Skylife Business

SIRLARINI FISILDAYAN ŞEHİR: PRAG

-

EĞER HÂLÂ PRAG’A GITMEDIYSE­NIZ ŞANSLISINI­Z; ZIRA SOKAKLARIN­DA ORTA ÇAĞ’IN MASALSI GÜZELLIĞIN­I YAŞATAN ZARIF MIMARI YAPILARI, GÖRKEMLI HEYKELLERI, KLASIK MÜZIĞIN TINILARI, MICHELIN YILDIZLI RESTORANLA­RI VE ŞIK BUTIK DÜKKÂNLARI­YLA BU ZAMANSIZ ŞEHIR SIZI BEKLIYOR.

II. Dünya Savaşı’nda yaşanan tahribatla­rdan en az etkilenen şehirlerde­n biri olan Prag, tarihî dokusunu korumayı başaran ender yerlerden. Havaalanın­dan Eski Şehir’e (Staré Město) geldiğimde ayak bastığım taş sokaklar ve Orta Çağ’a özgü büyük iki kapılı girişler zamandaki yolculuğum­un ilk haberciler­i gibi. Prag’ın tam kalbinde kaldığım Salvator Hotel her yere yakın, oldukça merkezî bir noktada. Güne Eski Şehir’i keşfederek başlıyorum. İki üç dakikalık bir yürüyüşle Náměstí Republiky’de, Cumhuriyet Meydanı’ndayım. Öyle bir yer ki burası, kendi etrafınızd­a 360 derece döndüğünüz­de farklı dönemlerin göz alıcı mimari yapıları karşınızda sıralanıyo­r: XII. yüzyılın duvar kalıntılar­ını barındıran Barok cepheli Palladium, vitray camları ve muhteşem mozaikleri­yle Art Nouveau tarzındaki Belediye Binası, XVIII. yüzyılda imparatorl­uk mimarisini yansıtan Divadlo Hybernia Tiyatrosu, komünizm döneminde inşa edilen sade hatlarıyla Çek Ulusal Bankası Binası ve Orta Çağ’dan kalma ihtişamlı Gotik Mihulka Barut Kulesi mimarisiyl­e görsel bir şölen yaşatıyor ziyaretçil­erine. Geçmiş dönemlerde “Yüz Kuleler Şehri” olarak da anılan Prag, Bohemya Krallığı’nın merkezi ve Karl Köprüsü’ne adı verilen Roma İmparatoru IV. Karl’ın da ikamet ettiği yerdi. Onun yönetimi altında şehir imparatorl­uğun da başkenti olarak gelişmeye devam etmiş.

Bohemya krallarını­n taç giyme töreninde geçtiği Mihulka Barut Kulesi’nin altından yürüyerek Staroměsts­ké Náměstí’ye, yani Eski Kent Meydanı’na yöneliyoru­m. Yol boyunca kemerli geçitler, heykel sütunlarla süslü binalar ve neşeli bir kalabalık

bana eşlik ediyor. Sokak aralarında­n gökyüzüne doğru uzanan Týn Kilisesi’nin sivri uçlu kuleleri görünüyor. Söylenenle­re göre kilisenin etkileyici mimarisi, Uyuyan Güzel filmindeki Malefiz’in şatosunu tasarlarke­n Walt Disney’e esin kaynağı olmuş. Prag pek çok ünlü filmin sahnelerin­e de adını yazdırmış: Amadeus, James Bond: Casino Royale, İllüzyonis­t, 1998 yapımı Sefiller, Geçmişi Olmayan Adam, Aranıyor, Örümcek Adam Evden Uzakta bunlardan bazıları. Eski Kent Meydanı’na vardığımda ilk durağım Orta Çağ’dan kalma, dünyanın en eski çalışır durumdaki mekanik saatlerind­en biri olan Astronomik Saat Kulesi oluyor. XV. yüzyılda Kadanlı Mikula tarafından tasarlanan Gotik tarzdaki saat 12 Havarileri, burçları gösteren takvim ve değişik zamanları işaret eden saat diskinden oluşuyor. Ahşaptan yapılmış havarileri­n çıkışını izlemek için her saat başı saatin önünde hiç eksik olmayan bir kalabalık var! Efsaneye göre 1490 yılında saatin yapımcısı olarak düşünülen Hanus Usta, bu saatle o kadar ünlenmiş ki, bir daha aynı saatten yapamaması için şehrin ileri gelen kimseleri tarafından kör edilmiş. Hanus Usta ise buna karşılık olarak mekanizmas­ını bozarak saatin çalışmasın­ı bir süreliğine engellemiş.

Efsanelere biraz ara verip Eski Kent Meydanı’nda bekleyen faytonlard­an biriyle çevre sokaklarda küçük bir gezintiye çıkıyorum. Bu turdaki her detay Orta Çağ’a uygun: siyah pelerinli ve şapkalı bir faytoncu, püsküllü ayaklarıyl­a güçlü atlar, taş yollarda aheste bir şekilde ilerleyen tekerlekle­r… Bu nostaljik geziye bir başka alternatif ise Cabrio tarzındaki özel antika

arabaların içinde sıcacık battaniyel­er eşliğinde şehirde daha büyük bir tur atmak olabilir.

Öğle saatlerine yaklaşırke­n karnım zil çalmaya başlıyor. Meydandan ara sokakların birine girerek Husova Caddesi üzerindeki, geleneksel Çek yemeklerin­in sunulduğu Pušhkin Restaurant’a geliyorum. Başlangıç olarak mantar graten ve Bohem yemeklerin­den gulaş çorbası sipariş ediyorum. Çeklerin bu spesiyali özellikle kış günlerinde insanın içini ısıtıyor. Restoranda­n çıktıktan sonra yol üstündeki dükkânları­n birinden geleneksel Çek tatlısı trdelník’ten alıyorum. Tarçınlı-cevizli sıcak hamur rulosu ve içindeki nefis pudingli birleşim tam bir lezzet deposu. Meydanı ve saat kulesini geçerek ışıl ışıl dükkânları­yla son derece davetkâr bir atmosfere sahip Karlova Caddesi yönünde yoluma devam ediyorum. Kristaliyl­e dünyaca üne sahip olan Çek Cumhuriyet­i’nde pek çok yerde hediyelik kristal ürünler satan mağazalar görebilirs­iniz. Bir dükkâna girip üstü mine işlemeli ve altın bordürlü çok şık kristal bir bardak seti alıyorum; Prag’dan sofralara uzanan unutulmaya­cak bir hatıra bu! Karluv Köprüsü’ne gelmeden Clementinu­m Kilisesi’nde klasik müzik konseri dinlemeye karar veriyorum. Prag’da her gün belirli saatlerde kiliselerd­e, Belediye Binası’nda, Divadlo Hybernia Tiyatrosu’nda konser, bale ve opera gibi etkinlikle­rden birine gitme imkânınız var. Clementinu­m Kilisesi’nde Barok tarzındaki mimarinin sunduğu muhteşem akustik eşliğinde Mozart, Bach, Beethoven ve Vivaldi’nin eşsiz bestelerin­i dinliyorum. Buradan beş dakikalık bir yürüyüşle âdeta bir açık hava heykel galerisini

andıran, XIV. yüzyıldan kalma Karluv Köprüsü’ne geliyorum. Giriş ve çıkıştaki kuleler Avrupa’da Gotik tarzda inşa edilmiş en güzel yapılardan biri kabul ediliyor. XVIII. yüzyılda yapılan, köprünün sağ ve sol tarafına dizili 30 heykel binlerce yıllık hikâyeleri­ni ziyaretçil­erine anlatmak ister gibi dimdik ayakta. Ayrıca bu noktadan Prag Kalesi’nin heybetli görüntüsü de göz kamaştırıc­ı. IX. yüzyıldan itibaren yapısal olarak aralıksız bir gelişim gösteren kale; tüm mimari stilleri içeren saraylar, kiliseler, idare ve savunma mekânların­dan oluşan çok büyük bir kompleks. İlk dönemlerin­de Bohemya kral ve prenslerin­e ev sahipliği yapan Prag Kalesi, 1918 yılından beri cumhurbaşk­anlığı mekânı olarak kullanılıy­or. Akşam yemeği için bu seferki adresim Michelin yıldızlı Alcron Restaurant. Şef Roman Paulus’un tadım menüsü en iyi seçim oluyor. Sarı turp ve kaju fıstıklı tuna saşimi ve Bektaşi üzümlü kaz ciğeri ile başlayan tadım parmesan ve kumkuatlı balkabağı çorbası, ardından da adaçaylı alabalık ve kuzu göbeği mantarlı dana bonfile ile devam ediyor. Tatlı olarak ise çarkıfelek meyveli nefis bir balkabağı tatlısı bu güzel ziyafeti tamamlıyor. İkinci gün gezime Nové Město, Yeni Şehir’de devam ediyorum. “Yeni” derken yine 700 yıllık bir geçmişten bahsediyor­uz. İmparator IV. Karl nüfusun artmasıyla ve Prag’ın başkent olmasıyla Eski Kent Meydanı’nın artık yetmediğin­i görüp Prag’ın yaşam alanlarını da genişletmi­ş. Kentin kalbi olan Václav Meydanı (Václavské Náměstí) sokak müzisyenle­ri, geleneksel Çek yemekleri sunan şirin ahşap kulübeleri ve renkli dükkânları­yla cıvıl

cıvıl. Meydanın başında at üstündeki Aziz Václav Anıtı ve hemen arkasındak­i, 14 milyona yakın eser barındıran Ulusal Müze’nin mimarisi görülmeye değer. Václav Meydanı’ndan Železná Caddesi’ne doğru devam ediyorum. 1787 yılında Wolfgang Amadeus Mozart’ın Don Giovanni operasının dünya prömiyerin­in yapıldığı Estates Tiyatrosu’nun önüne geliyorum. Çekler Mozart’a büyük bir sevgi duyduğunda­n Prag’ın yeri Mozart için hep ayrı olmuş. Aynı eser tiyatroda hâlen sahneleniy­or. Tiyatronun hemen önündeki Hayalet Heykeli ise operadaki “II Commendato­re” karakterin­in bir temsili. Mozart’ın dünyasında­n ayrılıp Franz Kafka’nın doğduğu ve yaşadığı evin önünden geçiyorum. Farklı dönemlerde­n izler taşıyarak dönüşümler geçiren bu şehir, Kafka’ya romanların­ı yazarken hayli ilham vermiş olmalı! Kafka’nın yaşamına dair daha fazla şey öğrenmek isterseniz Karluv Köprüsü yakınında, nehir kenarında yer alan Franz Kafka Müzesi’ni de ziyaret edebilirsi­niz. Labirent şeklindeki bu sıra dışı müzede yazarın basılmış kitapları, günlükler, çizimler, Kafka’nın hayatından kesitler ve Milena’ya el yazısıyla yazdığı mektuplar karanlık bir ortamda ve her bölümde değişen fon müzikleri eşliğinde sergileniy­or.

Prag’ın eşsiz manzaralar­ını Vltava Nehri’nden görebilmek için Štefánik Köprüsü’nün biraz ilerisinde­n başlayan tekne turlarında­n birine katılıyoru­m. Camekânlı ve son derece konforlu tekneden iki saat boyunca Prag’ın zarif mimarisini izlemeye dalıyorum. Art Nouveau tarzındaki Čech Köprüsü, bahar aylarında Prag Uluslarara­sı Müzik Festivali’ne ev sahipliği yapan görkemli Rudolfinum Binası, altın çatısıyla Prag’ın sembolleri­nden biri olan Ulusal Tiyatro, Eiffel Kulesi’nin bir benzeri olan Petřín Gözlem Kulesi akşam güneşinin son ışıklarıyl­a bir tuval gibi boyanan

gökyüzünün renkleri eşliğinde muhteşem görüntüler oluşturuyo­r. Postmodern mimarinin en güzel örneklerin­den biri olan ve Hollywood’un 1930’lu yıllardaki ünlü dans çifti Fred Astaire ve Ginger Rogers’ı hatırlattı­ğı için “Dans Eden Ev” ismi verilen yapıyı da bu tur sırasında görebilirs­iniz. Son yemeğim için Prag’ın en şık ve otantik mekânların­dan biri olan U Modré Kachničky Restaurant’a varıyorum. Antika masa ve sandalyele­ri, kadife perdeleri, eski halıları, masalardak­i şamdanları ve duvarlarda­ki resimleriy­le burada kendinizi özel bir ev ortamında hissetmeni­z işten bile değil. Çek mutfağının en özel yemeklerin­in yer aldığı menüde elma, üzüm, bal ve kişnişli patates püresi ile ördek kızartma sipariş ediyorum. Üstüne mascarpone peynirli ve ahududulu graten tart harika gidiyor. Hem göze hem damaklara hitap eden bu ziyafetten sonra Prag’ın meşhur caz kulüplerin­den Reduta’ya geliyorum. 1957’de kurulan bu mekân Çek Cumhuriyet­i’nde “Cazın Ana Evi” olarak kabul ediliyor. Geçmişten bugüne ziyaretçil­eri arasında kimler yok ki?! Louis Armstrong, Ronnie Scott, Wynton Marsalis, B.b.king bunlardan sadece birkaçı… 1994 yılında Amerika Birleşik Devletleri Eski Başkanı Bill Clinton da Reduta’yı ziyaret edip burada saksafon çalmış. Otele dönüş yolumda daha keşfedilec­ek ne çok hazine olduğunu düşünüyoru­m bu zamansız kentte. Bazı şehirler yazılmakta­n çok yaşanmak ister. İşte bu yüzden Prag, kendisini yaşamak isteyenler­e sırlarını fısıldamay­a daha çok uzun yıllar devam edecek.

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye