözlüklerimizle resiflerin arasında yüzdüğümüzde gördüğümüz manzara inanılmaz güzeldi. Tropik adalara mahsus onlarca çeşit rengarenk balık, Lisa’nın hazırladığı ekmek torbasına gelerek etrafımızı sarmıştı.
Ertesi sabah Lisa marinaya, Denyse de işine döndü. Biz de oradayken arıza yapan şarj aletimizi tamir ettirmek üzere bir gün sonra marinamıza döndük ve her zamanki gibi baştankara yerimize bağlandık.
Tim ve Safi gelince civar adaları gezdikten sonra, hava durumuna göre 10 Ağustos gibi Vanuatu seyrimize başlayacağız. Bir sonraki sayıda buluşmak üzere.... Denizin tuzu üstümüzden eksik olmasın...
ışıklarıyla yola çıktık.
Rüzgârın kolayımıza olduğu yelken seyrinde Cartegena’dan 50 mil açıkta ilk başta balıkçı zannettiğimiz bir lancha’nın (ahşap yerel bot) bizi takip etmeye ve hızlanmaya başladığını fark ettik. Bu civarda da var olduğunu bildiğimiz korsanlar olabileceğine kanaat getirip motorları çalıştırıp hızı artırdık ve onların dayanamayacakları deniz koşullarında ilerlemeye başladık. Onlar neyin peşindeydi bilmiyoruz ama bir anda bizim hızımız 10 knot olmuştu bile. Teknelere ateş açanlar, tekneye ellerini dokunduracak kadar yaklaşıp başaramayan ya da tekneye ulaşıp yağmalayan korsan söylentileri son zamanlarda artış gösterdiği için, biz de işi hafife almayıp lancha gözden kayboluncaya kadar devam edip sonra tekrar eski rotamıza girdik. Karayip Denizi’nde seyir yapan herkes güvenlik bülteni olan CSSN’I (Caribbean Safety and Security Net) takip etmeli. Böylece çevrenizde yakın zamanlarda hangi tehlikeli olaylar yaşanmış görüp önleminizi alabilirsiniz.
Kıç sancak omuzluktan gelen 17 knot rüzgârla ortalama 8 knot hızımızla rahat başladığımız seyirde, adaya son 100 mil kala 3 metreyi bulan dalgalar ve 40 knot’lara varan rüzgârla ana yelkende çift camadanla yol aldık. Bu havada kaymayı engellemek için rüzgâraltı ‘daggerboard’unu yarıya kadar indirip kullandık. Daggerboard, 3 knot’lara kadar doğu-batı akıntısına rağmen tekneyi çok iyi şekilde rotada tutmayı başardı. Yine de hırpalandık ve yorulduk. Her ne kadar Karayip Denizi desek de aslında Atlantik Okyanusu’nda seyir yapıyorduk.
“Gözlerin gördüğü en güzel ada” demiş 1494’de Jamaika’ya ulaşan Kristof Kolomb. Adanın güzelliği şüphe götürmez bir gerçek; yeşille mavi, tatlı ve tuzlu suyun uyumu muhteşem. Karayiplerin üçüncü büyük adası olan Jamaika’nın Blue Mountain denilen dağını yaklaşık üç gün sonra millerce öteden görünce derin bir nefes aldık çünkü artık çok yorulmuştuk.
Jamaika’ya giriş yapmak için güneyde Başkent Kingston ya da doğu ve kuzeyde Port Antonio, Ocho Rios ve Montego Bay’deki marinalara gitmeniz gerekiyor. Adanın güney kıyıları, korsanlık söylentilerinin çok olması bakımından bize cazip gelmedi ve biz de giriş için kuzeydoğuda Port Antonio’da yer alan oldukça korunaklı Errol Flynn Marina’ya sarı bayrağımızla bağlandık. Onlarca marina gören birisi olarak söyleyebilirim ki en temiz suyu ve havası olanlardan biriydi. Üç günlük seyirden sonra kendimizi karaya atmak istesek de yapamadık çünkü gümrükten gelen ekibi beklemek zorundaydık. Neyse, iki ekip ayrı ayrı geldi; evraklar, girişler yapılırken havası bile esrar kokan ülkenin gümrük polisinin “Teknede uyuşturucu madde var mı?” diye sorması bizi güldürdü. Tabii bizim çıkış limanımızın Kolombiya olması da onları güldürdü. Yaklaşık 15 adet giriş evrakını doldurduktan ve pasaport işlemleri de bittikten sonra hiçbir ücret ödemeden ülkeye giriş yapmış olduk. Girişe ücret ödemediğiniz ülkede geri kalan her şey çok ama çok pahalı. Bizim teknemiz için gecelik 100 dolar olan marinaya bağlanmak istemezseniz, hemen yandaki doğu limanında alargada kalabilirsiniz. Bu bölge oldukça güvenli ve su muhteşem denilecek temizlikte.
Jamaika’ya karşı genelde denizcilerin birçoğu ön yargılı diyebilirim. Alex de buraya gelmeyi hiç istemiyordu fakat yorucu üç gün onun ikna olmasına yetti. Errol Flynn Marina güvenli ve temiz bir yer, yürüyerek gidebileceğiniz küçük bir kasaba olan bu bölgede dikkatli olmanız gereken tek şey insanlarla olan ilişkiniz. Halk, fazla arkadaş canlısı, bu durum bazılarını rahatsız edebiliyor fakat inanın bu insanların çoğu size sadece yardım etmek ve sohbet etmek için yaklaşıyor. Tabiî ki suç oranın yüksek olduğu bu ülkede, herkese güvenilmeyeceğini unutmamak gerekir. Ülkenin çoğunluğu bizim rasta dediğimiz ‘dreadlock’ saçları olan siyahilerden oluşuyor ve etraftaki tek beyaz tenli insan siz
olabilirsiniz, özellikle bizim gibi sezon dışı gidiyorsanız. Kısacası sizin turist olduğunuz çok belli ve size nereden geldiniz, nereye gidiyorsunuz gibi sorular sormaları aslında çok normal.
O kadar yolu gelmişken adayı keşfetmemiz lazım deyip, toplu taşımadan uzak durmak koşuluyla marinadan bir taksi (200 dolar) ayarlayıp başkent Kingston’u ve özellikle çok sevdiğim Bob Marley’in şimdilerde müze olan evini (40 dolar) ziyarete gittik. Port Antonio’dan üç saat mesafede olan şehre giderken, Blue Mountain’ın serin ve kuru havası bizi şaşırttı, Karayiplerde nadir rastlanan bir durum, bu havaya tepelerden inen soğuk pınarlar ve şelaleler de eklenince değmeyin keyfinize. Kahve çiftliğine uğrayıp ünlü kahvesinden içip hatta marijuana çiftliklerini ziyaret ederek turunuzu zenginleştirebilirsiniz. Bizlere çok ters ama bu ülkede marijuana yasal ve en doğal şey olarak kabul ediliyor.
Marketlerde ve kasabada alışveriş yapmak gerekeceği için paranızı Jamaika dolarına çevirmeniz gerekiyor. Ülkede özellikle ithal olan şeyler çok pahalı. Örneğin; bir elma, bir dolar. Ama zaten ithal elmayı yemeyin, Jamaika elmasını yiyin, çok güzel bir görüntüsü ve lezzetli tadı var. Kasabada banka, hastane, süper market ve yerel açık market gibi yerlerden her türlü ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz. Ülkede konuşulan dil İngilizce ama halkın kendi aralarında konuştukları İngilizce, İspanyolca karışımı olan Patois dilini anlamanız pek mümkün değil. Bu adada en sık duyacağınız “Ya Man!” her cümlenin sonunda mutlaka söyleniyor ve adeta beyninize işliyor.
Beş günlük bir dinlenmeden sonra daha kuzey batıda olan Ocho Rios’a gitmeden önce meşhur Mavi Göl (Blue Lagoon) filminin çekildiği, Brooke Shields’ın güzelliğinin parladığı o mavi gölün Jamaika’da olduğunu, hem de bize sadece 3 mil uzakta olduğunu öğrendik. Maalesef Blue Lagoon’u bulutlu bir havada görüp, dahası kanalı çok sığ olduğu için tekneyle içerisine giremeden 40 millik yeni rotamıza yelken açmak zorunda kaldık.
Ocho Rios’ta beklentimizin üzerinde turistik bir bölge bizi karşıladı. Otellerin ve çok güzel bir plajın çevrelediği alarga bölgesinin mavi sularına önce demirimizi sonra da kendimizi attık. Botunuzu özel plajın sahilinde bırakıp yine, bu sefer daha turistik olan kasabada dolaşıp aynı zamanda çok rahat alışveriş yapabilirsiniz. Sezonda burası yolcu gemilerinin de uğrak yeri; sanırsam biz biraz şanslıydık, her yer çok sakin. Dunn’s Şelaleleri görülmeye değer, Jamaika’nın soğuk tatlı sularında keyifli bir deneyim yaşamak şart ama ulaşımı pahalı.
Biz Jamaika’dan Küba’ya geçeceğimiz için Küba’ya en yakın noktalardan biri olan adanın kuzeybatısındaki Montego Bay’e doğru 50 millik seyrimizi yine ortalama sekiz saat içinde tamamlayıp koyun girişindeki mercan kayalıklarına dikkat ederek Montego Bay Yacht Club’ın önüne demir attık. Burası, 1936’dan beri hizmet veren ve The Pineapple Cup gibi çeşitli yarışlar düzenleyen köklü bir kulüp. Çıkış işlemlerimizi de yapacağımız temiz bir marinası ve restoranı var. Marina bize pahalı geldiği için demirde kaldık. Ancak marinanın olanaklarından faydalanmak isterseniz günlük kişi başı 10 dolar ödemeniz yetiyor. Jamaika’da marinaların hepsinde yakıt iskelesi var. Malzeme ve tamirden anlayan birilerini bulmak zor bu yüzden teknik arızası olanlar için durum pek parlak değil. Montego Bay Marina’nın çevresi güvenli ve turistik, otel bölgesi diyebilirim.
Karayiplerde bazı bölgelerde ‘hurricane hole’ olarak tanımlanan yerler var ki bunlar fırtınalardan etkilenmeyen yerler olarak bilinir. Jamaika’da hemen Montego Bay’in yanında bulunan Bogue Lagoon bu özelliğe sahip, çok korunaklı bir koy. Ayrıca biz gitmedik ama ülkenin batısındaki Negril’i görmemizi herkes tavsiye etti. ‘Kayıp cennet’ olarak adlandırdıkları Negril’de demirde kalabileceğiniz beyaz kumlu ve çok korunaklı harika bir koy varmış. Bu bölgelerden de ülkenin iç kısımlarına taşıtlarla gidip gezmeniz mümkün. Demem o ki mutlaka ucundan da olsa halka karışın ve rastafaryan kültürünü tanıyın. Rastafarianizm bir din, inanış biçimi, insanların saçlarından, dinledikleri müziklere kadar tüm kültürlerine şekil veren bir inanış. Eğer rüzgâr sizi bir gün buralara atarsa Şubat’ın 6’sında Bob Marley’in doğum gününde başlayan Reggae Festivali’ne denk getirin, çok eğlenceli olduğunu duydum. Eylül, ekim ve kasım aylarının da kasırga dönemi olduğunu unutmayın!
Öyleyse, Küba’da görüşmek üzere ‘Ya Man’! …
Jamaika’dan tüm denizsever dostlara selam olsun.