Tarlabaşı “Ayıp Şehir”
Karşı Sanat’ın kurucusu Feyyaz Yaman’ın sunuşuyla karşınızda Tarlabaşı “Ayıp Şehir”...
Foto muhabiri Ali Öz, yıllardır Tarlabaşı’nın ara sokaklarında dolaşıyor, fotoğraf çekiyor. Yaklaşık iki yıl boyunca Tarlabaşı’nda gece gündüz yaşayan, insanlarına “dokunan” Öz, 2013 yılında buradaki çalışmalarını bir kitap haline getirdi ve birçok ülkede burada çektiği fotoğrafları sergiledi.
İstanbul’un göbeği diyebileceğimiz bir yer Tarlabaşı... Taksim’den Tünel’e doğru uzanan o piyasa caddesi Beyoğlu’nun hemen bir paralel sokak sonrasında iklimin değiştiği, kimine göre çok tehlikeli, kimine göre ise aykırı bir semt. Yıllardır süren bir kentsel dönüşüm projesiyle binalar yenileniyor ve bu bölgenin çehresi değiştirilmeye çalışıyor.
Foto muhabiri Ali Öz, daha önce “dönüştürülen” Sulukule ve Fikirtepe gibi örneklerden yola çıkarak, yaklaşık iki yıl boyunca burada çalışıyor ve binlerce fotoğraf çekiyor. İçinde barındırdığı “aykırı” insanları bizlerle tanıştırıyor, hikayelerini paylaşıyor. Karşı Sanat’ın kurucusu Feyyaz Yaman’ın sunuşuyla karşınızda Tarlabaşı “Ayıp Şehir”... İstanbul kendi depremini beklemiyor. İstanbul kendi depremini, tsunamisini yaşıyor. Zemini sıvılaştı; Sulukule, Fikirtepe, Başıbüyük, Tarlabaşı, Taksim obrukları ayağımızın altından halı çekilircesine kayıyor. Kara delik teorileri gibi, maddenin negatif-karşı maddeye dönüşünü izliyoruz. Maddenin fiziksel değişimi, gerçek ama algılanması metafizik bir paradoks. Daha doğrusu maddenin, sinir uçları, nöronlardan ve kimyasal-elektriksel aktarımlardan geçerek algılanıp beyin hücrelerindeki yansıması ve ilişkilendirilmesi süreçleri, dolayımlı hale getirildiği zaman ilk karşılaşma krize dönüşüyor. Katı olan buharlaşıyor ama buharı ilk algılamamızda bunu bir fizik olayı olarak değil metafizik, mistik bir açıklamayla kabul edilebilir hale getiren bir biyo yapımız var. Aslında maddenin dönüşümüne paralel, “bildiğimiz dünyanın” dönüşümünü eşzamanlı yaşıyoruz. “Bilme” sürecini kendi doğallığı içinde veya eğitim-öğrenme sosyalliği içinde geliştirme donanımına sahip olabilse, her organizma bu diyalektik dönüşümü sıkıntısız içselleştirebilir. Çocuk beden ateşle ilk karşılaştığında yanma duygusunu önce yanarak yaşamak durumunda değildir. Ama iş radyoaktif virütik, vs. gibi görünmez -yani bildiğimizin dışında bir kodda başımıza gelince iş karmaşık ve dolayımlı hale geliyor, kavranması “yakıcı” oluyor. Geçen yüzyılın algı bozan unsuru, Marks’ın söylediği gibi işçi sınıfının “bir hayalet” gibi dolaşan ruhuydu. Şimdi üzerimize çöken ise Adam
Smith’in yeniden hortlamış “Görünmez Eli”. Paranın, neoliberal dünya üzerinde uzanan o soyut varlığı, bildiğimiz dünyayı parçalıyor, bozuyor, yeniden kuruyor. Bu senaryoya yani Marslıların gelişine Hollywood filmleriyle alıştırılmıştık, oysa kavrayamadığımız mavi ekrandaki sanallığın maddi hayattaki yansımasını işaret ettiği gerçeklik hayaliydi. Onu da “yanınca” algılıyoruz. “Yersiz yurtsuz” akışkan sermaye küremizi sarıyor, şehirlerimize giriyor. Paris- Hausmann 1860 modeli yakıp yıkıyor, malların girmesi, hammadde ve işlenmiş ürünlerin (metanın) çıkışı, limanlara ve başka merkezlere gidişi için her türlü kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı teknoloji işleme sokuluyor. Metro ise metro, havaalanı ise daha büyüğü, hızlı tren,
yollar, arabalar, telefonlar, bilgisayarlar ışın hızına dönüştürülüyor. Para metaya, meta paraya dönüşüyor. AVM’lerde raflar, vitrinler dolup boşalıyor. Alışveriş sepetleri büyüyor, görünmeyen el, el çabukluğuyla cebimizdekini (bu günkü bedenimizi) kredi borcu ile yarınımızı (görünmeyen sonraki bedenimizi) çalıyor, yok ediyor. İnsanlar yanıyor, ölüyor, intihar ediyor, cinnet geçirip öldürüyor. Ama maddenin fizik hali devam ediyor. Para bir yerde birikiyor, yükseliyor, kristal kulelerin arkasında yeni organizmalar oluşuyor.
Sonuç net, önceden algılayamazsak yaşayarak öğreniriz. Ateş yakar; ister buzdan, ister lazerden, ister çelikten olsun, bıçak keser. Aradaki ilişki net. İlişki–sel değil. Biyo organizmanın yaşadığı “ölme” hali, dil oyunları (sanat ve retorik, siyaset) ile istediği algı – kavrama bozukluğunu yaratsın, ne yaparsa yapsın sonuç: Var mısın? Yok musun? yarışması. Bu anlamıyla bedenin “yersiz yurtsuz kalması” sınırın, duvarın, varlıkla – ölüm çizgisi gibi net hali, tarihsel, maddi ve bedensel bir gerçeklik.
Bu duvar, Berlin’de yıkılan “demir perde” değil. Bu duvar Gazze’de, her metropolde, her mahallede, her gün kurulan, beton, galvaniz, saç, MDF, sunta inşaat duvarı, perde beton utanç duvarı. Bu duvar kurtarılmış sitelerin güvenlik duvarı, bu duvar insanların birbirine dokundurtmayan iletişimsizlik duvarı, korku duvarı, yıkım duvarı. Ali Öz, bize bu duvarın arkasını gösteriyor, kapısını kırıyor, derisinin altından hücrelerine giriyor. “Yaşayan” varlığın etine, kanına, soluğuna, sesine, tenine dokunuyor. Yaşama tutunuşunu, organizmanın her şeye rağmen yaşama tutkusunu bize hissettiriyor.
70’li yıllardan beri, her yıkımın, her sosyal çatışmanın, hakikatin her haykırışının yanında karşılaştığınız bir şahittir, Ali Öz. Her olayın sıcaklığından objektifi buğulanmıştır. Kadrajları insan kokar. Detayın değil çelişkilerin arayıcısıdır. Risk alır, sorumluluk taşır. Hiçbir önyargıya taviz vermez. Belgeselciliğin, haber fotoğrafçılığının sanatını yapar. Tarafsız değil objektiftir. Satışa gelmez. Yakaladığı konuyu, önce hakikatini taşıyabileceği noktadan tartar, estetize etmez. İnsan odaklıdır. Unutulmuş değil, gösterilmeyenin peşinde koşar. Adalet arayışının navigasyonudur. Tatmin oluncaya kadar delil arar. Asla
bir flanör değildir. Onun için üçüncü göz tanrısaldır. Hakikat adına alır, adalet adına dağıtır. Ya sokakta, ya da internet başında. Çekerken hak arar, paylaşırken değil. Sanat satmaz.
Kurmaca dünyanın dil oyunlarını yapay duvar estetiğini delip geçiyor. Ali’nin çektiği çizgi, Beyoğlu aksındaki hastane kılıklı ölüm kalım estetik polikliniklerinin beyaz duvarları ile Tarlabaşı’nın ölüme rağmen yaşam kokan rengarenk kirli paslı ama hakiki dünyası arasındaki fark kadar kesin ve gerçek. Burada yalan bile hakiki. Burada Kürt, Arap, Çingene, ülkücü, devrimci, Süryani, Alevi, Ortodoks, Müslüman, Sudanlı, Nijeryalı, İngiliz, polis, hırsız, katil, kedi , köpek, horoz, “orospu”, “ibne” hepsi hakiki.
Herkes Metin Kaçan, herkes Küçük İskender...
Ali’nin Tarlabaşı’nda her sabah doğulur, her gün işe gidilir, her akşam rakı sofrası kurulur, her gece ölünür. Burası Mumbai’de gece kondular, Rio’da Slamlar, Meksika’da 21 gramlar, Chiepaz’da Marcos’lar, tüm dünyanın lanetlileri burada, gecelerimizin kabusu, filmlerimizin zombileri, grevlerimizin işçileri burada. Gecenizde klarnet çalan, sigaranızı arabanıza getiren, masanızda göbek atan, çöpünüzü toplayan biziz. Yok edemezsiniz, söküp atamazsınız, gölgeniz, bilinçaltınız biziz, 1 Mayıs’ta, Newroz’da hep buradayız. Dövüş kulübünde buluştuğunuz öteki benliğiniz, alter egonuz, sürdürülebilir “organik” insanlığınızız biz.
Bazen midye dolma, kokoreç, bazen bıçak, bazen de hakikat yersiniz. Korkmayın Ali’nin insanlarına dokunun, ilişkiniz, sanatınız, estetiğiniz gelişir. (bir şartla selsal eki yok)