Mavi kurdele
Şu kurdele takma geleneğinin kaynağını bilmiyorum. Okullarda, yarışmalarda, topluluklarda ve daha birçok alanda ödül niyetine, kutlama, anma, aidiyet ya da başka amaçlarla, türlü renklerde kurdeleler takılıp durur, malum. Mavi kurdele de bunlardan biri. Mavi kurdele ya da dünyadaki çeşitli isimleriyle blue riband, cordon bleu, blue ribbon modern dünyada farkındalık için, protesto için ya da ödül olarak kullanılmasının yanında, geçmişte de soyluluk, şövalyelik göstergesi olan bir sembolmüş. Deniz sevdalılarının bildiği üzere mavi kurdele aslında çok özel bir rekabetin de sembolü.
19’uncu yüzyılda başlayan ve Atlantik’in iki yakasına yolcu taşıyan gemilerin hız rekorları için verilen bir ödül olarak karşımıza çıkıyor mavi kurdele. Yelkenli gemilerden buharlı gemilere geçiş döneminde başlayan bu gelenek bir asırdan fazla sürmüş, ara ara savaşlarla kesintiye uğrasa da denizcilik tarihine ve teknolojisine damga vurmuş. Takip etmesi çok zevkli, insanın ağzını sulandıran kıyasıya bir rekabet doğrusu. Yelkenden başlayarak buharlı gemilere, yandan çarklı gemilerden pervanelilere doğru uzanan öyle bir zaman tüneli var ki ortada; makinelerin, tasarımların, ağır sanayinin hatta malzemenin, adım adım nasıl geliştiğini o tünel boyunca delice bir heyecanla seyrediyorsunuz.
Macera 1830’larda başlıyor. Doğudan batıya ya da batıdan doğuya doğru yolcu taşıyan gemilerin geçiş süreleri çok önemli olsa da rota değişebileceğinden, yani çıkış ve varış limanları farklı olabileceğinden, ortalama hız dikkate alınıyor. 8 knot’larla başlıyor hızlar, iyi mi? Bizim yelkenlilerden yavaş gidiyormuş keratalar! Başlarda doğal olarak yelkenli gemiler sahada. Motorsuz zamanlarda haftalar süren yolculuk süreleri, gövde, motor ve pervane tasarımları geliştikçe yavaş yavaş bir haftanın altına, sadece günlerle ölçülen sürelere iniyor. Doğal olarak gemiler savaşta askerî amaçlarla da kullanılacağı düşünülerek tasarlanıyor fakat rekor kayıtlarında sivil yolcu taşınan seferler baz alınıyor.
1872’ye kadar yandan çarklı gemiler kullanılıyor. Sonra pervaneli gemiler yarışa giriyor ve rekor süreler, rekor ortalama hızlar gelmeye başlıyor. Vibrasyon ve benzeri yeni sorunlardan dolayı iç yerleşimler bile değişiyor.
Tek pervanelilerin ardından birkaç yıl sonra devreye çift pervaneli gemiler giriyor ve rekorlar kırılmaya devam ediyor. Ortalama hızlar artık 20 knot civarında! En son United States isimli geminin 50’lerdeki rekoru günümüze kadar gelmiş. Gerçi artık esas sebep Atlantik’te yolcu taşımacılığı diye bir şeyin kalmamış olması da, neyse. Teknik bilgilere boğacak değilim sizi. Meraklısı bu müthiş tarihi macerayı çeşitli kaynaklardan kolayca takip edebilir.
Bir asra ulaşan bu rekabet süresince rekor kıran ya da kıramayan onlarca gemi arasında, bizim tarihimize de dokunan okyanus güzelleri olmuş. Mesela Germanic!
Bizim Germanic
1875-1876-1877 yıllarında hem doğuya hem batıya doğru Atlantik geçişlerinde Germanic isimli gemi rekorlar kırmaya başlıyor ve mavi kurdeleyi alıyor. 30 yıla yakın görevde kaldıktan sonra satılıyor, ismi Ottawa olarak değiştirilerek yine Atlantik’te ama bu sefer Kanada rotasında hizmet veriyor. 1910 yılında tekrar satılan gemi rotasını Akdeniz’e çeviriyor ve yeni sahibi olan devletin hizmetinde, asker intikalinden, hac rotasına, Karadeniz’de yolcu ve posta taşımacılığına kadar onlarca sene denizlerde kalıyor. Tahmininiz doğru: Yeni sahibi Osmanlı Devleti! Germanic’e ya da artık yeni ismiyle Gülcemal’e hoş geldin diyoruz!
Bir gemi için muazzam bir süre olan 75 sene boyunca denizlerde hizmet veren Gülcemal, bildiğiniz üzere yakın tarihimizin en önemli gemilerinden biri oluyor. Düşünsenize, Atlantik rekorları kırmış, mavi kurdeleli bir transatlantiğimiz varmış zamanında. 1920’lerde İstanbul’dan New York’a işleyen bir yolcu gemimizin olması ki -dört sefer yapmış Amerika’yagünümüzde hayal bile edemediğimiz bir olay. Şimdilerde kendi limanlarımız arasında bile yolcu gemisi işletmiyoruz ama 1920’de Amerika’ya sefer düzenlemişiz. “Uçak varken artık gemi ne ki!?!?!” derseniz, derdimi anlatamamışım demektir.
Neyse...
Yıllardır denizcilik dergilerinde hatta birçok romanda, şiirde, hikayede, belgeselde Gülcemal defalarca anlatılmıştır. Toplumsal hafızamızda Gülcemal Vapuru’nun tuttuğu önemli yer
tartışılmaz. Gülcemal’i bir başka yazıda detaylıca konuşuruz.
İngiliz-Fransız rekabeti
1930’lara geçelim. İngilizler, Almanlar, Fransızlar hepsi ‘sahada’ yani Atlantik’te. Rekabetin zirve dönemi. Tasarımlar, teknolojik gelişmeler devrimsel.
Adından çok söz ettiren hele iki gemi var ki, akıllara zarar. İngilizlerin Queen Mary’si ve Fransızların Normandie’si.
Çok şanslıyız çünkü bu iki geminin de internette uzun uzun seyir filmleri, tarihi çekimleri, çizimleri, planları, hatta Titanic’le karşılaştırma videoları bile var. Hem iç hem dış görünümlerine dair çok güzel belgeler kolayca bulunuyor. Seyrederken gemilerdeki lüksün, dekorasyonun, teknolojinin bu kadar üst düzeyde olduğuna inanamadım. Misal, 30’larda bir gemide asansör olacağı aklıma gelmezdi. 30’lar yahu, 30’lar. Balo salonlarından, bavulları yükleyen, boşaltan yürüyen bantlardan ve yüzme havuzundan bahsetmedim bakın! Onlar da var, vay arkadaş!
Hele hele Normandie’nin 1939 Paris
New York seferinin orijinal görüntülerinin olduğu bir video var ki, fena halde tavsiye olunur. Bu iki gemi arasındaki yarışta çok ilginç detaylar karşımıza çıkıyor. Mesela Queen Mary’de belli bir hızın üzerinde titreşim başlıyormuş ve bu durum teknik adamları ve kaptanı doğal olarak çok tedirgin ediyormuş. Karaya alıp düzeltene kadar kim bilir ne zorluk çekmişlerdir. Denemeler, değişiklikler, hesaplar, kitaplar. Bu koca kızları karaya almak da ne havuz ister, ne büyük iştir kim bilir. Gemilerdeki o kocaman kocaman bacalar var ya, hah işte onların hepsi baca değilmiş mesela. Görüntü bozulmasın ya da daha estetik görünsün diye fazladan yalancı baca konması da ne bileyim, şaşırtıyor insanı. O alanı da değerlendiriyorlarmış zaten, canlı hayvan taşıma ya da depolama
alanı olarak. Dünyada hâlâ bu gemilerin ‘hastaları’ var. Normandie’nin tasarımı biraz değişik. Özellikle baş kısmındaki devrimsel farklılık onu hem daha hızlı bir gemi yapmış hem de diğerlerinden stil olarak da ayrı bir yere koymuş. Normandie’nin baş bodoslamasının suyu yardığı kısma ve o kısmın geriye doğru gidişine bakarsanız, Titanic veya Queen Mary’ninkinden biraz daha farklı olduğunu göreceksiniz.
Bizdeki durum
O dönemde dünya bunlarla uğraşırken biz ise malum yeni kurulmuş bir devlet ve istiklal mücadelesinden çıktıktan sonra kalkınmaya çalışan bir ulusuz. Ufukta ise, geleceği çok belli, eli kulağında bir dünya savaşı var.
Hatırlar mısınız bilmem, seneler önce Naviga sayfalarında Athar Beşpınar’ın hayatını anlatmaya başlamıştım. Onun ve de özellikle babası Asaf Bey’in hayatına dair çok yeni belgeler, anılar, bilgiler paylaşmıştık. Sadun Ağabey sağdı o zamanlar ve o da ilgiyle bu yazı dizisini takip eder, yardımcı olurdu. Yazılanlar, çok hacimli olmasa da ince bir kitabı dolduracak kadar ilerlemişti. Şu an yazının çoğu bölümünü heyamolahey.com sitesindeki amatör denizci dostlarımın kurduğu çok önemli ve kıymetli forum sayfalarında bulabilirsiniz.
Zaman geçtikçe, iletişim olanakları çoğaldıkça, arşivler dijital ortama kaydedildikçe, özellikle sahafların internet üzerinden kitap ve dergi satışları yaygınlaştıkça yeni yeni bilgilere ulaşmanın da yolu açıldı. Asaf Bey’in ilk zamanlar makaleler yazdığı Av ve Deniz dergisinin bazı sayıları elime geçti. 194546 yıllarında yayınlanan bu makaleler öyle kıymetliydi ki, sanki Asaf Bey 80 sene öteden bizlerle konuşuyor gibiydi.
Yazı dizisi için İstanbul’u arşınlarken Haliç’te Asaf Bey’in adını taşıyan bir sokağı keşfetmiş, daha sonra da çeşitli bilgilerden o bölgede bir tersanesinin olacağına dair tahminlerde bulunmuştuk. Nitekim ardından birçok belgeyle de bu konu kesinleşti. Tam adresini, hatta iş yerinin telefon numarasına kadar birçok detayı bulmuştuk. Av ve Deniz dergisinde de Asaf Bey’in dergiye verdiği reklamlar, 80 yaşındaki sapsarı sayfaların ardından bana gülümsüyordu. Osmanlı döneminde kurulan ve Cumhuriyet dönemimizde de devam eden bir tersaneden bahsediyoruz.
Asaf Bey, ‘çok lezzetli bir İstanbul Türkçesiyle’, neredeyse günlük olayları anlatarak, bizimle sohbet ediyor. 80 sene öncesinden bize sesleniyor ama mesela anlattığı bir olay o tarihten de 25 sene önce olmuş! Kaç etti, 100, peki, 100 senelik dev bir anıyı birlikte ‘dinlemeye’ hazır mısınız?
“Bundan takriben 25 sene evvel bir gün Haliç’teki fabrikamda meşguldüm.
Bir yabancı ziyaretçinin beni görmek istediğini haber verdiler. Biraz sonra oldukça zayıf, uzunca boylu, ince yüzlü bir adam içeri girdi, mahcup bir tavırla ve oldukça düzgün bir Fransızca ile Rus mültecilerinden olduğunu, uzun zaman Nikolayef tersanelerinde çalıştığını ve kendisine verebileceğim bir iş olup olmadığını sordu.”
Asaf Bey adamla konuşur. Rusya’da daha çok savaş gemisi ve denizaltı inşaatlarında uzmanlaşmış, muhtemelen Çarlık Rusyası yıkılınca oradan kaçan Ruslardan biri olan Vladimir isimli bu genç adam, iş istemektedir.
“Bizim işlerimizde büyükçe yeni gemi inşaatı bahis mevzuu olmamakla beraber, tamirat işlerinde işime yarayacağını düşünerek, fakat daha ziyade nazik ve mütevazı halinden hoşlanarak kendisini fabrika resimhanesine aldım.”
Genç mühendis Vladimir, Asaf Bey’in yanında iki sene kadar çalışmış. 20’ler İstanbul’undan bahsediyoruz.
“...işlerimiz daha ziyade ticaret gemileri tamiratı ve motor inşaatı olduğundan çok işime yaramazdı...”
Asaf Bey aslında çok da işine yaramayan Vladimir’i belli ki kırmak da istemiyor, elbette ki Vladimir de bunun farkında.
“O bu vaziyeti pekiyi anlar... Bana karşı tevazu ve hürmetkar vaziyetini muhafaza ederdi.”
Vladimir bir gün Asaf Bey’e gelir ve bazı fikirleri olduğunu söyler. O zamanlar İstanbul’da kullanılan kayıkların hem kürekle hem de yelkenle çok süratli gittiklerini, neredeyse hiç baş dalgası çıkarmadıklarını, uzun süredir bu konuya kafa yorduğunu ve bunu bir matematiksel formülle açıklayabileceğini, hatta bunu büyük gemilere bile uygulayabileceğini anlatır ve noktayı koyar: Asaf Bey’e birlikte Avrupa’ya gidip bu konuyu çalışmayı teklif eder!
“.... Bizim senelerce yalnız bir gezinti ve eğlence vasıtası olarak kullandığımız sandalların büyük gemi şekillerinde bir numune olabilecekleri ve herhangi bir fabrikanın böyle bir teklifi ciddiyetle karşılayabileceği bana o kadar imkansız göründü ki, benim onunla beraber gitmekliğim şöyle dursun, onun da böyle boş bir tecrübe ve avantür peşinde koşmasına mani olmak için çok uğraştım...”
Vladimir Asaf Bey’i kendisiyle gelmeye ikna edemez, Asaf Bey de Vladimir’i kalmaya ikna edemez ve birkaç hafta sonra Vladimir işi bırakıp Avrupa’ya gider, uzunca bir süre de kendisinden haber alınamaz.
Bir gün fabrikaya Hamburg’dan bir mektup gelir Vladimir’den. İstanbul’dan ayrıldıktan sonra geldiği Avrupa’da, çok güvendiği formülünün tersanelerce kabul görmediğini yazmaktadır. Hatta meşhur St. Nazaire Penhoet tezgahlarına gitmiş,
teklifi tersane direktörlerince gülünç bulunmuş ve genç mühendis red cevabı almıştır.
Fakat Vladimir pes etmez! Formülüne (ve tabii ki İstanbul sandallarının formuna!) o kadar güvenmektedir ki kalkar, o zamanlar Avrupa’nın en büyük deney havuzuna sahip Hamburg’a gelir. Formülünü nihai şekline getirir; büyük gemilere uygulanabilirliğine dair çalışmalarını tamamlar ve Hamburg havuzlarında maketler üzerinde deneylere başlar. Çıkan sonuçlar ilginçtir. Büyük gemilerin o zamana kadar kabul gören normal dizaynlarının dışında, İstanbul sandallarının baş formuna benzer bir dizayn uygulanırsa, geminin hızındaki artışın %11 civarında olduğunu kanıtlar! Hamburg havuzları da, başarısı deneysel olarak kanıtlanan bu yeni tasarımı, resmi olarak tasdikler. Vladimir, belki de ilk başvurduğunda kendisini gülerek reddeden St. Nazaire Penhoet Tersanesi’ne tasdikli sonuçları gönderir.
Birkaç ay sonra Asaf Bey’e bir mektup daha gelir. Kendisinden dinleyelim.
“İki ay sonra St. Nazaire’den aldığım bir mektupta Vladimir Yourkeviç, planlarının nihayet kabul edildiğini ve NORMANDIE’nin inşaatına başlanmış olduğunu bildirmekte idi.”
Burada durup çayımdan bir iki yudum almam, geldiğimiz noktayı bir sindirmem gerekiyor. Bundan 100 yıl önce genç bir göçmen mühendis Haliç’te çalışıyor. Asaf Beşpınar’ın ve bizlerin hayatına dokunuyor, şehrimizde yaşıyor, İstanbul sandallarının performansını formüle edip, gidip onu efsane bir geminin su hattına mı uyguluyor? Koskoca Normandie’de bizim İstanbul kayıklarının bir izi mi var?
Gelin de heyecan duymayın
Asaf Bey makalesinin devamında Vladimir Yourkeviç’in formülü üzerine bir takım hesaplar ve karışık teknik yorumlarda bulunuyor. Ama satır aralarında “Vay be, bizim Vladimir gözümüzün önündeki sandallarımıza ne gözle bakmış, helal olsun kerataya” havası var.
“İşte böyle koskoca 75.000 tonluk ve 31 ½ mil süratiyle senelerce Atlantik rekorunu tutmuş olan Normandie, bizim adi iskele sandallarımızın biçiminden alınmış bir formülle inşa edilmiş ve benim Haliç’teki mütevazı tersanemde iki sene çalışmış olan Vladimir Yourkeviç dünyanın en meşhur inşaiyetçilik simalarından biri olmuştur.”
Efsane denizcimiz Yücel Köyağasıoğlu, İstanbul Kotraları kitabının 47’inci sayfasında bu konudan, yani Vladimir Yourkeviç’in İstanbul’da yaşadığından, İstanbul kayıklarından esinlendiğinden, Normandie’nin tasarımcısı olduğundan bahseder. Geçen kış Yücel Ağabey’i Bodrum’da ziyaret ettiğimizde, Yourkeviç’in o dönemde Asaf Beşpınar’ın yanında çalıştığı bilgisini paylaşmıştım. Çok keyifli ve verimli bir sohbet olmuştu.
Deniz tarihimizde kim bilir ne bilgiler zamanla kaybolup gidiyor. İğneyle kuyu kazar gibi zar zor toplanan bilgi damlacıkları kalıcı basılı eserlere dönüşemeden eriyip kayboluyor. Kitapların baskısı bitiyor, eski baskılar zor bulunuyor, yenileri basılmıyor. Özetle bu küçük detayların korunması, geleceğe aktarılması için sanki amatör denizcilik vakfı gibi bir oluşuma ihtiyacımız var. Tarihimizi her dem taze tutacak, yayınlarla sürekli güncelleyecek bir yapı ne güzel olurdu. Neyse...
Asaf Bey makalesinde şöyle demiş:
“... Sandallarımızın baş su hatlarının çok keskin ve çukur oldukları malumdur. Bu çukur su hatları teknenin baş denizini adeta içine alarak yüksek bir baş dalgasının vücuda gelmesine mani olur.”
Baş dalgası denince aklıma geldi. Sevgili can dostlarım Giraud ailesinin ürettiği Rafnar markalı botlar var. Bu tekneler ÖK Hull dedikleri patentli, özel bir sualtı tasarımı ile inşa ediliyor. Birçok karmaşık bileşeni olan bu dizaynın aklımda kalan bir küçük özelliği var. Baş bodoslamanın gövde altına doğru olan bölümünde belli belirsiz bir çukur alan var ve yaratacağı baş dalgayı buraya vakumla alır gibi alıyor. Bu suretle neredeyse hiç baş dalgası çıkarmayan, dolayısıyla önünde direnç oluşmayan, suya iyice yapışan devrimsel bir tasarım yapılmış. İnsanın aklına şakayla karışık gelmiyor değil: Rafnar tekneleri de bizim İstanbul kayıklarından esinlenmiş diyebilir miyiz?
Asaf Bey’in sözleriyle veda edelim. “...Binaenaleyh ben bu meselenin akademik münazara taraflarını alakalı inşaiyeci arkadaşlara bırakıyor ve İngilizlerin dedikleri gibi pastanın ispatı yenmesindedir, diyerek kendi hesabına kerameti bizim sandallarımızın yüksek randıman ve güzel endazesine atfediyorum.”