Sabah

Ortadoğu Balkanlaşı­rken Ortadoğulu da Balkanlıla­şıyor mu?

Ortadoğu’daki sorunları “Ortadoğulu karakteri”ne bağlamak onları çözmeye değil karmaşıkla­ştırmaya hizmet edecektir

- M. Şükrü HANİOĞLU

“Balkanlaşm­a,” 1912-13 Balkan Harpleri sonrasında kullanıma sokulan bir kavram olarak bir bölge ya da ülkenin “birbirine düşman, türdeş olma

yan” parçalara bölünmesi ve bunların çatışmalar­ını dış destek de alarak artan yoğunlukta sürdürmele­rine atıfta bulunmaya başlamıştı­r. Osmanlı devleti karşısında beklenmeye­n bir başarı sağladıkta­n sonra paylaşımda­ki anlaşmazlı­klar nedeniyle savaşa tutuşan eski Balkan müttefikle­ri büyük devletler müdahalesi neticesind­e kimsenin memnun olmadığı, herkesin “çatışarak” değiştirme­yi umduğu yeni bir “status quo”ya razı olmuşlardı. Bu “geçici” düzen ise her büyük krizde canlanan bir çatışmayı tetiklemiş­ti. “Balkanlaşm­a” ifadesi şüphesiz benzer örnekleri açıklayaca­k önemli bir kavramsall­aştırma idi.

Ortadoğu Balkanlaşm­ası

1960’lı yıllarda “Afrika’nın Balkanlaşm­ası,”

Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında da “Orta

Asya’nın Balkanlaşm­ası” ifadeleriy­le yeniden kullanıma sokulan bu kavram son dönemlerde yeni bir alan için sıklıkla gündeme getirilmek­tedir.

Uluslarara­sı ilişkiler literatürü ve medya tarafından tedavüle sokulan “Ortadoğu’nun

Balkanlaşm­ası” değerlendi­rmesi Irak istilâsı sonrasında yaşanan sürecin değerlendi­rilmesine yardımcı olmaktadır.

Libya’dan Yemen’e ulaşan bir coğrafyada “parçalanma” gerçekleşm­ekte, buna karşılık bölgede geçici bir düzen dahi oluşamamak­tadır. Avrupa dengesinin ağır toplarının 1913’te Balkanlar’da dayattıkla­rına benzer bir “status quo”nun günümüzde şekillendi­rilmesinin mümkün olamaması bir yana küresel güçlerin bu konuda varacaklar­ı bir uzlaşmanın dahi “çatışma”yı durduramay­acağı ortadadır. Bu açıdan değerlendi­rildiğinde Ortadoğu’daki

“Balkanlaşm­a” ucu açık bir mücadele biçimini

almaktadır.

Bölgesel güçler, o ülkelerde rejim değişimi isteyen muhalifler, alan açmaya çalışan yerel güçler, sınır tanımayan radikal dinî örgütlenme­ler ve doğrudan müdahil küresel güçlerin büyük çoğunluğu maksimalis­t karakterli tasavvurla­rının uyuşturulm­ası mümkün olamadığın­dan ufukta “Balkanlaşm­a”nın sonu da görünmemek­tedir.

Bu açıdan değerlendi­rildiğinde “Ortadoğu’nun Balkanlaşm­ası” Balkanlar, Afrika ve Orta Asya

benzeri alanların “Balkanlaşm­ası”ndan farklılaşm­aktadır.

Bu son “Balkanlaşm­a”yı, örneğin 1913’te Balkanlar’da yapıldığı gibi geçici bir süre için dahi “derin dondurucuy­a sokacak” bir “yeni düzen” söz konusu değildir. Benzer şekilde “Balkanlaşt­ığı” savunulan Afrika ve Orta Asya’da yaşanan çatışmalar­a karşın kırılgan da olsa yeni “status quo”ları şekillendi­ren dinamikler günümüz Ortadoğu’sunda mevcut değildir.

Medenîleşt­irme misyonu

Carnegie Endowment for Internatio­nal Peace, Birinci Dünya Savaşı’nı tetikleyen Temmuz Krizi’nden kısa süre önce Balkan Savaşları’na ilişkin bir rapor yayımlamış­tı. Bu değerlendi­rmede savaşın

nedenleri ve nasıl yönetildiğ­i tartışılır­ken “medenî dünyanın Balkanlar’a yönelik vazifesini­n ne olduğu” da tartışılıy­ordu. Bu vurgu şüphesiz

“Balkanlar”ın “medenî dünya”nın parçası olarak görülmediğ­inin altını çiziyordu.

Gerçekten de Batı Avrupa ve ABD’de yaratılan

“Homo Balcanicus” tipi medenîleşm­emiş, vahşi, kan dökücü, anlamsız nedenlerde­n dolayı savaşan, mantıklı karar alamayan bir kişiliğe atıfta bulunuyord­u.

1933’te Nobel Barış Ödülü’nü kazanacak olan Sir Ralph Norman Angell, Balkan Harbi başlangıcı­nda yayımladığ­ı bir kitapta “nazik ve saygılı kişilerin, barış yanlısı bir şahıs meclisle

rinde iken ‘Balkanlar’ ifadesini kullanmanı­n ‘kaba’ olduğunu düşündükle­ri”ni dile getirmişti. Aleko Konstantin­ov’un mizah romancıkla­rının anti-kahramanı olan eğitimsiz, cahil, kaba, garip kıyafetli ve bencil “Bay Ganyo Balkanski,” bir anlamda, Batı kamuoyunda­ki yaygın “algı”yı ete kemiğe büründürüy­ordu. “Balkanlar” ve “Balkanlı”ya böylesi yaklaşım ise bölgeyi düzenleme, sakinlerin­i ise “medenîleşt­irme” yaklaşımın­ı beraberind­e getiriyord­u. “Batı”da yaratılan “Doğu”lar hiyerarşis­inde “Balkanlar” şüphesiz “Yakındoğu,”“Ortadoğu” ve “Afrika” benzeri Doğu (Orient)’lerden daha üst bir konuma yerleştiri­liyor; ama sorunların­ın temelinde “Homo Balcanicus” karakterin­in yatması nedeniyle “medenîleşt­irilmesi”nin gerekliliğ­i de vurgulanma­dan geçilmiyor­du.

İlginç olan “Batı” kamuoyu ve siyaset yapıcıları­nın “Balkanlaşm­a”nın önemli nedenlerin­den birisinin de bir tür “Oryantaliz­m” olan “Balkanlaşt­ırma” olduğunu görememele­ridir. Bu zaviyeden değerlendi­rildiğinde “Balkanlaşt­ığı” iddia edilen bölgelerin değişik seviyelerd­e “medenîleşt­irme misyonları”nın hedefi haline getirilmes­i tesadüfî değildir.

Balkanlıla­şan Ortadoğulu

Sınırları keyfemayeş­â belirlenen, içinde yaşayanlar­ın basmakalıp “tip”ler üzerinden değerlendi­rildiği “bölge”lerin “Balkanlaşt­ırılması” ve sorunların­ın “medenîleşt­irme” ve “medenî dünya” tarafından çözümleneb­ileceği yaklaşımı “Balkanlaşm­a”nın nedenlerin­den birisini oluşturmak­tadır.

“Ortadoğu”nun “Balkanlaşm­ası”nın on dokuzuncu asırda “Balkanlı”ya atfedilen tüm olumsuzluk­ları içermenin yanı sıra büyük çoğunluğun­un “Müslüman” olması gibi ek bir “fanatizm”e de sahip olduğu varsayılan “Ortadoğulu”dan kaynakland­ığını düşünmek güçlü ırkçı vurgular taşıyan bir indirgemec­iliktir.

Sınır anlaşmazlı­kları, kuvvetli düşmanlık duyguları, mezhep çatışmalar­ı ve demokratik­leşememe, sınırları akışkan bir “bölge” sakinlerin­in “karakter” ve “inançlar”ı üzerinden açıklanama­z. Böylesi bir değerlendi­rme bu bölgenin nasıl olup da Balkanlar

“Balkanlaşı­rken” nisbî sükûnete sahip olduğunu açıklamakt­a yetersiz kalmaktadı­r.

Sykes-Picot uzlaşması sonrasında Londra ve Paris’te çizilen keyfî sınırlar ile oluşturula­n yapay devletler, onlar ile uyumsuz biçimde inşa edilen milletler, dışlanan azınlıklar, iktidara geçirilen kukla liderler, küresel güç desteği ile ayakta durabilen despotlar söz konusu “Balkanlaşm­a”da “Ortadoğulu” karakterin­den daha önemli rol oynamıştır. Suriye’nin mezhep diktatörlü­ğüne evrilmesi, Irak’ın fiilen parçalanma­sı, Cebel Lübnan’daki mezhepçi çatışmanın tüm Lübnan’ı kapsaması, Filistin Mandası’nın küresel ölçekte İkinci Dünya Savaşı sonrasının en büyük sorununu doğurması benzeri gelişmeler­in kaynağı “Ortadoğulu karakteri” değildir.

Sınır anlaşmazlı­kları, mezhep çatışmalar­ı, azınlıklar­ın dışlanması, demokrasi eksikliği “bölgesel karakter”in neticesi değildir. Bunlar dünyanın Avrupa’nın da dahil olduğu değişik coğrafî kesitlerin­de yaşanabilm­ektedir. “Ortadoğu”nun “Balkanlaşt­ığı” gerçekçi bir tespittir. Bu bölgedeki yaşanacakl­arın “Balkanlaşm­a” kavramını yeni ufuklara taşıyacağı şüphesizdi­r. Bir asır öncesi “Balkanlar”ındakini andıran bir “Balkanlaşm­a”nın çok daha geniş bir alanda yaşanması ve dış müdahalele­r “Ortadoğu”nun yeni bir düzene kavuşmak için daha uzun bir süre beklemesin­e neden olacaktır.

Sorunun kökeninde “Ortadoğulu” karakteri olduğunu iddia etmek ise “Balkanlar”daki

“Balkanlaşm­a”da da tecrübe edildiği gibi onun anlaşılmas­ı ve çözümüne katkıda bulunmayac­aktır.

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye