‘Hükümetler halk için mevzu olup’... <
eryüzünde hiçbir şeyin sebepsiz olmadığını bilenler 15 yıl önce $kparti
iktidarına giden bir yolun, o yolun da dönemeçleri olduğunu bilirler. O dönemeçlerin en önemlilerinden biri 1 depremiydi. O sarsıntı sadece yerkürede, belli bir coğrafyada gerçekleşmemiş, devlet-millet
ilişkisinde de duyulmuştu. Çünkü devlet, yaşanan büyük hadise karşısında çaresiz kalmış, iflas etmişti.
Bütün 1 ’lar boyunca zaten hep böyleydi. Her olayda devlet, milletin karşısında suskun, boynu bükük, eli böğründeydi. ‘Modern’ olması bir yana bir orta çağ devleti kadar bile varlığını gösteremiyordu. Ayrıntısına girmeyeyim. Bilenler bilir.
1 ’lar böyleydi de şimdi gayet hayırhah biçimde andığımız o Özal’lı yıllar farklı mıydı?
Aklımda bütün hayatımı ve politik düşüncemi etkileyen bir olay var: Çernobil patlamış, korkunç boyutlarda bir
nükleer sızıntı olmuş, bütün dünya devletleri acil önlemler alıyor, Türkiye’de ise bir Bakan, insanların gözlerinin içine baka baka, bir bardak çay içip, ‘ölçtürdük, bizdeki çayda radyasyon bilmem kaç bekereldir (bu kelimeyi de o zaman öğrenmiştik, radyasyon ölme birimiymiş) insanlarımız afiyetle çaylarını içebilir’ demişti. (Galiba kendisi sonradan kanser neticesinde vefat etti.)
O zaman düşünmüştüm, bir insan, bakan veya bir memur ki, o da bir memurdur, neden devleti topluma ve insanlara ter
cih eder, neden devleti (bırakın böyle bir tartışmanın açılacağı etik meselelerin devreye girdiği daha ulvi konuları) böylesine ucuz bir
konuda böyle cansiperane savunur ve bunu toplumun bunca aleyhine olacak bir şekilde yapar?
Bunlar hiç Sadık Rifat Paşa’nın ‘hükümetler halk için mevzu olup yoksa halk
hükümetler için mevzu değildir’ sözünü
hiç okumamışlar mıydı? Ve Tanzimat sonrası tarihin bütünüyle bu çizgide geliştiğini, çağdaş/modern devletin, demokrasinin
tam da ‘bu’ olduğunu bilmiyorlar mıydı? Demek bilmiyorlardı. Bilmemek ayıp
değil denir ama bu gibi durumlarda ayıptır. Fakat gene de hakkaniyetli davranıp bu halin kendiliğinden olmadığını uzun bir geleneğin sonucunda ortaya çıktığını belirtelim. Sadık
Rifat Paşa öyle yazmak zorunda kalmışsa hakikat onun yazdığının tersine, yani bütün bir Osmanlı tarihi boyunca ‘halk hükümetler için mevzu’ olduğu içindir.
Orhan Pamuk’un .ar romanının başlarında bir sahne vardır. Gece vakti gelir bir devlet dairesinin kapısına dayanırlar, memur kapıyı açmaya yetkili değildir. Halk kırmaya kalkınca ‘devlet malına yazık’ deyip kapıyı, kendisine rağmen açmaya kalkar. Bu çok önemli bir sahnedir ve anlaşılabilir. Çünkü devlet malı toplumun malıdır, onun göreceği zarardan toplum da zararlı çıkacaktır ama doğrudan toplumun zarar gördüğü şartlarda devletin ona tercih edilmesini nasıl izah edelim?
Akparti iktidara
yerleşik ama yanlış ve çarpık devlete karşı bir hareket olarak, bir toplumsal hareket, hatta sessiz bir direniş olarak yürüdü. 2 2 sonrasının bütün ulusalcı hengâmesine ve o berbat 2 ’ye rağmen o yıl oylarını artırdı. Bütünüyle bu nedenden ötürü. Bu, bir yanlış devletle milletin çatışmasıydı ve elbette millet kazanacaktı.
Bugünün dünyasının en önemli konusu ‘iyi yönetim’dir. İnsanların 21. yüzyıldan talebi budur. Bu açıdan bakınca Manisa’daki zehirlenme olayı daha farklı ele alınmalıydı diyor insan. Daha şeffaf, daha gerçekçi, daha yapıcı. Bunu tam da bu nedenle iktidar olmuş Akparti’nin herkesten daha iyi bileceği muhakkaktır. Devleti millet karşısında öne çıkaran her bu türden bürokratik hamle en büyük ölçüde yıkıcıdır. Evet, ‘hükümetler halk için mevzu olup yoksa halk hükümetler için mevzu değildir’