Küçük istimbot
Ege sofraları
Konuklar derin olunca, misal, Nedim Atilla ve Nezih Öztüre’li bir sohbet, aylarca sürecek bir yazı dizisine dönüşebiliyor, gördünüz. Konukların her anlamda ucu bucağı yok ne yapayım; tarımdan gir saatlerce konuşsunlar, edebiyattan, filmlerden, yemeklerden gir, iş hayatından, seyahatlerden çık. Kitaplara, yayıncılığa, sanata, tarihe kadar hayatın her noktasını yalayıp yutmuş bu büyük adamlar, nerede kesebilirsiniz ki?
O zaman rotamız belli. Uzunca bir dönem sofralarda buluşacağız.
Geçen ay yazının ana başlıklarından birini “Bir Ege sofrası” diye atmışım. Canım Ege’ye karşı kurulmuş bir sofra. Konuklar özel, ortam güzel, lezzetler desen gani. Daha bir sene öncesine kadar bu sofralar hepimiz için olağandı yahu. İşe bakın, pandemi mundemi derken evlere, kendi küçük hücrelerimize kapanıverdik. Bir sofra bile, aradığımız, özlediğimiz bir nimet oluverdi. Çok acayip zamanlardan geçiyoruz, çok...
Selimiye’de, Çeşme’de ve daha birçok bölgede denizci büyüklerimizle, yarışçı dostlarımızla, okuyucularla bir araya gelip, yandaki masalarla da kaynaşarak kurduğumuz o güzelim kalabalık sofralar artık hayal oldu canına yandığımın.
Madem artık böylesi büyük sofralarda buluşamıyoruz, o zaman minik sofraları okurlarla buluşturmak daha mı iyi olacak ne? Geçen sayıdaki o başlık,
“Bir Ege sofrası”, aslında başlıktan öte, bir yol gösterici cümle gibi olmuş. Ömrümüz olur da devam ettirebilirsek, bu sohbetlerin adını da “Ege sofraları” koyalım. Ege’ye karşı, insana, denize, yemeğe ve elbet hayata dair sohbetleri paylaşalım. Kendimizi de sınırlamayalım, her sayıda bir sohbet bitecek diye. Konuklar derin olunca, misal, Nedim Atilla ve Nezih Öztüre’li bir sohbet, aylarca sürecek bir yazı dizisine dönüşebiliyor, gördünüz. Konukların her anlamda ucu bucağı yok ne yapayım; tarımdan gir saatlerce konuşsunlar, edebiyattan, filmlerden, yemeklerden gir, iş hayatından, seyahatlerden çık. Kitaplara, yayıncılığa, sanata, tarihe kadar hayatın her noktasını yalayıp yutmuş bu büyük adamlar, nerede kesebilirsiniz ki?
O zaman rotamız belli. Uzunca bir dönem sofralarda buluşacağız.
Nerede kalmıştık?
Yeniliman’da, Lipsos Ata’nın Yeri’ndeki sohbete kulak misafiri olmaya devam edelim mi? Yağmurdan dolayı içeri kaçmıştık, hatırlarsanız, uzaklardaki
Midilli Adası da, kararan bulutların altından tüm heybetiyle soframıza oturmuştu. Hatta bir ara Midillili Barbaros bile masamıza bir uğradı gitti. Masadaki lezzetlerden dolayı ara ara sessizlik oluyor. Biraz çatal tıngırtısı, biraz da kadehlerin birbirine vurmasından fırlayan cam şıngırtısı haricinde çıt çıkmıyor.
“Alaçatı kitabını nerede bulacağız yahu” diye aniden sessizliği bozuyor Nedim Atilla. Geçmişte Nezih Öztüre ile beraber İzmir ve çevresine dair kitaplar yayınlamışlardı, malum, “Alaçatı” da onlardan biri. Piyasayı bırakın, Öztüre Yayınları’nda bile kalmamış kitap.
“Sorma, daha dün bir arkadaşım istedi, yok ki kalmadı hiç.”
“Bende de üç tane kaldı. Gelen aşırıyor zaten başa çıkamıyorum.”
“Yine internette sahaf mahaf bakacağız artık.”
“Nasıl ya, kendi bastığın kitabı internetten mi alıyorsun?”
“E ne yapacağız, kaç kere aldım hediye ettim, insanlara yok diyemiyorum, inanmıyorlar bazen.”
“Bende de ‘Seferihisar’ kalmadı.” “Bende var birkaç tane veririm sana.”
İki üstadın lafının arasına giriyorum, “E yayınevi niye basmıyor bunları abi ya?”
Nedim Atilla gülüyor, Nezih Öztüre yine
oralı değil.
“Yayınevinin sahibini filan tanımıyor musun Nedim abi?” diyerek gelirken arabada başladığım taarruza devam ediyorum.
“Tanıyoruz da işte, bilmem ki neden basmıyor. Millet arıyor ya.”
Nezih abi artık dayanamıyor: “Ya basamadık işte, aslında onların bir elden geçip güncellenmesi lazım, ‘Alaçatı’yı basmamız lazım. Geçen biri bayağı sitem etti. Yok dedim ama tutturdu, ‘parasıyla alacağım’ diyor, yahu biz onları satmak için basmadık ki zaten, allah allaaaah, yok, ne yapayım!”
Gülüşmeler.
Nedim Atilla, bir ara Bir Ege Macerası’ndan rastgele bir sayfa açtı ve “Aaaa Balıkçı’yla Kazancakis’i konuşturmuşsun,” dedi. Birkaç satır okudu. Kazancakis’in mezar taşından bahsettiğim satırlara gelince, Yunancasıyla, o müthiş kelimeler döküldü ağzından.
Δεν φοβάμαι τίποτα, δεν ελπίζω τίποτα, είμαι λεύθερος
“Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, ben özgürüm.”
“Benim senden bir beklentim yok, dolayısıyla korkmuyorum diyor adam. E hayat da öyle değil midir, beklentin olmazsa korkun da olmaz.”
“Nedim’in tişörtü bile vardır, önünde bu sözler yazar” diyor Nezih Öztüre. “E doğru, ben de inanırım da korkmam çünkü adil olduğuna inanırım. En iyi o biliyor beni, yanlış yunluş işim yok ki benim, ne ceza verecek ki bana, ne korkayım. Hakimden savcıdan askerden senden bile korkabilirim ama...”
“Karımdan da korkabilirim ama abi...” diyerek araya giriyorum.
Nedim Atilla tamamlıyor: “Karısından korkmayan taş olur zaten”
Haydi o zaman ateş!
Geceyarısı Ekspresi (?!?!?!)
Masada birkaç kadeh boyu da Kazancakis konuşuyoruz. Aegina Adası filan derken, Öztüre’nin aklına bir anısı gelmez mi...
“Sırt çantamla dolaştığım seneler. Atina’dayım artık dönüyorum. Yorgunum da, otelde bir uyumuşum, 24 saat!”
“Ohoh yedi uyurlar gibi kalkmışsındır abi...”
“Mikanos’a gidecektim, uçağı da kaçırmışım, birkaç günüm kalmış zaten. Pire’ye gittim oradaki adalara feribotlar filan var. Aegina Adası’na bari gideyim dedim. Gittim adaya, yerleştim bir pansiyona. Aaa bi baktım yazlık sinemada Midnight Express oynuyor. Yasak Türkiye’de o zaman. Ulan dedim buna gideyim. Hiç unutmam yolda da bi’ Fransız çiftle tanışmıştım, aynı pansiyonda kalıyoruz tesadüf…”
“Sinemaya onlarla gittim deme sakın abi.”
“Dur bak şimdi. İşte geldi bunlar, filme birlikte gidelim mi, ne düşünüyorsun filan, dedim baştan sona karalama filmi bu, yalanlarla, iftiralarla ülkemizi aşağılıyor filan. Neyse akşam meyhaneden sonra gittim sinemaya, bunlar da orada. Ara oldu, adam geldi ne diyorsun dedi. Bunlar gayet normal dedim, ne yani, hapishanede adamı dövmüşler filan, ne var ki bunda, rüşvet filan normal ki bunlar dedim.”
“Bizde olur ki bunlar mı dedin, ah be abi ya!”
Gülmekten katılacağım artık, haydi o zaman ateş!
Hurma zeytin
Bu arada Ata Soyak masaya bir zeytinyağı getiriyor. “Hurmadan sıktım, bi’ tatsanıza” diye. Malumunuz bu hurma zeytin sadece bu bölgede yetişir ve dalından koparılıp yenen bir zeytin cinsidir. Ata Soyak geçen sene hiç toplamamış ve doğrudan yağhaneye göndermiş.
Nedim Atilla anlatıyor: “Olea pomea diye bir mantar var. Erkence cins zeytinlerde oluyor. Hepsinde de olmaz. Bazılarında. Ağaç ölünceye kadar ağacın üzerinde yaşıyor o mantar.”
Ata Soyak: “Delicelerin yaprak tipine filan bakarak buranın köylüleri tahmin edebiliyorlar. Bir delicenin yaprağı böyle nohut nohuttur, öbürü biraz daha iridir, işte hem susuzluktan hem biraz cinsinden, hurma verip vermeyeceğini tahmin edebiliyorlar, ‘aşıla bunu hurma olacak’ diyorlar. Tabii yakın ağaçları aşılıyorlar, öbür cinsleri filan değil. Ama işte yan yana iki ağaçtan biri veriyor öbürü vermiyor. Erkence cinsi ağaçlarım var benim de, yüz yaşın üzerinde bir kısmı, çoğu hurma zeytin veriyor.”
“O, çok şanslıymışsın,” diyerek devam ediyor Nedim Atilla: “Şimdi bizim bir arkadaşımız var, Nezih Bey de tanır,
Mecidakis diye, Hanya’da. Bunun uzmanı bu adam. Gerçi Alaçatılı o da, oradan gitmiş. Mecidakis bu hurmaları gelip buralarda incelemiş. Hurmaya nasıl dönüştüğüne dair araştırmalar filan yapıyor adam ama tam olarak hâlâ çözülememiş bir konu. Yani öyle ağaçlar var ki, bana gösterdiler, Karaburun’un oralarda, arka taraflarda, beş tane zeytin ağacı var, ama sadece biri hurma, e öbür dördü niye değil, değil işte.”
Kısa bir ‘şıngırtı’ arasından sonra Nedim Atilla, Midilli’ye bakarak, “Bu arada Midilli de giderek yaklaştı ha” dedi. “E üç saatte gideriz buradan abi” diye cevapladım. Nezih Öztüre de
“Haydi kalkın gidiyoruz” deyince, tekrar ateşledik... bir kısım ayranı... Midilli yine geldi oturdu masaya.
“Yunanistan’ın en güzel adalarından biri bence. Bozulmamış…”
“Şimdi bize bakan iki tane körfez var değil mi?”
“Bi’ tane o bataklık olan var işte. Kalloni miydi neydi?”
“Bir de Yera dedikleri körfez, içine tekneyle girmiştim bir kere.”
“Ama o Kalloni olan, güzel sardalya yapar orası ha. Meşhur, o Kalloni sardalyası oradan çıkar.”
Masadaki lezzetler yetmedi, uzaktaki sardalyalara göz diktik dostlar, iyi mi? Yeri gelmişken, şu sardalyayı da sohbetimize davet etmek isterim. Sardalya ve Perslerle ilgili hikayeyi bilmiyordum, Nedim Atilla’dan öğrendim.
Perslerle sardalyanın ne alakası olur!
Sardes antik kentini bilirsiniz. Lidya’nın başkenti olan, bugünkü Salihli civarındaki, o çağın en gözde şehirlerinden. Rivayete göre Persler burayı ele geçirince Sardesliler Foça’ya kaçarak, oraya yerleşiyorlar. Günümüzdeki Marsilya ve birkaç uzak Akdeniz şehri, bildiğiniz üzere Foça’dan gidenlerin kurduğu şehirlerdir. İşte Foça’ya yerleşen Sardesliler de bir süre sonra uzaklara gidip kendi kolonilerini kuruyorlar.
Tahmin edebileceğiniz üzere, yerleştikleri ve isimlerini verdikleri şehirden, yani bugünkü Sardinya Adası’ndan bahsediyoruz. Bu ada etrafında bol avlanan ve tüm Akdeniz’de temel bir besin kaynağı olarak tüketilen balığa da Roma döneminde ne isim veriliyor? Bravo iyi bildiniz: Sardina! Sardalyanın ve Perslerin ilginç hikayesi böyle.
Peki sardalyanın Midilli’nin Kalloni Körfezi’yle ne ilgisi var? Çoook ilgisi var, zira Kalloni Körfezi sardalyanın Ege’deki en önemli yumurtlama alanlarından biri. Çiğ olsun, ızgarada olsun ve daha onlarca çeşit tarifiyle olsun, severek tüketilen bu lezzet, Midilli’ye başlı başına gidiş sebebi bile olabilir. Yazın Midilli’de adına festivaller düzenlenen sardalya, maalesef bizde en çok başka balıkları tutmak için yem olarak kullanılıyor.
Bir de ‘evi çok kokutur aman evde yapmayız’cılar var ki, fecaat.
Dönüş
Hepimize yemek sonrası rehaveti çökmeye başladı. Şu birkaç saatlik sofrada neler konuşuldu, neler öğrendik, nelere şaşırdık, nelere güldük, hâlâ şaşkınlık içindeyim. “Ege sofraları” konsepti tam da bu olmalı yahu. Umalım ve dileyelim ki bu tip yazılar, röportajlar, buluşmalar çok olsun, keyiften bin kere ölelim.
Daha Ata Soyak’tan, Balıkçı Erol Amca’dan bahsedecektik, sayfa yetmedi. Önümüzdeki sayılarda onları ayrıca misafir etmek istiyorum.
Üstad Nedim Atilla ve çok sevgili dost ağabeyim Nezih Öztüre’ye bu unutulmaz gün için binlerce teşekkürler.
Kaybolan ya da kaybolmak üzere olan değerleri, olayları, insanları bulup tarihe not olarak düşelim. Bazen çok sıradan bir küçük lezzet bile, alın şu ‘kopanisti’ peyniri mesela, unutulmamak üzere konuşulmalı, aktarılmalı, anlatılmalı. Bu çaba, sadece bilimsel bir araştırma ya da makale için olmamalı. Normal hayata, sıradan insanların arasına, hayatın içine o eski tadı geri getirmeli ve uykusundan uyandırmalıyız. Sabah kahvaltıda bir acayip cips üzerine süt döküp yiyen çocuklar çok mu sağlıklı bir hayat sürüyor mesela. Ya da üç beş kuruşa satılan bir protein ve besin deposu olan güzelim sardalyayı ateşte iki çevirip, minik bir ekmeğin üzerinde çocuğa akşamüstü atıştırması olarak verivermek çok mu zor? “Ama ev kokuyoaea, bi de temizlemesi çok zooarrr” değil mi, pardon?
ckent@navigamagazin.com