BÜYÜLEYICI TUNUS
TUNUS ANTIK ŞEHRI, KUZEY AFRIKA’DA GÖZE ÇARPMAYAN VE SÜRPRIZLERLE DOLU ŞEHIRLERDEN BIRI. TUNUS’TA AKDENIZ KIYISINDAKI HUZUR DOLU TATIL TESISLERINE GIDEN TATILCILERIN UĞRADIĞI, HIZLA BÜYÜYEN VE ILGI ÇEKEN METROPOL DAHA UZUN BIR SEYAHATI HAK EDIYOR. MEDINA BÖLGESINDEKI, ORTA ÇAĞ’DAN KALMA ÇARŞILARI GEZDIKTEN SONRA ROMA HÂKIMIYETINDEKI KARTACA’NIN HARABELERINI INCELEYEBILIR VEYA LA MARSA PLAJLARINI GÖREBILIR, LEZIZ TUNUS MUTFAĞINI LÜKS RESTORANLARDA VEYA SOKAK LEZZETLERININ SATILDIĞI TEZGÂHLARDA KEŞFEDEBILIRSINIZ.
Ağaçlarla çevrili büyük Habib Bourguiba Caddesi’nde yürürken buraya niçin Tunus’un Şanzelize’si denildiğini hemen anlıyorum. Kaldırım kenarlarında Belle Epoque dönemi mimarisiyle inşa edilen lüks binalar sıralanıyor. Burada Tunuslular, Café de Paris’te oturup sütlü kahve ve kruvasan eşliğinde siyaset veya spor hakkında sohbet ediyorlar. Öte yandan otelimdeki konsiyerj, Rue de Allemagne yakınlarındaki küçük ara sokakta yerel hayatın bambaşka bir yüzüyle karşılaşacağımı söyledi. Burada kısa süre önce restore edilen, Art Nouveau tarzındaki Kafteji Çarşısı’nın egzotik dünyasına giriyorum. Şehrin gastronomi merkezi olan Kafteji Çarşısı güzel kokulu nane, biberiye, kekik, sebze turşuları, sulu zeytinler, taze ekmek, bal, hurma ve devasa tepecikler hâlinde satılan, harissa adı verilen acı biber salçası için müşterilerin satıcılarla pazarlık yaptığı, egzotik renklerle ve aromalarla dolup taşan bir gıda pazarı. Birbirine zıt bu tablolar, Mağrip komşularından tamamen farklı bu şehrin karmaşık ve kozmopolit dünyasının yalnızca küçük bir yansıması. Yerli Berberi kabilelerinin yerleşim yeri Tunus, 500 yıl boyunca Roma medeniyetinin hâkimiyetindeki antik Kartaca’ya ev sahipliği yapmış. İslamiyetin yayılmasının ardından 300 yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan şehir, daha sonra gerçekleşen İtalyan göçünün ve Fransız sömürgeciliğinin izlerini de taşımakta. Tunus, bağımsızlığını yalnızca 60 yıl önce kazanmış. Tunus’a gelen pek çok turist La Marsa turistik bölgesi yakınlarında yer alan güneşli plajlardaki uluslararası otelleri tercih ediyor. Ancak şehrin tarihî merkezindeki bin yıllık Medina bölgesi daha cazip hâle gelmiş. Bu yüzden, XVIII. yüzyıldan kalma görkemli bir Osmanlı konağında yeni açılan Dar El Jeld’de oda tutuyorum. Tam bir inziva yeri olan butik otelde mermer kaplı geleneksel hamam, spa salonu ve gurme lezzetlerin servis edildiği teras restoranı da bulunuyor. Otelin sahibi Ezzedine Abdelkefi şöyle
anlatıyor: “Otelimiz bir yıl önce açıldı. Hem iş seyahatindeki misafirlerimizden hem de turistlerden aldığımız tepkiler bizi çok mutlu ediyor. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Medina’nın merkezindeki benzersiz yaşamı keşfederken konuklarımıza yardımcı olmaya kararlıyız.” Yanıma kılavuz bile almadan hemen pazarlardan ve dar ara sokaklardan oluşan labirente girmeye karar veriyorum. Burada yabancıların sıkıntı çekmemesi için herkesin elinden geleni yapması ve kibarca yol tarif etmesi beni şaşırtıyor. Pazarlık alışverişin vazgeçilmez bir parçası olsa da balgha adı verilen deri terlikler, renkli seramikler, altın mücevherler ve yasemin ile acı portakal yağlarından üretilen parfümler satan esnafın yanından geçerken kimse size alışveriş yapmanız için ısrar etmiyor. Yerel halkın meraklı turistleri ağırladığı Café Dribat’a nargile ve sıcak nane çayı içmek için gittiğimde ya da XVII. yüzyılda parfüm tüccarlarının kaldığı bir kervansaray olan, günümüzde ise popüler bir restoran olarak hizmet veren büyülü Fondouk El Attarine’in ortak masalarından birinde otururken de aynı şeyi fark ediyorum. Bir grup, malouf adı verilen büyüleyici geleneksel Arap Endülüs müziğini çalarken biz de besleyici kuzu çorbası, baharatlı merguez sosisli kuskus ve domates, kapari, safran ve zeytinle hazırlanmış, yavaş pişirilmiş mercan balıklı kabkabou gibi Tunus spesiyallerinin tadını çıkarıyoruz. Bizim için unutulmaz bir akşam oluyor. Tunus’un merkezi yürüyerek rahatlıkla keşfedilebilecek kadar küçük olsa da şehrin geri kalanı Tunus Gölü’nün bir ucundan diğer
ucuna ve hatta Akdeniz’e kadar ulaşan kıstak boyunca uzanıyor. Bu nedenle ulaşım araçlarını kullanmak gerekiyor. Neyse ki şehirde çok sayıda taksi var ve ücretleri de oldukça düşük. Sabah erkenden yola çıkıyorum. Bu kez yanımda, bana memleketinin saklı güzelliklerini anlatma sözü veren çok bilgili bir kültür turu rehberi olan Nabil Toume da var. İnce işçilik gerektiren mozaik sanatını konu alan göz alıcı Bardo Müzesi ilk durağımız oluyor. Bir dönem Tunus Beyi’nin yaşadığı, XV. yüzyıldan kalma sarayda yer alan müzeye vardığımızda Nabil, Mağrip ve Anadolu’daki kazılarda bulunan zarif İslam seramiklerini gösteriyor. Ardından dünyanın en büyük Roma mozaiği koleksiyonunu incelemeye başlıyoruz. Aralarında şair Virgil’in portresinin, sakallı ve otoriter deniz tanrısı Neptün ile çevresindeki Dört Mevsim’i tasvir eden mozaiğin de bulunduğu en ünlü eserlerin etrafında kalabalık bir grup toplanıyor. Ben de Nabil’in tavsiyesini uyguluyorum: “Müzenin daha sakin köşelerine gidip 2 bin yıl önceki gündelik yaşamı gözler önüne seren, sade ama bir o kadar da büyüleyici olan mozaikleri incelemelisin. Bu mozaiklerde mütevazı balıkçıları, zeytinliklerin bakımını yapan çiftçileri, geyik avlayan soyluları ve ormanlardaki bitki ve hayvanları görebilirsin.” Tunus Körfezi’nin masmavi suları üstünde yükselen, uçurumun tepesinde huzur dolu bir yer olan Sidi Bou Said köyüne giden dar yolda yürürken antik mozaikler yerlerini çağdaş sanata bırakıyor. Bölgenin simgesi olan mavi-beyaz evler, tıpkı burada yaşayan ve eserlerini burada üreten Paul Klee ve Auguste Macke’nin eserleri gibi soyut bir tabloyu andırıyor. Bölgede hâlâ hareketli bir sanatçı topluluğu olduğunu hissedebiliyorum. Burada çok sayıda galeri bulunuyor; bunlardan biri de Tunus şehrinin en ünlü sanatçısı olan moda tasarımcısı Azzedine Alaïa’nın eski evinde yer alıyor. Nabil, Café des Délices’teki baş döndüren teraslarda oturup aşağıdaki güzel deniz manzarasının tadını çıkaran kalabalığı gösteriyor. Ancak öğle yemeğinde Au Bon Vieux Temps’ın samimi ortamını tercih edersek daha çok keyif alacağımızı da ekliyor.
Bir dönem Fransız yazar André Gide’in yaşadığı Au Bon Vieux Temps, kokulu begonvillerle kaplı güneşli bir terasta. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki diğer sit alanlarını gezmeden önce burada öğle yemeğimizi huzurla yiyor ve meşhur mürekkep balığı dolması deniyoruz. Kartaca Harabeleri bu medeniyetin Afrika’ya açılan güçlü bir kapı ve Antik Çağ’da Akdeniz deniz ticaretinin ustası olduğu görkemli dönemi hatırlatıyor. Fenikeliler tarafından kurulan ve daha sonra Roma İmparatorluğu’nun parçası olan Kartaca’da antik forumdaki klasik heykeller ve sütunlar arasında sakince dolaşırken en çok şaşırdığım nokta, tur otobüsleriyle gelip dünyaca ünlü sit alanlarını istila eden o alışılagelmiş kalabalıklarla karşılaşmamak oluyor. Kartaca’dan sonra La Marsa’nın uzun kumsallarına geçiyoruz. Rehberim Nabil şöyle açıklıyor: “Turistler yeni açılan görkemli Four Seasons Tunis gibi otellerde kalmayı sevse de Tunuslular hafta sonu kaçamakları için La Marsa’yı tercih ediyor. Hafta sonu yapacağınız en güzel şey, arabayla şehir merkezinin dışına çıkıp kumsalın hemen üstünde yer alan ve Fransız arkadaşlarımın söylediğine göre Sainttropez’i andıran şık Le Golf restoranında masa ayırtmak olacaktır. Akdeniz’de yüzüp güneşlendikten sonra günü Tunus’un ünlü spesiyallerinden, üzerinde salamura balık yumurtası ile servis edilen İtalyan makarnası spaghetti alla bottarga ile bitirmek gibisi yok.” Bu söze katılmadan edemiyorum. Seyahatim sırasında farklı unsurların bir arada bulunduğu, muhteşem ve kozmopolit bir şehir keşfettim. Burada beni en çok etkileyen şey, zaman ayırıp Tunus’un büyüleyici başkentini keşfeden turistlere gösterilen misafirperverlikti.