İmaj yönetimi ve gerçeklik
Türkiye’nin uluslararası “imaj”ı 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında önem kazanmış durumdadır. Söz konusu gelişme öncesinde yıpranmaya başlayan, sonrasında ise tedricen olumsuz bir görünüm kazanan dış ilişkilerimiz önünde ciddî bir engel oluşturmaya başladığı açıktır. Ancak Türkiye’nin bu alanda geliştirdiği temel siyaset olan “tepki gösterme”nin meseleye çözüm getirmekten uzak olduğunun vurgulanması gereklidir. Gelinen noktada sorunun “imaj yönetimi” ve “kamu diplomasisi” aracılığıyla aşılamayacağı da ortadadır. ve kamuoyunda geniş destek bulan
desteklemenin hatalı olacağı görüşü karşısında geri adım atmak zorunda kalmıştır. Buna karşılık, “$ntik “mede-
imajı, stratejik nedenler ve Viyana Kongresi sonrası “status Tuo”yu koruma çerçevesinde onlara karşı çıkması gereken güçleri Mora isyancılarını desteklemeye yöneltmiştir. Zikredilen olumsuz ilerleyen yıllarda da Bâb-ı Âlî’yi ne denli zor durumlara soktuğunu, onun manevra sahasını nasıl daralttığını ortaya koyan sayısız örnek bulunmaktadır. Bu nedeniyle Osmanlı devletinin anayasal rejime geçmesi,
Uluslararası ilişkilerde “imaj”ın taşıdığı önem ortadadır. Dış siyaset yapımının seçkin bürokratların stratejik ve ekonomik çıkarlar çerçevesinde gerçekleştirdiği karar alımı sürecinden kamuoyunun doğrudan etkilediği bir faaliyete dönüşmesi “imaj”ın önemini daha da artırmıştır.
Siyaset yapımcıları kendilerine ulaşan bilgileri değerlendirirken ve önyargılardan etkilenmekte, bildikleri örnekler ve tarihî benzerliklerle karşılaştırmalar yapmakta, onu “kendi söylemleri” ile uyumlu hale getirmeye çalışmaktadırlar. Dış siyaset analizcilerinin “heuristics” adını verdiği bu süreç, bir anlamda, “gerçeklik”in önüne geçirmektedir.
Türkiye’nin artan Örneğin Şansölye Merkel, Türkiye ile ilgili bir konuda
bir ivme ile bozulan karar alırken onun ayrıntıları kadar Alman kamuoyundaki ve mevcut önyargılardan da etkilenmekte, meseleyi değişik tarihî örneklerle karşılaştırmakta ve partisi ile koalisyon hükûmetinin söylemleriyle uyumlu bir neticeye ulaşmaya çalışmaktadır. Diğer bir ifade ile bir ülkenin
oluşumu dış ilişkilerini belirleme alanında onun “ger
kadar önem taşımaktadır. Bunun için de tüm ülkeler, kaynaklarının elverdiği ölçüde “kamu diplomasisi” araçları kullanarak,
çalışmaktadır.
olarak yorumlanmış, Osmanlı toprak bütünlüğü konusunda verilen güvenceler kâğıt üzerinde kalmış, 1856’da gerçekleşen Avrupa dengesi üyeliği ise uygulamada anlam taşımamıştır.
Osmanlı geçmişini reddetme arzusuna karşılık onun mirâsını üstlenmek zorunda kalan Türkiye’nin faaliyetine ortalama bir devlete göre dezavantajlı bir noktadan başladığı ortadadır. Erken Cumhuriyet döneminde Osmanlı geçmişinden müdevver çerçevesinde imtihana alınan Türkiye, 1945 sonrasında ise ağırlıklı olarak “demokrasi kalitesi” sorgulamalarına tabi tutulmuştur. Yeni çerçevede de Türkiye’nin uluslararası “imaj”ı olumsuzluklar büyülteç altına konularak oluşturulmuş ve ona yönelik siyasetleri şekillendirmiştir. Yakın geçmişten örnekler verecek olursak, Türkiye’nin AB üyeliği başvurusu bir açık uçlu çifte standart gösterisine dönüşmüş, coğrafyası ile ilgilenmesi olarak kavramsallaştırılmış, mezhep diktatörlüğünü eleştirmesi “mezhepçilik” olarak yorumlanmış, demokrasisinin ortada olan sorunları benzer olumsuzluklara sahip yapılardan daha sert eleştirilere maruz kalmıştır. demokrasiye bir
mümkün olabilir
Asırlar boyunca “gteki”si olmuş, onun tarafından “despotizm” ve
yaşayan örneği olarak sunulmuş bir geleneğin mirasçısı olan Türkiye, hakkında olumlu “imaj” yaratılmasını fazlasıyla zorlaştıran bir bagajı taşımak zorunda kalmıştır.
Türkler” algısı stratejik olarak Osmanlı devleti ile yakınlaşmayı anlamlı bulan Batılı karar vericilerin de ellerini bağlamıştır.
Örneğin, Özi Kalesi’nin düşmesi sonrasında Rusofobinin yükseldiği İngiltere’de Osmanlı devletine yardım etmeyi anlamlı bir siyaset olarak gören William Pitt the Younger, Avam Kamarası’nda Edmund Burke’ün dile getirdiği
Uluslararası alandaki Türkiye 15 Temmuz darbe girişimini izleyen aylarda daha da olumsuzlaşmış ve değişik krizleri tetiklemiştir. Vurguladığımız gibi sorunun “imaj yönetimi” ve “kamu diplomasisi” ile aşılması mümkün değildir. Bunun yanı sıra söz konusu “imaj” ile çatışmak da onun değiştirilmesine yardımcı olmayacaktır.
Bu “kamu diplomasisi”nin terk edilmesi ve çifte standartlara sırt çevrilmesi anlamına gelmez. Buna karşılık, gayretlerimizi bu alanlara teksif ederek değişim yaratmaya çalışma konusunda yaşanan kısır döngüyü kırmamızı zorlaştırmaktadır. Bu alanda yapılması gereken daha olumsuz biçimde yansıyan “gerçeklik” üzerine eğilmektir.
Osmanlı devletinin gayrımüslim teb’asını idaresinden hareketle oluşturulan olumsuzlukları olduğundan büyük göstermiştir. Benzer şekilde Türkiye demokrasisinin sorunları da benzer örneklerden daha ağır biçimde eleştirilmiştir. Ancak bunlarla mücadelenin en iyi yolu “olumsuzizale etmek, diğer bir ifade ile
değiştirmektir. Osmanlı devleti 1839-56 sürecinde uyguladığı reformlar sonrasında “gerçeklik”i kadar da değiştirmeye muvaffak olmuştu. Türkiye de 2002 sonrasında hayata geçirdiği siyasal dönüşüm sayesinde önce gerçekliğini sonra da
düzeltmişti. Bu alanda kaydedilen başarılar yönetimi”nin ötesinde toplumsal kazanımlar hanesine de yazılmışlardır. Dolayısıyla Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorununa vereceği en anlamlı cevap, “daha
ya da
değil liberal demokrasiye geçiş, insan haklarının gözetildiği bir hukuk devletine dönüşme, değişik kimlik ve inançların içinde özgür biçimde varolacağı bir “demos”un yaratılması, diğer bir ifade ile “gerçeklik”in olumlu yönde değiştirilmesi olacaktır.
Geçmiş tecrübeler bunlar hayata geçirilse bile Türkiye “gerçeklik”ten daha olumsuz olabileceğini göstermektedir. Buna karşılık aynı deneyimler “gerçeklik”i olumlu yönde değiştirme amacıyla başlatılan girişimlerin da yansıyacağını da ortaya koymaktadır.
Bu açıdan bakıldığında sorunumuz da bir “yönetim” ve “çifte standart
meselesi olmaktan ziyade bir “demokratikleşme” meselesidir.